Filistin’de yüzyıllık soykırımı durdurmak için tüm şiddetin kaynağını yani Siyonizmi kökünden söküp atın
İsyan ettiğimizde, kültürümüz gereği isyan etmiyoruz. İsyan ediyoruz çünkü birçok nedenden dolayı artık nefes alamıyoruz (Franz Fanon)
1948 Nakba’dan bu yana ve muhtemelen daha da öncesi, Filistin’de 7 Ekim 2023’ten bu yana yaşananlar kadar yüksek düzeyde şiddet görülmedi. Ancak bu şiddetin nasıl konumlandırıldığını, ele alındığını ve yargılandığını ele almamız gerekiyor.
Nitekim ana akım medya genellikle Filistin şiddetini terörizm olarak tasvir ederken, İsrail şiddetini meşru müdafaa olarak tasvir ediyor. İsrail şiddeti nadiren aşırı olarak etiketleniyor. Bu arada, uluslararası hukuk kurumları, savaş suçu olarak sınıflandırdıkları bu şiddetten her iki tarafı da eşit derecede sorumlu tutuyor.
Her iki bakış açısı da kusurlu. İlk perspektif, Filistinlilerin “ahlaksız” ve “haksız” şiddeti ile İsrail’in “kendini savunma hakkı” arasında yanlış bir ayrım yapıyor.
Her iki tarafı da suçlayan ikinci bakış açısı, muhtemelen Filistin modern tarihinin en şiddetli dönemini, mevcut durumu anlamak için yanlış yönlendirilmiş ve nihayetinde zararlı bir çerçeve sunuyor.
Ve tüm bu bakış açıları, 7 Ekim’de patlak veren şiddeti anlamak için gerekli olan hayati bağlamı gözden kaçırıyor.
Yaşananlar, şiddet yanlısı iki taraf arasındaki bir çatışma ya da sadece bir terör örgütü ile kendini savunan bir devlet arasındaki bir çatışma değil. Daha ziyade, 1929’da başlayan ve bugün de devam eden “tarihi Filistin’de” (Filistin’in 1948 sonrası üzerine İsrail’in kurulduğu kısmı Çev.) devam eden dekolonizasyonun da bir bölümünü temsil eden bir çatışma. 7 Ekim’in bu dekolonizasyon (sömürgecilikten kurtuluş) sürecinde erken bir aşamayı mı yoksa son aşamalarından birini mi işaret ettiğini ancak gelecekte bileceğiz.
Tarih boyunca, dekolonizasyon şiddetli bir süreç olmuştur ve dekolonizasyonun şiddeti sadece bir tarafla sınırlı kalmamıştır. Çok küçük, sömürgeleştirilmiş adaların sömürge imparatorlukları tarafından ‘gönüllü’ olarak tahliye edildiği birkaç istisna dışında, sömürgeciliğin ortadan kaldırılması, sömürgecilerin yüzyıllarca olmasa da on yıllarca süren baskıyı sona erdirdiği hoş bir rızaya dayalı mesele olmamıştır.
Ancak bunun Hamas’ı, İsrail’i ve dünyada onlara karşı tutulan çeşitli pozisyonları tartışmak üzere giriş noktamız olması için, Siyonizm’in sömürgeci doğasını kabul etmek ve bu nedenle Filistin direnişini sömürgecilik karşıtı bir mücadele olarak kabul etmek gerekir ki bu bakış Siyonizmin doğuşundan bu yana ABD yönetimleri ve diğer Batılı ülkeler tarafından tamamen reddedilen bir çerçevedir.
Çatışmayı sömürgeciler ve sömürgeleştirilenler arasındaki bir mücadele olarak tanımlamak, şiddetin kökenini tespit etmeye yardımcı olur ve şiddetin kökenlerini ele almadan onu durdurmanın etkili bir yolu olmadığını gösterir. Filistin’deki şiddetin kökeni, Siyonizm’in 19. yüzyılın sonlarında yerleşimci bir sömürgeci projeye dönüşmesidir.
