Ana SayfaHaberler“Cemaat”e fesih çağrısı: “’Cemaat’ tıpkı PKK gibi halihazır örgütlenme biçimini feshetmeli”

“Cemaat”e fesih çağrısı: “’Cemaat’ tıpkı PKK gibi halihazır örgütlenme biçimini feshetmeli”

Siyaset bilimci Gökhan Bacık, PKK’nın fesih süreci örneğini inceleyerek “’Cemaat’e fesih” çağrısı yaptı: “Devletin, PKK ile yaptığı deneme bir emsal sunuyor. Çözümün açık şartı cemaatin, tıpkı PKK gibi halihazır örgütlenme biçimini feshetmesidir. Gülen’in 60’larda fikirleri ile meydana getirdiği örgütlenme biçimi lağvedilmeli. Soğuk Savaş’ta oluşmuş o örgütlenme biçimini hiçbir medeni ülke onaylamaz. Cemaatin tepe yönetimini ayakta tutan devletin cemaate bir yumuşamayı kabul etmemesidir. Devlet insanlara bir çıkış imkânı verirse, cemaatin tepe yönetiminin varlık nedeni olan döngü kırılacaktır.”

Devlet, PKK sorunun siyasi yollarla çözümü için açılım başlattı. Bazı çevrelerin doğal olarak türlü çekinceleri var. Öte yandan bu kadar zor bir meselede siyasi çözüm denemesinin nasıl sonuçlanacağını kestirmek zordur. Ancak ne olursa olsun, devlet siyasi çözüm için adım atmıştır ve bunun önemini kabul etmek gerekiyor.

En az bunun kadar önemli olan da şudur: Devlet, Kürt sorununda siyasi çözüm için adım atarak politik bağlamı değiştirmiştir. Dolayısıyla,

i. Madem, devlet en zor konuda siyasi çözümü makul görmektedir başka konularda da siyasi çözüm konuşulabilir;

ii. Ayrıca, devletin PKK ile denediği çözüm bizlere bir emsal sunmaktadır. Bu emsale bakarak başka konularda nasıl yol alınabileceğine dair öneriler sunulabilir.

Bu yazıda ben de devletin, PKK meselesinde izlediği yolu bir emsal alarak başka bir konuda (‘cemaat’) siyasi çözüm önerisinde bulunacağım yahut daha doğru ifade ile siyasi çözüm konusunu tartışacağım.

Ancak bu zor konuya başlamadan önce bazı noktaların altını çizmek gerekiyor.

İlk olarak, bu konuda dilsel bir sıkıntı var. Türkiye mahkemelerinin terör örgütü olarak tanımladığı karmaşık ve sosyolojik boyutları olan bir sorun hakkında konuşuyoruz. Bu yazıda ben ‘cemaat’ kavramını kullanacağım. Sanırım her kesim için neyin kastedildiğini net açıklayan terim bu.

İkinci olarak, bir siyaset bilimciyim. Kendi çapımda bu yazıda ortaya koyacağım fikirlerin isabetli olduğunu düşünüyorum. En azından iyi niyetle bunları yazıyorum. Ama yanılıyor olabilirim. İnsan çok sık yanılan bir varlıktır. Dolayısı ile bir siyaset bilimi doktoru olarak yazdıklarımı beğenmeyenlere ikinci bir doktor görüşü almalarını öneririm. Muhakkak bu konularda benden iyi düşünecek insanlar vardır. Önemli olan olgun biçimde bir tartışma yapmaktır.

Üçüncü olarak, bu yazıda cemaat kavramı ile siyasi çözüm konusunu tartışırken muhatabım sadece yurt dışındaki kişilerdir. Cemaatin büyük bir kesimi Türkiye’de kalmıştır. Ancak bu kişiler, yıllardır ciddi mağduriyet yaşamıştır ve siyasi çözüm konusunun öznesi bu kişiler değildir. Siyasi çözümün tarihsel sorumluluğu yurt dışına çıkmış cemaat mensuplarına düşüyor. Dolayısıyla bu yazıdaki yorum ve eleştirilerin hiç birisi Türkiye’de kalan cemaat tabanıyla ilgili değildir.

