Ne zamandır şuyuu vukuundan beter bir soru var zihinlerde: İktidar otoriter pratiklerini, seçmenlerini ajite ederek ve birtakım paramiliter güçleri devreye sokarak seçimleri engelleme ya da seçim sonuçlarını kabul etmeme noktasına kadar vardırabilir mi?
İdrak etmekte olduğumuz momentin nasıl başladığına ve hangi aşamalardan geçerek bugüne gelindiğine bakmak, iktidarın baskıyı ve sertliği tırmandırmasının varabileceği boyutları tahmin etmede yararlı olabilir.
Dört yazılık bir dizide bunu yapmaya çalışacağım.
Operasyonun adı ‘seçim’, amacı ‘devleti ele geçirmek’
10 gün kadar önce üyesi olduğum bir WhatsApp grubuna bir sabah gazetesi kupürü bırakıldı; bir arkadaşımız iktidarın muhalefeti hangi gözle gördüğünün yeni bir aşamasıyla tanıştırmak istemişti bizi. Alarm niteliğinde bir ‘son dakika’ haberiydi bu: “CHP, İYİ Parti ve HDP’nin yeni operasyonu: Erken seçim… Amaç: Devleti ele geçirmek.”
Grup üyeleri, Sabah’ın uyarısının altına şöyle notlar düştü:
“Seçimi muhalefet kazanırsa halkı sokağa dökecek bu adamlar.”
“Seçim istemek, seçim kazanmak ‘kriminal operasyon’ olarak kodlanıyor. Bunun artık başka bir faza geçiş olduğu gözüküyor. Millî irade sözleri çoktandır terk edilmişti zaten. Şimdi ‘millî iradeye’ başvurmak suç ilan edilme aşamasına geçiliyor.”
“Bu fikrin kanıksanmasına, normalleşmesine asla izin vermemesi lazım muhalefetin.”
“Her türlü provokasyon, aleni hukuk dışılık, akıl almaz suçlamalar, tutuklamalar vs… İnşallah olmaz böyle şeyler.”
“Öyle bir döneme giriyoruz gibi geliyor bana.”
“Yapamayacakları, lafın ötesine geçemeyecekleri, zira gerçekte güçlü değil zayıf oldukları, zaaftan kaynaklanan delice ‘güç gösterileri’nde bulundukları -ama evet, muhalefetin bu tür lafların üzerine üzerine yürümesi gerektiği kanısındayım.”
“Sandıktan değil, korkutmaktan medet umar duruma geldiler. Çünkü yönetemiyorlar. Bir bakıma dağılıyorlar…”
Aslında iktidar gazetesi meseleyi sadece kristalize etmiş, vuzuha kavuşturmuştu; yoksa seçimi, muhalefeti iktidara getirmeyi amaçlayan bir dış güç operasyonu olarak gören bir bakış açısı ne zamandır orada burada uç veriyor fakat bu netlikte ifade edilmiyordu.
Bir sınırı var mı?
AK Parti’nin başlangıçtaki pozisyonuyla bugünkü pozisyonu arasındaki devâsâ mesafeyi gözünün önüne getiren birinin, bundan sonrası için “yok artık o kadarı da olmaz” diyebileceği bir sınırı tahayyül etmesi çok zor.
Bu yazının konusu, okuru gelinen noktaya nasıl gelindiği hususunda enforme etmeye çalışmak… Fakat yine de “sınır” konusunda kendi yaklaşımımı ortaya koyacak, bir daha da bu dizi boyunca yorum alanına adım atmayacağım.
Çok kısa: Kanaatimce, AK Parti’nin salt kendi iradesine kalsa gidebileceği yerin sınırı yok. Yani kendi kendisine karşı işletebileceği, kendi kendisini sınırlayabileceği meşruiyet ölçülerine artık sahip değil ve bundan sonra da olamaz.
Fakat bu, istediği her şeyi yapabileceği anlamına da gelmez. İstanbul seçimlerinde olduğu gibi, kararlı kitleler karşısında gerilemek, bu zaaflı sertliğin doğal bir parçası.
İktidarın İstanbul seçimlerinde uygulamak istediği sertlik düzeyini hayata geçirememesinin temel nedenlerinden biri de, sergilediği tutumun kendi destekçileri arasında bile onay görmemesiydi. Yani müsebbibi olduğu her haksızlık ve adaletsizlik kendi kitlesi içinde sessiz bir itiraza yol açıyor ve bu da iktidarı aş erdiği sertlik düzeyini sergilemede tereddüte sevk ediyor. Seçim atmosferine girildiğinde bu döngü yine işleyecek ve evet, “yapamayacaklar, lafın ötesine geçemeyecekler…”
Bu ilk yazıyı bundan sonraki üç yazının özetiyle bitiriyorum:
Ben, bugünü belirleyen karar ânının 2015’teki “yerli ve millî” ilanı olduğunu; Gezi ve 17-25 Aralık’tan sonraki otoriterleşmenin bu karar ânının peşrevlerini oluşturduğunu; 15 Temmuz sonrası girilen sürecin de “karar”ın istense de geri dönülemeyecek bir “olgunluğa” ulaştığı anlamını taşıdığını düşünüyorum.
Bundan sonraki üç yazıda sırasıyla Gezi ve 17-25 Aralık (2013) sonrası otoriterleşmeye, “yerli ve millî” ilanına (2015) ve 15 Temmuz (2016) sonrasına bir daha bakarak bugünlere nasıl gelindiğini ele almaya çalışacağım.