Önceki yerleşimci sömürgeci projeler gibi, Siyonist hareketin ve daha sonra kurulan İsrail devletinin ana şiddet dürtüsü yerli nüfusu ortadan kaldırmaktı ve hala da öyle olmaya devam ediyor. Ortadan kaldırma şiddetle sağlanmadığında, çözüm her zaman fazla şiddet kullanmaktır.
Bu nedenle, yerleşimci sömürgeci projenin yerli halka yönelik şiddet politikasını sona erdirebileceği tek senaryo, projenin sona ermesi veya çökmesidir. Yerli nüfusu mutlak olarak ortadan kaldırmayı başaramaması, onu sürekli olarak aşamalı bir tasfiye veya soykırım politikası yoluyla bunu yapmaya çalışmaktan alıkoymayacaktır.
Şayet yerlilerin sömürgeleştirilmiş bir halk olarak yaşamayı tercih ettiğine inanmıyorsak sömürgecilik karşıtı şiddet kullanma dürtüsü ya da eğilimi ise varoluşsaldır.
Sömürgecilerin yerli halkı sömürgeleştirmeme ya da ortadan kaldırmama seçenekleri de vardır ancak sömürgeciler sömürgeleştirilenlerin şiddeti ya da dış güçlerin baskısı tarafından zorlanmadan bunu yapmaktan nadiren vazgeçerler.
Gerçekten de, İsrail ile Filistin örneklerinde olduğu gibi, şiddetten ve karşı şiddetten kaçınmanın en iyi yolu, yerleşimci sömürgeci projeyi dışarıdan gelen baskıyla durdurmaya zorlamaktır.
İsrail şiddetinin ahlaki ve siyasi açıdan Filistinlilerinkinden farklı değerlendirilmesi gerektiği iddiamıza inandırıcılık kazandırmak için tarihi kayıtları hatırlamalıyız. Ancak elbette bu durum, uluslararası hukukun ihlali için kınamanın yalnızca sömürgeciye yöneltilebileceği anlamına gelmez. Tarihi Filistin’deki şiddetin tarihini analiz edebilirsek 7 Ekim olaylarını ve Gazze’deki soykırımın bağlamını ve sona erdirmenin yolunu da bulabiliriz.
Modern Filistin’de şiddetin tarihi: 1882-2000
İlk Siyonist yerleşimci grubunun 1882’de Filistin’e gelişi, kendi başına ilk şiddet eylemi değildi. Yerleşimcilerin şiddeti epistemikti yani Filistinlilerin yerleşimciler tarafından şiddet yoluyla yerinden edilmesi, Filistin’e vardıklarında zaten önceden teorize edilmiş ve tasarlanmıştı edilmişti. Bu durum kötü şöhretli “insansız toprak” mitini çürütüyordu.
Siyonist hareket, hayal edilen sürgünü gerçeğe dönüştürmek için 1918’de Filistin’in İngiltere tarafından işgal edilmesini beklemek zorunda kaldı.
Birkaç yıl sonra, 1920’lerin ortalarında, İngiliz manda hükümetinin yardımıyla, Merc İbni Amir ve Vâdi Havaret bölgelerinin Siyonist hareket tarafından Beyrut’ta devamsız toprak sahiplerinden ve Yafa’da bir toprak sahibinden satın alınmasının ardından on bir köy etnik olarak temizlendi.
Bu daha önce Filistin’de hiç yaşanmamıştı. Toprak sahipleri, kim olurlarsa olsunlar, Osmanlı hukuku toprak işlemlerine izin verdiği için yüzyıllardır orada olan köyleri tahliye etmediler.
Bu, Filistinlileri mülksüzleştirme girişiminde sistemik şiddetin kökeni ve ilk eylemiydi.