Dördüncü olarak, bu yazının temel gerekçesi şudur: Türkiye’de yukarıda yazdığım üzere türlü sorunlar için siyasi çözümlerin konuşulacağı bir ortam oluşmuştur. Bundan yararlanmak gerekiyor. İslami kesimin sevdiği bir ifade vardır: ‘Her şeyin bir vakti vardır’. Elbette hiç birimizin elinde bu tür denemelerin devlet tarafından ciddiye alınacağına dair bir garanti yok. Ancak halihazır ortam bize bir deneme yapma ikanı veriyor. Eğer bu zamanda bir girişimde bulunulmazsa bir sonraki imkânın ne zaman olacağını bilmiyoruz. Daha vahimi eğer PKK ile çözüm süreci başarı ile sonuçlanırsa, 1.2 trilyon dolarlık ekonomisi olan ve NATO üyesi bir devletin karşısında kalmış birkaç ‘hedeften’ biri belki en önemlisi haline gelmek riski var. Dünyada tuhaf şeyler olmaktadır yani çok dikkatli olmak gerekiyor. Cemaatin elde kalan gücü ve yapısıyla her zaman uluslararası sistemde güçlü bir karşılığı olacak olan Türk devletiyle uğraşması daha yıpratıcı hal alabilir. Küresel belirsizliklerin arttığı bir ortamda en temel amaç insanların uzun vadeli güvenliği ve mutluluğunu garantiye almak olmalıdır. Bu hedeflerin yanında diğer her konu ikinci olarak görülmelidir.

Ne yapmak gerekiyor?

Devletin, PKK ile yaptığı deneme ifade ettiğim gibi bizlere bir emsal sunuyor. Bu emsal ne AKP’nin ne PKK’nin kimliği ile ilgilidir. Esasen az çok Türk siyasi tarih bilenler, karşımızda Türk devlet geleneğinde ‘asi’ bir grup ile nasıl müzakere yapılacağının günümüz versiyonuna tanıklık etmektedir. Yani üç aşağı beş yukarı, siyasi çözüm denince Türk devleti böyle bir şey ister.

Önemli bir diğer nokta da şudur: Dünyanın neresinde olursa olsun siyasi çözümde merkez, devlettir. Devlet dönüşür, reform yapar ancak siyasi bir çözümde kuralı belirleyen devlettir. Yani hiçbir siyasi çözümden devlet yenilerek çıkmaz. Yenilmek devletin ontolojisine zıttır. O nedenle siyasi çözüm peşinde olanlar peşinen devleti yenmek fikrinden vazgeçmelidir.

Bu iki noktadan hareket edersek kritik olan PKK’nin kendini feshetmesidir. Ancak burada bir nüans var: PKK, kendini feshederken aslında PKK denen şeyin bir döneme ait yöntem olduğunu ve geçersiz olduğunu söylüyor. Ama sonuçta PKK feshedilmiş oluyor. Bu fesih ilanı yapılırken devlet elbette, sözgelimi Cemil Bayık’ın siyasi fikirlerini değiştirmediğini biliyor. Çünkü siyasi çözüm, hukuksal çözümden farklıdır. Siyasi çözümde ‘doğru nedir, haklı kimdir’ konusu ele alınmaz. Siyasi çözüm, güç ilişkilerine göre devletin kabul edeceği ama diğer tarafların da işine gelen çıkış yolu bulmaktır.

Dolayısı ile ‘cemaat’ ile ilgili siyasi çözümün açık şartı cemaatin, tıpkı PKK gibi halihazır örgütlenme biçimini feshetmesidir. Bunun ‘ne yani haksız olduğumuzu mu kabul edelim?’ gibi bir itirazla alakası yoktur. İfade ettiğim gibi siyasi çözüm, ‘kim haklıdır?’ meselesi değildir; ‘şartlar bu iken ne yapılabilir?’ meselesidir. O nedenle cemaatin, 1960larda Fethullah Gülen’in fikirleri ile meydana getirdiği örgütlenme biçimi lağvedilmelidir.

