Dünyanın en çok tanınan yazarlarından Dan Brown’ın yeni romanı “Sırların Sırrı” 9 Eylül’de okuyucularla buluşacak. Altın Kitaplar’dan dünyayla aynı anda Türkiye’de de yayımlanacak olan kitaba dair kısa bir “tadımlık bölüm” yayımlandı.
Yazarın “Bugüne kadar yazdığım en karmaşık kurgulanmış ve iddialı roman” olarak nitelendirdiği Sırların Sırrı‘nda okuyucuların karşısına bir kez daha Saygın Simgebilim Profesörü Robert Langdon çıkıyor. Özgün adı “Secret of Secrets” olan, “Sırların Sırrı” olarak Türkçeleştirilen kitap, Robert Langdon serisinin “Başlangıç”tan sonraki 6’ıncı kitabı. Langdon bu kez ilişki yaşamaya başladığı Noetik Bilimci Katherine Solomon‘ın bir konferansına katılmak üzere Prag’a gidiyor.
Netflix dizi yapıyor
Netflix’in, kitap henüz yayımlanmadan dizi projesi hazırlığına başladığı da aktarılan bilgiler arasında. Projede Dan Brown’ın bizzat yer alacağı; yürütücü yapımcı koltuğunda ise “Lost”, “Bates Motel” ve “Jack Ryan” gibi dizilerden tanınan Carlton Cuse’un yer alacağı belirtildi. Dizinin geliştirme sürecinin ilk aşamalarında olduğu ve henüz oyuncu kadrosu, çekim tarihleri ya da yayın aralığı netleşmediği de gelen bilgiler arasında. Ancak projenin 2026 yılı içinde çekimlerine başlayacağı duyuruldu.
Prag’dan Londra ve New York’a…
‘Sırların Sırrı’nın tanıtım bölümü ise şöyle:
“Saygın Simge Bilim Profesörü Robert Langdon, ilişki yaşamaya başladığı önde gelen Noetik Bilimci Katherine Solomon’ın çığır açan bir konferansına katılmak üzere Prag’a gider. Katherine, insan bilincinin doğasına dair şaşırtıcı keşifler içeren ve yüzyıllardır süregelen inançları altüst etme potansiyeli taşıyan çok önemli bir kitap yayınlamak üzeredir. Ancak acımasız bir cinayet, yolculuğu kaosa sürükler ve Katherine kitabıyla birlikte aniden ortadan kaybolur. Langdon kendini güçlü bir örgütün hedefinde bulur. Prag’ın en eski mitolojilerinden fırlamış tüyler ürpertici bir saldırgan olayların tam merkezinde yer almaktadır. Olay örgüsü Londra ve New York’a doğru genişlerken, Langdon çaresizce Katherine’i ve cevapları aramaktadır. Fütüristik bilim ve mistik bilginin ikili dünyasında geçen heyecan verici bir yarışta, insan bilinci hakkında düşünme şeklimizi sonsuza dek değiştirecek gizli bir proje hakkında şok edici bir gerçeği ortaya çıkarır.”
“Tadımlık bölüm”
Robert Langdon buz gibi soğuk havada Křižovnická Caddesi’nden güneye doğru koşarken uzun adımları, kaldırımdaki kusursuz ince kar tabakasının üzerinde izler bırakıyordu.
Prag onu her zaman büyülerdi. Şehir sanki zamanda donmuş gibiydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında diğer Avrupa şehirlerinden daha az hasar almış olan bu tarihi Bohemya başkenti, hâlâ orijinal mimarisiyle –Romanesk, Yeni Sanat ve Neoklasik tasarımların eşsiz ve bozulmamış örnekleriyle– hâlâ göz kamaştırıcı bir siluete sahipti.
Şehrin lakabı olan Stověžatá tam anlamıyla “yüz kuleli” anlamına gelmesine rağmen Prag’daki kulelerin gerçek sayısı yedi yüze yakındı. Yazın, şehir kuleleri bazen yeşil projektör ışıklarıyla aydınlatılıyordu. Bu büyüleyici görüntünün Hollywood’un Oz Büyücüsü filmindeki Zümrüt Kent’e –Prag gibi, sihirli olasılıkların mümkün olduğuna inanılan gizemli bir yer– ilham kaynağı olduğu söyleniyordu.