Şiddetin bir başka biçimi de Filistinlileri işgücü piyasasından sürmeyi amaçlayan “İbrani İşçi Partisi” stratejisiydi. Bu strateji ve etnik temizlik, Filistin kırsalını yoksullaştırdı ve iş ya da düzgün barınma sağlayamayan kasabalara zorunlu göçe yol açtı.
Ancak 1929’da, bu şiddet eylemlerine Harem-i Şerif’in yerine üçüncü bir mabet inşa etme söylemi eklendiğinde, Filistinliler ilk kez yerleşimcilere şiddetle karşılık verdiler.
Bu koordineli bir tepki değil, Filistin’in Siyonist sömürgeleştirilmesinin acı meyvelerine karşı kendiliğinden ve umutsuz bir tepkiydi.
Yedi yıl sonra, İngiltere daha fazla yerleşimcinin gelmesine izin verdiğinde ve kendi ordusuyla doğmakta olan bir Siyonist devletin kurulmasını desteklediğinde, Filistinliler daha organize bir kampanya başlattılar.
Bu, Arap İsyanı olarak bilinen üç yıl süren (1936-1939) ilk ayaklanmaydı. Bu dönemde, Filistinli seçkinler nihayet Siyonizmi Filistin ve halkı için varoluşsal bir tehdit olarak kabul ettiler.
İsyanı bastırmak için İngiliz ordusuyla işbirliği yapan en büyük Siyonist paramiliter grup, “Savunma” anlamına gelen Haganah olarak biliniyordu ve bu nedenle Filistinlilere yönelik herhangi bir saldırganlık eylemini meşru müdafaa olarak tasvir eden İsrail anlatısı – İsrail ordusunun adına yansıyan bir kavrama dönüştü: İsrail Savunma Kuvvetleri
İngiliz mandası döneminden günümüze kadar bu askerî güç, toprak ele geçirmek için kullanılmıştır. Sömürgecilik karşıtı hareketin saldırılarına karşı bir ‘savunma’ gücü olarak konuşlandırıldı ve bu nedenle 19. ve 20. yüzyıllardaki diğer sömürgecilerden farklı değildi.
Aradaki fark, sömürgeciliğin sona erdiği modern tarihin çoğu örneğinde, sömürgecilerin eylemlerinin artık geriye dönük olarak meşru müdafaadan ziyade saldırganlık eylemleri olarak görülmesidir.
Siyonistlerin büyük başarısı, saldırganlıklarını “meşru müdafaa” ve Filistin silahlı mücadelesini “terörizm” olarak metalaştırmak olmuştur. İngiliz hükümeti, en azından 1948’e kadar, her iki şiddet eylemini de terörizm olarak kabul etti, ancak 1948’de Filistinlilere yönelik etnik temizliğin ilk aşamasını izlediğinde Filistinlilere karşı en kötü şiddetin gerçekleşmesine izin verdi.
Aralık 1947 ile Mayıs 1948 arasında, Britanya hala kanun ve düzenden sorumluyken, Siyonist güçler Filistin’in ana şehirlerini ve çevresindeki köyleri ele geçirdi, yani yok etti. Bu terörden daha fazlasıydı; Bu bir insanlık suçuydu.
Mayıs ve Aralık 1948 arasında, Filistin’in yüzyıllardır tanık olduğu en şiddetli yollarla etnik temizliğin ikinci aşamasını tamamladıktan sonra, Filistin nüfusunun yarısı zorla sürüldü, köylerinin yarısı ve kasabalarının çoğu yok edildi.
İsrailli tarihçiler daha sonra “Arapların” Yahudileri denize dökmek istediklerini iddia edeceklerdi. Kelimenin tam anlamıyla denize dökülen ve boğulan insanlar, Yafa ve Hayfa’daki Siyonist güçler tarafından sınır dışı edilenlerdi.
İsrail şiddeti 1948’den sonra da devam etti ancak Filistinliler tarafından bir kurtuluş hareketi inşa etme girişiminde bulundu.