Yeri gelmiş iken şunu ifade etmek isterim: Soğuk Savaş’ta oluşmuş o örgütlenme biçimi sadece Türkiye için sorun değildir. Hiçbir medeni ülke klasik cemaat yapılanma modelini onaylamaz. Bunu anlamak için AİHM’in bazı cemaat üyelerinin lehine karar verirken bile Gülenizm hakkında eleştirilerini nasıl yaptığını okumak yeterlidir. Bir uluslararası ilişkiler hocası olarak zamanla cemaatin bu şeffaf olmayan yapısının AB ülkeleri içinde bile sorun haline geleceğini öngördüğümü yazmak isterim. Esasen bu konuda ciddi ve endişe verici bazı gelişmeler de yaşanmaktadır ancak onlar bu yazının kapsamına girmiyor.

Eğer cemaat, kendi klasik örgütlenme yapısını lağvetmezse ikinci bir seçenek olarak en azından Türkiye’de kendini ve faaliyetlerini lağvetmelidir. Bu birincisi kadar etkili olmasa bile karşılık bulabilir. Hafızası kuvvetli olanlar, PKK açılımını başlatan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin geçmişte cemaate yönelik böyle bir çağrıda bulunduğunu hatırlayacaktır. O zamanlar bağlamına oturtulmayan çağrının bugün yaşanan olaylar ışığında tekrar yorumlanması da ayrıca gerekiyor.

Cemaat yönetimi bunu yapar mı?

2017 yılında cemaat üzerine bir mülakatta cemaatin tepe yapısının kıyamet kopsa değişmeyeceğini söylemiştim. Bugün hâlâ yukarıda sıraladığım adımları bugünkü cemaat yönetiminin atmayacağını düşünüyorum. Neden?

Birincisi, cemaatin yöneten heyetin üyeleri, entelektüel, mesleki ve eğitimsel kapasitelerine göre asla hiçbir şekilde bulamayacakları bir imkanlar havuzunda yüzmektedir. Bu heyetin üyelerinin hatırı sayılır bir bölümü vasatlardan oluşuyor. Dolayısıyla olası siyasi yahut başka bir tür çözümün en büyük maddi kaybedeni bu vasatlar olacaktır. Bu vasatlığı iki örnekle resmedelim: Cemaat yönetimine yeni kan olacağı için katılan kişi, kamera karşısında arkadaşlarından birisinin cinlerle temasa geçtiğini ve bazı bilgiler aldığını ve kendisinin bu duruma Gülen’e aktardığını anlatıyor… İkinci bir örnek herkesin bildiği: NATO karargâhına bıraksanız belki helayı bulacak kadar İngilizcesi ancak olan Adil Öksüz.

İkincisi, bütün bu yetkilere ve imkanlara rağmen cemaatin tepe yönetimi hiçbir sorumluluk altında değil. Şöyle söyleyeyim: Cemaatin üyelerinin çoğu bu heyetin bütün üyelerini dahi bilmiyor. Aldığı kararlarla iki neslin hayatını karartmış kişilerin bazıları bir kere bile bir kamera karşısına çıkıp açıklamada bulunmadı. Cemaatin tedbir ilkesi bir nevi bu tepedeki azınlığın güvencesi haline gelmiş durumda. Cemaat yönetimini oluşturanların sahip olduğu bu sınırsız yetki sanırım tarihte peygamberler tarafından bile talep edilmemiştir. Ve nihayet bir iki manevra ile tepe yönetimi kıyamete kadar birbirini seçecek bir model geliştirerek bir tür kollektif otokrasi ilan etti. Böyle bir modeli ne bir İslami ne bir seküler siyasi teoriye dayandırmak mümkün.

