Yeşilçam filmlerinin ‘kötü adam’ı Erol Taş’ın kurgusal gerçekliğini ‘gerçek’ sanıp ona yolda sataşanlarla ilgili hikâyeleri herkes duymuştur.
Eminim birçok kişinin aynı fasıldan şahsî tecrübeleri de vardır. Benim var, birini hiç unutamıyorum:
1990’ların ortasında, yazıişleri müdürü olduğum dergideki bir haber nedeniyle Terörle Mücadele Kanunu’na toslamış, ceza almış, birkaç ay boyunca Ayvalık Cezaevi’ne konuk olmuştum. Korcan Karar’ın ATV’de yayımlanan ‘Şok’ adlı programının zirve günleriydi ve televizyon hiç kapatılmadığı için 11 kişilik koğuş arkadaşlarımla birlikte mutlaka onu da izliyordum.
Şok, “Türk televizyonlarının efsane programı” diye anlatılıyor günümüzün sosyal medyasında, bence de uygundur. Çok tuhaf bir programdı; çoğu kötü birtakım insanların tümüyle kurgusal hikâyelerinin gerçekmiş gibi anlatılması esasına dayanıyordu. Mesela, İstanbul’un Bakırköy ilçesinde şehir suyuna zehir katan bir adam suçüstü yakalanıyor, mahkemede yargılanırken bu defa başarısız olduğunu, fakat cezaevinden çıkar çıkmaz aynısını bir daha yapacağını anlatıyordu.
Söylemeye gerek yok; bu bir mizah programıydı ve buradaki mizah, kahramanların gerçek olamayacak kadar abartılı tasvirlerine dayanıyordu. Yani, oyuncuların bütün ciddiyetine rağmen izlenen şeyin mizah olduğunu anlamak o kadar da zor değildi. Yoksa zaten öyle bir programın yayımlanmasına izin verilmezdi.
Fakat birkaç program sonra fark ettim ki, koğuş arkadaşlarım anlatılanları yaşanmış, gerçek hikâyeler olarak algılıyorlar ve kötü adamlara büyük bir öfke duyuyorlardı.
Yayın sırasındaki samimi öfkelerini izlemek çok zevkliydi ama bu zevkten mahrum kalmayı göze alarak onlara ‘gerçeği’ anlatmaya teşebbüs ettim: Anlatılanlar gerçek değil ‘senaryo’ydu, oradaki kötü insanlar da keza gerçek değil oyuncuydu.
Anlattım ama işe yaramadı, hiçbir zaman inanmadılar bana. Hiç kuşkum yok ki, hikâyedeki kahramanlardan biri mahkûm olarak koğuşa getirilse, ona önce yaptığı kötülüklerin karşılığı olarak bir hoş geldin dayağı çekerlerdi.
Aşı karşıtlarının, senaryoyu gerçek gibi sunması ve buna kolayca ‘müşteri’ bulabilmeleri
Bugün Serbestiyet’teki, aşı karşıtlarının bazı filmleri aşı karşıtı propagandalarında kullandıklarına dair haberi okumuşsunuzdur.
İlk bakışta tuhaf görülebilir; “sonuçta orada bir senaryo canlandırılıyor, gerçek değil ki” diye sorulabilir. Fakat bu soruyu sormadan önce çağımızda kurguyla gerçeğin garip bir biçimde içiçe geçmişliği üzerinde düşünmek gerekmez mi? Haberde yer alan bir hayat-ı hakikiye sahnesi bize bunu telkin etmiyor mu:
“Geçtiğimiz hafta ABD’de yayımlanan New York Times gazetesinde yer alan bir haberde, New York’ta bir gözlük mağazası sahibi, koronavirüs aşısı olmalarını istediği çalışanlarından birinin kendisine endişe olarak filmi gösterdiğini söyledi.”
Gerçek hayatımızda artık gerçekten çok kurgu tüketiyoruz. Eskiden sadece sinema vardı; üstüne televizyon geldi, üstüne internet geldi, üstüne sosyal medya geldi.
Bu çarpıklığın, insanların gerçekle kurgu arasında ayrım yapabilme yeteneklerini zayıflatması gayet normal. Bu süreç kurgu-gerçek diyebileceğimiz bir gerçeklik türü üretiyor ve o zaman zaman gerçek kadar gerçek olabiliyor.