Karşı şiddet, mültecilerin tarlalarda hayvancılıklarından ve ekinlerinden geriye kalanları geri almaya çalışmasıyla başladı. Daha sonra Fedailerin askeri tesislere ve sivil yerlere saldırması eşlik etti. Ancak 1968’de El Fetih Hareketi’nin Arap Birliği’nin FKÖ’sünü ele geçirmesiyle önemli bir girişim haline geldi.
1967’den önceki model tanıdıktır –mülksüzleştirilenler mücadelelerinde şiddete başvurdular, ancak İsrail ordusu ezici, ayrım gözetmeyen bir şiddetle misilleme yaptı. Bu şiddetin en bariz örneği Ekim 1953’te Ariel Şaron’un 101. biriminin 69 Filistinli köylüyü öldürdüğü ve birçoğunun kendi evlerinde havaya uçurulduğu Qibya köyü katliamı oldu.
Hiçbir Filistinli grup İsrail şiddetinden kurtulamadı. İsrail vatandaşı olanlar, 1966’ya kadar baskının en şiddetli biçimine, askeri yönetime maruz kaldılar. Bu sistem, istismar, ev yıkımları, keyfi tutuklamalar, sürgün ve cinayetler dahil olmak üzere tebaasına karşı rutin olarak şiddet kullandı. Bu vahşetler arasında Ekim 1956’da İsrail sınır polisinin 49 Filistinli köylüyü öldürdüğü Kafr Kasım katliamı da vardı.
Aynı şiddet sistemi, Haziran 1967 Savaşı’ndan sonra işgal altındaki Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne de aktarıldı. 19 yıl boyunca, işgalin şiddeti, Aralık 1987’de çoğunlukla şiddet içermeyen Birinci İntifada’ya kadar işgal altındakiler tarafından tolere edildi. İsrail, 300’ü çocuk olmak üzere 1.200 Filistinlinin ölümüne, 120 bininin yaralanmasına ve 1.800 evin yıkılmasına neden olan vahşet ve şiddetle karşılık verdi. Bu çatışmalarda 180 İsrailli öldürüldü.
Buradaki model devam etti – kendi liderlerinden, bölgenin ve dünyanın kayıtsızlığından hayal kırıklığına uğramış, işgal altında yaşayan halk, şiddet içermeyen bir isyanla ayaklandı, ancak sömürgeci ve işgalcinin tam ve acımasız gücüyle karşılaştı.
Bu sğreçte ortaya başka bir model de ortaya çıktı. İntifada, Hamas’ın 7 Ekim saldırısında olduğu gibi Filistin’e olan ilginin yeniden canlanmasını tetikledi ve işgali sona erdirme umutlarını artıran bir “barış süreci” olan Oslo Anlaşmaları‘nı doğurdu. Ancak Oslo süreci bırakınız işgali sonlandırmayı aksine işgalciye işgalini sürdürmesi için dokunulmazlık sağladı.
Hayal kırıklığı, kaçınılmaz olarak, Ekim 2000’de daha şiddetli bir ayaklanmaya yol açtı. Aynı zamanda, halkın desteğini işgali sona erdirmenin diplomatik yoluna hala inanan liderlerden, işgale karşı silahlı mücadeleyi sürdürmeye istekli olanlara, yani siyasal İslamcı gruplara kaydırdı.
21. yüzyıl Filistin’inde şiddet
Hamas ve İslami Cihad, işgale karşı savaşmaya devam etme tercihleri nedeniyle büyük destek görüyorlar; Ama bu halk desteği teokratik bir halifelik vizyonu ya da kamusal alanı daha dini hale getirme istekleri nedeniyle verilmiyor.
Peki o zaman neden veriliyor?
Çünkü korkunç sarkaç devam etti. İkinci İntifada, İsrail’in daha acımasız bir tepkisiyle karşılandı.