Üçüncüsü, hareketin tepe yönetimi ile cemaat arasında – bazı yöntemsel sorunlara rağmen bir benzetme ile ifade edersek– İttihatçılar ve Osmanlı ahalisi arasındaki gibi bir bağ oluşmuştur. Osmanlı Devletini ve ahalisini, İttihatçılar çeşitli savaşlara sürüklemiştir. Sözgelimi Enver Paşa filan harp kararını alırken Karacabey’de soğan eken köylünün bundan haberi yoktu. Ancak o kararların bedelini cephede oğlunu kaybederek ödemiştir. Benzer bir durum cemaat ve tepe yönetimi açısından geçerlidir: Cemaat tabanını bir felakete taşıyan kişiler ve zihniyet, halen bu hareketi yönetmektedir. Dolayısı ile bu kişilerin bir normalleşmeye yanaşması kolay değildir. Burada bir noktayı da açıkça yazmak gerekiyor: Tepe yönetimi içinde alenen kriminal yani suç işlemiş kişiler vardır. Bunlar kelime oyunları, tevil ve alenen yalanlarla cemaatin masum mensuplarını kendilerine siper etmektedirler.

Dördüncüsü, cemaat tabanın tepeye kendini feda etme ilkesine göre çalışır. Yukarıdakiler nadiren hapse girer. Yukarıdakiler nadiren kötü evde yaşar. Yukarıdakiler nadiren maaşsız kalır. Yukarıdakiler nadiren pasaportsuz kalır… Mesela sürekli olarak ‘dünyaya dağıldık’ denir ama yukarıdakiler ya Amerika’da ya Almanya’dadır. Dolayısı ile ‘kendinizi taban için feda edin’ düşüncesi cemaati yöneten ekip için uçan develer kümesi gibi boş bir kümeye işaret eder. Elbette burada yaşanan olaylardan etkilenen, karakter sahibi önemli isimler vardır ancak bunlar da cemaatin tepe yönetimi tarafından izole edilmiştir.

Beşincisi, cemaat uzlaşan esneyen hatta koalisyon kurup gücü paylaşmayı bilen bir düşünce değil. Cemaatin sert bir ideolojisi var. Nitekim cemaatin bu günlere gelmesinin arkasındaki önemli bir neden de uzlaşmayı kabul etmemesi. En küçük eleştiri nedeni ile cemaate yıllarca katkı sunmuş kişileri harcamaktan çekinmeyen bu sert algının, siyasi açılım konusunda gerekli esnekliği göstermesini beklememek gerekiyor.

Bütün bu noktalar düşünülürse, cemaat yönetiminin ‘taban rahatlayacaksa biz ne fedakârlık gerekiyorsa yaparız’ diyeceklerini sanmıyorum. Umarım yanılırım. Peki bu durumda ne yapmalı?

Elitlerinin inisiyatif alması

Dışarıdan bakınca şöyle bir manzara var: Cemaatin vitrinini bir grup ilahiyatçı ve gazeteci oluşturuyor. Elbette bu kişiler cemaatin yönetiminin sıkı kontrolü altındalar. Kişisel kanaatim vitrindeki bu ilahiyatçı ve gazetecilerin büyük bir kısmı mahrem yapının PR ekibi olarak çalışıyor. Dolayısı ile cemaat nedir kimdir ne düşünür sorularını bu gruplar belirliyor. Halbuki cemaatin içinde devletten tasfiye olmuş akademisyenler, subaylar, doktorlar, yargıçlar, bürokratlar var. Burada çok kritik bir grup ise iş adamları.

Ancak bu kişiler inisiyatif almadıkları için cemaat ile ilgili algıyı ilahiyatçılar ve gazeteciler inşa ediyorlar. Daha kötüsü cemaati yöneten vasatlar, bu nitelikli insanların suskunluğunu cepte gördükleri için hangi sorun olursa olsun hesap vermeye yanaşmıyorlar. İsmail Sezgin’in ifade ettiği üzere cemaat yönetiminin anlayışı şudur: ‘biraz konuşurlar altı ay sonra unuturlar’.