İsrail ilk kez F-16 bombardıman uçakları ve Apache helikopterlerinin yanı sıra 2002 Cenin katliamına yol açan tank ve topçu taburları ile sivil halka karşı kullandı.
Vahşet, 2000 yazında İsrail ordusunun Güney Lübnan’dan Hizbullah’ın zoruyla geri çekilmesini telafi etmek için yukarıdan yönlendirildi – Ekim 2000’de İkinci İntifada patlak verdi.
2000 yılından itibaren işgal altındaki halka yönelik doğrudan şiddet, Batı Şeria ve Büyük Kudüs bölgesinin yoğun bir şekilde sömürgeleştirilmesi ve Yahudileştirilmesini de içeriyordu. Bu kampanya, Filistin topraklarının kamulaştırılmasına, Filistin bölgelerinin apartheid duvarlarıyla çevrelenmesine ve yerleşimcilere işgal altındaki topraklarda ve Doğu Kudüs’te Filistinlilere yönelik saldırılar gerçekleştirmeleri için ücretsiz izin verilmesine dönüştürüldü.
2005 yılında Filistin sivil toplumu, Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar Hareketi (BDS) aracılığıyla dünyaya farklı bir mücadele sunmaya çalıştı – uluslararası topluma İsrail sömürgeci şiddetine son verme çağrısına dayanan ve şimdiye kadar hükümetler tarafından dikkate alınmayan, şiddet içermeyen bir mücadeleydi bu.
Bunun yerine, İsrail’in sahadaki vahşeti arttı ve özellikle Gazze direnişi, İsrail’i 2005’te yerleşimcilerini ve askerlerini oradan tahliye etmeye zorlayan noktaya kadar dirençli bir şekilde savaştı.
Ancak geri çekilme Gazze Şeridi’ni özgürleştirmedi, sömürgeleştirilmiş bir alan olmaktan çıkıp İsrail tarafından yeni bir şiddet biçiminin tanıtıldığı bir ölüm tarlasına dönüştü.
Sömürgeci güç, Filistinlilerin, özellikle de Gazze Şeridi’nde, 21. yüzyılda sömürgeleştirilmiş bir halk olarak yaşamayı reddetmesine karşın etnik temizlikten soykırım aşamasına geçti.
2006’dan bu yana Hamas ve İslami Cihad, İsrail’in Gazze Şeridi halkına karşı devam eden soykırım olarak gördükleri duruma tepki olarak şiddet kullandı. Bu şiddet aynı zamanda İsrail’deki sivil nüfusa da yönelikti.
Batılı politikacılar ve gazeteciler, bu politikaların Gazze nüfusu üzerindeki dolaylı ve uzun vadeli yıkıcı etkilerini, sağlık altyapısının tahrip edilmesi ve Gazze gettosunda yaşayan 2,2 milyon insanın yaşadığı travma da dahil olmak üzere yaşanan gerçekliği genellikle gözden kaçırdılar.
İsrail, 1948’de olduğu gibi, tüm eylemlerinin Filistin şiddetine yanıt olarak “savunma” ve “misilleme” olduğunu iddia ediyor. Bununla birlikte, özünde, İsrail’in 2006’dan bu yana eylemleri misilleme olmadı.
İsrail, Filistinlilerin yarısını tarihi Filistin’de ve milyonlarca kişiyi Filistin sınırlarında bırakan tamamlanmamış 1948 etnik temizliğini sürdürme arzusuyla şiddetli operasyonlar başlattı. Eliminasyon politikaları, ne kadar acımasız olurlarsa olsunlar, bu açıdan başarılı olamadılar; Filistin direnişinin umutsuz nöbetleri, tasfiye projesini tamamlamak için bir bahane olarak kullanıldı.