Tarihsel ve siyasi algılar ve kırılma anları nitelikli az sayıda insanın aldığı inisiyatiflerle meydana çıkar. Örneğin, modern Çek tarihinin kırılma anlarından birisi Vaclav Havel’in de içinde bulunduğu 77 kişinin verdiği dilekçedir. Sanırım Erzurum Kongresi’ne katılanların sayısı yetmişten azdı. Buradan açıkça şunu ifade etmek istiyorum: Hareketin içinde olun yetişmiş insanlar – eğer cemaatin yönetimi adım atmayacaksa– inisiyatif almalıdır. Siyasi ve tarihsel gerçek, küçük sayıda insanlar tarafından inşa edilir.

17 Aralık’tan başlarsak yaklaşık 12 yıldır çok sayıda insanın hayatı zehir olmuştur. Cemaati yönetenlerin neredeyse bütün öngörüleri yanlış çıkmıştır. İnsanlara alenen din sömürüsü yapılmış rüyalarla türlü dini kavramlarla hayal satılmıştır. Hepimiz bu tür lafların zaman kazanma için yapılan ucuz taktikler olduğunu biliyoruz. Temel iddia şudur: ‘Gelecekte bir gün işler daha iyi olacak.’ Diyelim bu iddia doğru olsun ve 2030 yılında her şey çok güzel olacak olsun. Böyle bir şey olacak olsa bile bugün adım atmaya engel midir? Öte yandan 2030 yılına kadar Türkiye’de yahut yurt dışında ölecek olanlar için bunun bir anlamı var mı? Tarih hükmünü 2100 yılında cemaat lehine verse bize bunun bir faydası var mı? Bir tarihçi ortaya çıkıp ‘bir kazı yaptık ve Hititler filan konuda haklıymış’ dese bunun bir kitabın dipnotu olmak dışında bir faydası var mı?

Cemaatin içinde yetişmiş subayın, hâkimin, akademisyenin kendi eğitim ve mesleki ölçüleri ile manzaraya bakması gerekiyor. Bu gördüğünüz vasatlar sizce yaşadığımız modern dünyanın ve Türkiye’nin karmaşık sorunlarına analiz edip sonuç üretecek siyaset geliştirebilir mi? Şu dinlediğiniz cemaat ilahiyatçılarının anlattığı orta okul vasatındaki düşünceler çocuklarınızı ikna ediyor mu? Eğer bu sorulara cevabınız ‘hayır’ ise sizin inisiyatif almanız gerekiyor!

O nedenle eğer cemaatin tepe yönetimi adım atmazsa sayısına bakılmaksızın çeşitli meslek gruplarından çıkan cemaat mensuplarının inisiyatif alması gerekiyor. Mantıksal olarak elimizdeki en iyi ikinci siyasi çözüm önerisi budur.

Eğer bu yapılmazsa ne olur? PKK ile 50 yıl savaşan devlet cemaatle ne kadar süre gerekirse o kadar kavga etmeye devam edecektir. Daha kötüsü, cemaatin bütün yetişmiş insan gücünü geçmişte yaptıkları hatalarla heder eden bu tepedeki vasatlar benzer hataları tekrar edeceklerdir.

Burada Türkiye’de bir iktidar değişikliğinin bu kavgayı bitireceği öngörülebilir. Ancak bir nüansın altını çizmek gerekiyor: Türkiye’de cemaate tepki AKP’yi aşmaktadır. Bunu çok iyi analiz etmek gerekiyor. Gülenizm bir kurum olarak meşruiyetini yitirmiştir. Yani başka bir parti bile iktidara gelse şartlar cemaat tabanına yönelik düzelebilir ancak kurumsal Gülenizm meşruiyetini kazanmayacaktır. Türkiye’de devlet bazen bir grupla uğraşır. Örneğin 12 Eylül’de çeşitli sol ve sağ gruplarla uğraşmıştır. Ancak devlet bazen de çeşitli grupları kategorik olarak gayri meşru ilan eder. Sözgelimi DHKPC ve PKK gibi. Kanaatim odur ki, cemaat böyle bir kategoriye girdi. Yani normalleşme ancak bireyler için geçeri olur asla kurumsal düzeyde olmaz.