Ve döngü devam ediyor. İsrail Kasım 2022’de aşırı sağcı bir hükümet seçtiğinde İsrail şiddeti sadece Gazze’yle sınırlı kalmadı. Tarihi Filistin’in her yerinde ortaya çıktı. Batı Şeria’da, askerlerin ve yerleşimcilerin artan şiddeti, özellikle Güney Hebron dağlarında ve Ürdün Vadisi’nde artan etnik temizliğe yol açtı. Bu, gençlerinki de dahil olmak üzere cinayetlerde artışa ve yargılanmadan tutuklamalarda artışa neden oldu.
Kasım 2022’den bu yana, İsrail’de yaşayan Filistinli azınlığın başına farklı bir şiddet biçimi musallat oldu. Bu topluluk, birbiriyle çatışan ve her gün bir veya iki topluluk üyesinin öldürülmesiyle sonuçlanan suç çetelerinin günlük terörüyle karşı karşıyadır. Polis genellikle bu sorunları görmezden gelir. Bu çetelerden bazıları, Oslo anlaşmasının ardından Filistin bölgelerine yerleştirilen ve İsrail gizli servisiyle bağlantılarını sürdüren eski işgal işbirlikçilerini içeriyor.
Buna ek olarak, yeni hükümet Mescid-i Aksa Külliyesi çevresindeki gerilimi daha da artırdı ve Harem-i Şerif’e politikacılar, polis ve yerleşimciler tarafından daha sık ve agresif saldırılara izin verdi.
Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısının ardında net bir strateji olup olmadığını ya da plana uygun gidip gitmediğini bilmek henüz çok zor. Bununla birlikte, İsrail ablukası altında geçen 17 yıl ve Kasım 2022’deki özellikle şiddetli İsrail hükümeti, kurtuluş için daha sert ve cüretkar bir sömürgecilik karşıtı mücadele biçimini deneme kararlılıklarını artırdı.
7 Ekim hakkında ne düşünürsek düşünelim -ki henüz tam bir resme sahip değiliz- bu eylem bir kurtuluş mücadelesinin parçasıdır. Hamas’ın eylemleriyle ilgili hem ahlaki soruları hem de stratejik soruları gündeme getirebiliriz; Tarih boyunca kurtuluş mücadeleleri, bu tür soruların ve hatta eleştirilerin gündeme getirilebileceği eylemler içermişlerdir. Ancak, 120 yıllık sömürgeciliğin ardından Filistin halkı, şiddet içermeyen yöntemlerin yanı sıra silahlı mücadeleyi benimsemeye zorlayan asıl şiddetin kaynağını da unutamayız.
19 Temmuz 2024’te Uluslararası Adalet Divanı, Batı Şeria’nın statüsüne ilişkin önemli bir karar yayınladı ve bu karar büyük ölçüde gözden kaçtı. Mahkeme, Gazze Şeridi’nin Batı Şeria’ya organik olarak bağlı olduğunu ve bu nedenle uluslararası hukuka göre İsrail’in Gazze’deki işgalci güç olmaya devam ettiğini onayladı. Bu, Gazze halkının İsrail’e karşı eylemlerinin işgale direnme haklarının bir parçası olarak kabul edildiği anlamına geliyor.
Bir kez daha, misilleme ve intikam kisvesi altında, 7 Ekim’den sonra İsrail şiddeti, daha önceki şiddet döngülerinin izlerini taşıyor.
Bu, soykırımı İsrail’in “demografik” sorununu ele almak için bir araç olarak kullanmayı da içeriyor. Esasen, Filistinli sakinleri olmadan tarihi Filistin topraklarının nasıl kontrol edileceği sorusu cevap bekliyor. 1967’ye gelindiğinde, İsrail tüm tarihi Filistin’i ele geçirmişti, ancak demografik gerçeklik tamamen mülksüzleştirme hedefini engelledi.
İronik bir şekilde, İsrail 1948’de Gazze Şeridi’ni yüz binlerce mülteci için bir kamp olarak kurdu ve Nakba sırasında ordusu tarafından sürülen önemli sayıda Filistinliyi sınır dışı etmek için tarihi Filistin’in %2’sini kabul etmeye “istekli” oldu.