Burada daha kötü olan şu: Kurumsal meşruiyetiniz olmazsa devlet sizinle siyaseten uğraşır. Bu Sultan Yavuz’un gaddarca iki yaşındaki kardeşini boğdurması gibidir. Burada ‘falan hakim ne demiş, falan kanun ihlal edilmiş’ gibi itirazların etkisi olmuyor. Siyaseten sizi yok etmek isteyen devlete, hukuksal argümanlarla karşı gelmek mümkün değil. Öte yandan siyaseten uğraşma salt Türkiye ile ilgili değildir. Ukrayna savaşından sonra Avrupa ülkeleri gözünün yaşına bakmadan, özel mülkiyet hakkı demeden bazı Rus zenginlerinin mallarına el koymuştur. Şöyle başka bir örnek vereyim: AİHM, Türkiye mahkemesinin Öcalan mahkûmiyet kararını 6. Madde yani en ağır biçimde doğru yargılama olmadığı gerekçesi ile iptal etmiştir. Türkiye bunu tanımamıştır. Ben siyaseten bir grupla uğraşmayı yanlış buluyorum ancak bir siyaset bilimci olarak vaziyet bu iken başka türlü tepki vermenin boş olduğunu hatırlatıyorum. Yani, devlet sizinle siyaseten uğraşıyorsa buna mahkeme salonunda karşılık vermek mümkün değildir. Yapılacak iş siyasi bir çözüm aramaktır.

Hal böyle olunca cemaatin içinde yetişmiş kişilerin inisiyatif alması Türk kamuoyu ile temasa geçmeyi denemesi gerekiyor. Burada başta mağdur olmuş iş adamlarına da büyük iş düşüyor. Bunun yegâne yolu ise bu kişilerin görüşlerini ve önerilerine içeren metinler yolu ile Türkiye ile temasa geçmeyi denemesidir. Bu yapılmadığı sürece insanlar kaderini cemaatin zealot’larına teslim etmiş olacaktır. Bazen bir ilahiyatçı bazen bir gazeteci bazen bir trol olarak hareket eden cemaatçi zealot yüzünden bu kadar çekilen sıkıntıya rağmen Türkiye’de bir mağduriyet algısı bile oluşmamıştır. Kötüsü bu zealot’lar bazen hızını alamamakta sadece AKP ile değil CHP diğer partiler ile de kavga etmektedir. Bu anlamsız kavgaların maalesef maliyetini taban yükleniyor.

İnisiyatif alması gereken yetişmiş cemaatçiler suskun kaldıkça, algıyı belirleyen bu zealot’lar yüzünden tabanın büyük bir kesiminin eleştirel pozisyonda olduğu da görülmüyor.

Eğer yetişmiş bu kişiler birikimleri, kişilikleri ve mesleklerinin kredisi ile inisiyatif almazsa ‘mor odada tartışma yapanlar, Ahmet Dönmez gibi gazeteciler ve üç beş akademisyenin yazıları dışında ne var ki?’ algısı kalıcı hale geliyor. Halbuki, Türkiye toplumunun ve devletin görmesi gereken son derece kritik bir gerçek var: Cemaatin büyük bir kesimi, cemaat tepe yönetimine güvenmiyor ve ciddi eleştirel bir pozisyonda. Geçmiş bir on yıldan bahsediyoruz. İnsanlar hiç yaşamadıkları şeyleri yaşadılar ve herkes bir muhasebe yaptı.