Bu özel mülteci kampı, İsrail’in “Filistinli” kavramını yok edip “İsrailli Araplara” dönüştürme planlarına, halkının direnci ve direnişi nedeniyle diğer tüm bölgelerden daha fazla meydan okuduğunu kanıtladı.
İsrail’in Gazze’deki soykırımını durdurmaya yönelik her türlü girişim iki şekilde yapılmalıdır. Birincisi, ateşkes ve ideal olarak İsrail’e yönelik uluslararası yaptırımlar yoluyla şiddeti durdurmak için derhal harekete geçilmesi gerekiyor.
İkincisi, soykırımın Batı Şeria’yı hedef alabilecek bir sonraki aşamasının önlenmesi hayati önem taşıyor. Bu, küresel dayanışma hareketinin hükümetlere ve politika yapıcılara İsrail’i soykırım politikalarını sona erdirmeye zorlamaları için baskı yapma kampanyasının sürdürülmesini ve yoğunlaştırılmasını gerektiriyor.
19. yüzyılın sonlarından ve Siyonizm’in Filistin’e gelişinden bu yana, Filistinlilerin şiddet dürtüsü ya da intikamıyla ilgili değildi. Filistin halkının doğal tepkisi normal ve doğal yaşama dönüş hedefidir ki bu hak, Filistinlilerin yüzyıldan fazla bir süredir, sadece Siyonizm ve İsrail tarafından değil, aynı zamanda Filistin’in mülksüzleştirilmesi projesine izin veren ve bu projeye bağışıklık kazandıran güçlü ittifak tarafından da reddediliyor.
Bu ifadelerim, Filistin toplumunu romantikleştirmek ya da idealize etmek gibi bir niyetten kaynaklanmıyor. Filistinliler, gelenek ve modernitenin genellikle karmaşık bir ilişki içinde bir arada var olduğu bir halk. Filistinliler kolektif kimliklerin, özellikle de dış güçler bu farklılıkları sömürmeye çalıştığında bölünmeler yaşayan bölgedeki tipik bir toplum ve öyle olmaya devam edecek.
Bununla birlikte, Siyonizm öncesi Filistin, Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin barış içinde bir arada yaşadığı ve çoğu insanın nadiren şiddete maruz kaldığı bir yerdi – muhtemelen Küresel Kuzey’in birçok bölgesinden daha az sıklıkta şiddet olaylarına şahit olurdu.
Yaşamın kalıcı ve kitlesel bir yönü olarak şiddet, ancak kaynağı ortadan kaldırıldığında ortadan kaldırılabilir. Filistin söz konusu olduğunda, bu, sömürgeleştirilmiş Filistin halkının varoluşsal mücadelesi değil, İsrail yerleşimci devletinin ideolojisi ve pratiğidir.
Ilan Pappe, İsrailli bir tarihçi ve sosyalist aktivisttir. Birleşik Krallık’taki Exeter Üniversitesi Sosyal Bilimler ve Uluslararası Çalışmalar Koleji’nde Tarih Profesörü , üniversitenin Avrupa Filistin Araştırmaları Merkezi’nin Direktörü ve Exeter Etno-Politik Araştırmalar Merkezi’nin eş direktörüdür.
Aynı zamanda çok satan Filistin’in Etnik Temizliği (Oneworld), Modern Filistin’in Tarihi (Cambridge), Modern Orta Doğu (Routledge), İsrail/Filistin Sorunu (Routledge), Unutulmuş Filistinliler: İsrail’deki Filistinlilerin Tarihi (Yale), İsrail Fikri: Güç ve Bilginin Tarihi (Verso) ve Noam Chomsky ile birlikte, Krizdeki Gazze: İsrail’in Filistinlilere Karşı Savaşı Üzerine Düşünceler (Penguen). Diğerlerinin yanı sıra Guardian ve London Review of Books için yazıyor.
Çeviren: Bülent Şahin Erdeğer