Yurtdışı taban: Gizli konformizm

Siyasi çözüm konusunda sosyolojik olarak nitelenecek bir sorun da yurtdışındaki cemaat mensuplarının farkında olsun olmasın içine girdikleri konfordur. Türkiye’de ‘KHK’lı kaymakam intihar etti’ gibi haberler devam ederken yurtdışındaki taban, elbette çeşitli sıkıntılar çekmiş olmasına rağmen, zamanla düzenini kurmuştur. İnsan Almanya’da taksi şoförü olsa iyi bir düzen kurar. Yurtdışındaki cemaatçiler dolayısı ile neredeyse on yıl sonra düzenlerini kurmuşlardır. İnsanların çocukları iyi okullara gitmektedir. Yazın insanlar Yunanistan, Hırvatistan, İspanya yahut İtalya’da tatil yapmaktadır. Bir yandan bu vaziyet kaçınılmazdır çünkü ‘hayat devam eder’ kimse sürekli üzülmez.

Yurtdışındaki tabanın zamanla düzenini kurması onlar üzerinde Türkiye’deki tabana yönelik bir siyasi çözümü zorlamak şeklinde bir saik oluşmasına engel olmaktadır. Hatta bazı kişiler farkında olmadan ‘aman toz kalkmasın biz kendimizi kurtardık’ psikoloji içindedir. Yurtdışındaki taban elbette Türkiye’deki KHK’lılar ile ilgili yardımlaşma gibi faaliyetler yapmaktadır. Ancak aradan neredeyse on yıl geçmiştir ve insanların kendi sorunları ve konuları vardır. Hal böyle olunca, cemaat ile ilgili planlanacak her türlü siyasi çözüm bu sosyolojik dinamiği hesaba katmak zorundadır.

Devletin yapması gereken

Bir siyasi çözüm ancak ve ancak devletin kabul etmesi ile başlar. Bu nedenle yukarıda altını çizdiğim dinamikler ve koşullar ışığında devletin neler yapabileceğini tartışmak gerekiyor.

Öncelikle şunun altını çizmek gerekiyor: Paradoksal olarak bugünkü cemaatin tepe yönetimini ayakta tutan devletin cemaate yönelik siyasi bir yumuşamayı kabul etmemesidir. Tuhaf bir şekilde büyük ölçüde cemaatin tepe yönetimi – pek çok açıdan kendi tabanında meşruiyetini kaybetmiş olmasına rağmen– ‘Türkiye’de mağduriyet devam ediyor’ sloganı ile ayakta kalmaktadır. Türkiye’de KHK’lılara yönelik sert siyaset, Cemaatin tepe yönetiminin birincil meşruiyet kaynağıdır.

Devlet, bir şekilde cemaate yönelik siyasi bir açılım olabileceğini ifade etmek zorundadır. Bu ifade edilmediği sürece cemaatin içinde düştüğü kısır döngü kırılamaz. En eleştirel olanlar bile ‘devlet affetmez’ diyerek benimsemediği yapının içinde yahut yakınında kalmaya devam etmektedir. Devlet insanlara bir çıkış imkânı verirse, cemaatin tepe yönetiminin varlık nedeni olan döngü kırılacaktır.

Peki bu nasıl kırılır?

İlk olarak, cemaatin tepe yönetiminin adım atması talep edilebilir. Eğer bu gerçekleşmezse, devlet cemaat içinde inisiyatif alacaklara yönelik bir yaklaşım geliştireceğini ilan edebilir. Tekrar altını çizerek belirtmek isterim: Eğer, cemaat konusunda bir çözüm olacaksa bunun olmazsa olmaz şartı devletin cemaat içinde siyasi çözüm isteyenleri muhatap alacağına yönelik bir eğilim içinde olmasıdır. Devlet şunu unutmamalı: On yılı aşan bir süredir büyük baskılar içinde yaşayan bir kütle var ve bu kütle Türkiye Cumhuriyeti hakkında bir tür ‘ümitsizlik’ içinde. Devletin asla ve asla onları muhatap kabul etmeyeceğini düşünüyor. Bu nedenle devletin önce bu algıyı sarsması gerekiyor. Bir tür ‘kapan’ içinde kalmış ve elinden tek yanlı bir şey gelmeyen bu kişilere devlet onurlu ve makul bir çıkış sunmalıdır.

Devletin her zaman yapabileceği şeyler vardır. Ben bu yazıda bazı öneriler sunuyorum. Ancak devlet tek yanlı olarak başka bazı adımlar da atabilir. Cemaat tepe yönetiminin asla değişmeyeceğini varsayarsak, devlet arada sıkışmış cemaat mensuplarının kendini ayrıştırması için bazı modeller geliştirebilir. Hayatın olduğu gibi siyasetin de ilkesi aynıdır: Bir konuda tam çözüm yoksa kısmı çözümlere yönelmek gerekiyor.

Sonuç: Davalar, araçlar

Bundan iki yüz yıl önce AKP yoktu cemaat de yoktu. İki yüz sene sonra ikisi de yine olmayacak. İnsanlar farklı görüşlere sahip olabilir. Ancak herkes kendi ‘meşrebince’ bir iyilik teorisinin peşinde koşar. Dolayısı ile şartların oluşturduğu bütün yapılar, kurumlar araçtır ve değişir. Önemli olan değerlerdir. Dolayısı ile şartların değiştiğini görerek iyiliğin temel öznesi olan bireyin önünü açmak için bazı araçlardan vazgeçmek olgunluktur. Bireylerin elinin kolunun bağlandığı seçeneklerde kurumların ayakta kalmasının hiçbir faydası yoktur.

Türkiye’de AKP dahil bazı çevreler cemaate yönelik açılımı gereksiz görebilir. Ancak İşletme’nin ‘toplam kalite’ prensibini hatırlamak gerekiyor. Peygamber’in dediği gibi toplum bir bedene benzer. En küçük yahut ‘önemsiz’ görünen organdaki sancı bütün herkesi etkiler. O yüzden cemaat sorununu kanayan bir yara olmaktan çıkarmak toplumun her kesimi için hayırlıdır.

Türkiye’de elbette demokrasi ve hukuk devleti konusunda büyük sorunlar var. Ancak mükemmeli beklemek strateji olamaz. Bütün sorunlara rağmen bir katkı imkânı olursa harekete geçmek gerekiyor. Belki de Türkiye’nin yıllardır çözülemeyen sorunları böyle çözülecek. Devletin ancak şunu da görmesi gerekiyor: Cemaatin tabanı yurtseverdir. Standart Anadolu kültürünün bir ürünüdür. Devleti ele geçirmek, devlet ile kavga etmek gibi bir düşüncesi asla söz konusu değildir.

Nihayet, AKP ve cemaat, İslam’a önem veren kişilerin etkisinde yapılar. İslam’da ahlaki karakter kişinin en zor ve yakın konularında belli olur. Herkes Latin Amerika’daki birine affetmenin fazileti üzerine vaaz verir. Ama test şuradadır: Sana yapılanı affedebiliyor musun? Peygamber amcasını öldüren kişiyi affetmiştir. En kişisel olanı affedemeyenlerin kendi hayatlarına etkisi olmayanlar konusunda affetmek üzerine vaaz vermesi boş bir söylemdir.

Sonuç olarak, Türkiye Kürt sorunu bağlamında bir açılıma başlamıştır. Bu bağlam cemaat sorunu konusunda da bir fırsata dönüştürülmelidir. Burada ilk adımı atmak cemaat yönetimine, eğer bu kişiler adım atmazsa cemaat içinde belirli mesleki ve entelektüel birikme sahip olanlara düşüyor. Daha sonra ise devletin mutlaka buna bir karşılık vererek, cemaat tabanındaki bir çözümün olmayacağına yönelik ümitsizliği kırması gerekiyor.

- Advertisment -