Langdon, Platnéřská Caddesi’nde koşarken bir tarih kitabının sayfaları arasında gezindiğini hissetti. Prag’ın Astronomi Kulesi’nin devasa cephesi solunda yükseliyordu. İki hektarlık kompleks, Tycho Brahe ve Johannes Kepler gibi gökbilimcilerin kullandığı gözetleme kulesiyle yirmi binden fazla eski teoloji kitabının bulunduğu muhteşem Barok kütüphaneyi barındırıyordu. Bu kütüphane, Langdon’ın Prag’da ve belki de tüm Avrupa’da en sevdiği yerdi. Katherine ile birlikte bir önceki gün orada sergiyi gezmişlerdi.
Assisili Aziz Francis Kilisesi’nden sağa dönerken tam karşısında, Prag’ın nadir gazlı sokak lambalarının amber ışığıyla aydınlanmış, şehrin en ünlü simgelerinden birinin doğu girişini gördü. Bohemya kumtaşından yapılmış dünyanın en romantik köprüsü olarak bilinen Karl Köprüsü’nün her iki tarafında Hıristiyan azizlere ait otuz heykel yer alıyordu. Sakin Vltava Nehri’nin üzerinde yarım kilometre boyunca uzanan ve her iki ucundaki dev nöbetçi kuleleri tarafından korunan köprü, bir zamanlar Doğu ile Batı Avrupa arasında önemli bir ticaret yoluydu.
Langdon doğu kulesindeki kemerli girişten koşarak geçerken önünde uzanan ayak değmemiş kardan battaniyeyi gördü. Köprü sadece yayalar içindi ve bu saatte üzerinde tek bir ayak izi bile yoktu.
Langdon, Karl Köprüsü’nde yalnızım, diye düşündü. Hayati bir an. Bir seferinde, Louvre Müzesi’nde de Mona Lisa ile yalnız kalmıştı ama o zamanki şartlar şu ankinden çok daha tatsızdı.
Langdon ritmini tutturunca adım mesafesi uzadı, nehrin diğer tarafına ulaştığında artık hiç zorlanmadan koşmaya başlamıştı. Sağında, siyah gökyüzünde şehrin en sevilen mücevheri pırıl pırıl parlıyordu.
Prag Kalesi.
Batı kapısından doğu ucuna kadar yarım kilometreden fazla uzanan ve yaklaşık beş milyon metrekarelik bir alanı kaplayan dünyanın en büyük kale kompleksiydi. Dış duvarları; altı bahçe, dört saray ve popüler Noel ilahisinde anılan Aziz Wenceslas’ın tacı ile Bohemya Kraliyet Mücevherleri’ni koruyan muhteşem Aziz Vitus Katedrali dahil dört Hıristiyan kilisesini kuşatıyordu.
Langdon, Karl Köprüsü’nün batı kulesinin altından geçerken önceki gece Prag Kalesi’nde gerçekleşen etkinliği hatırlayarak kendi kendine güldü.
Katherine çok ısrarcı olabiliyor.
İki hafta önce onu Prag’a gelmeye ikna etmek için aradığında, “Konferansıma gel Robert!” demişti. “Bunu bir kış tatili gibi düşün, harika geçecek. Seyahat sana hediyem olacak.”
Langdon, cazip bir teklif, diye düşünmüştü. İkisinin arasında her zaman karşılıklı saygıya dayalı platonik bir ilişki olmuştu ve Langdon bu kez tedbiri elden bırakıp bu spontan teklifi kabul etmeye meyilliydi.
“Kulağa çok cazip geliyor Katherine. Prag büyülü bir yer ama gerçekten…“
Kadın, “Açık konuşayım,” diye araya girmişti. “Yanımda birini götürmem gerekiyor, tamam mı? Kendi konferansım için bana eşlik edecek birine ihtiyacım var.”
Langdon kahkaha atmıştı. “Bu yüzden mi aradın? Dünyaca ünlü bir bilim insanının… eskorta mı ihtiyacı var?”
“Koluma takacak biri lazım diyelim Robert. Resmi kıyafet gerektiren bir akşam yemeği olacak ve meşhur bir salonda konuşma yapacağım. Vlad… bir şey.”
“Vladislav Salonu mu?Prag Kalesi’ndeki?”
“Evet, orası.”
Langdon etkilenmişti. Üç ayda bir gerçekleştirilen Karl Üniversitesi Konferans Serisi, Avrupa’nın en saygın konferanslarından biriydi ve anlaşılan tahmin ettiğinden daha resmi bir etkinlikti.
“Bu kadar resmi bir yemeğe bir semboloji uzmanıyla katılmak istediğinden emin misin?”
“Clooney’e sordum ama smokini kuru temizlemecideymiş.”
Langdon, “Tüm noetik bilimciler bu kadar ısrarcı mı?” diye sormuştu.
“Sadece iyi olanlar. Ve cevabını evet olarak kabul ediyorum.”
Karl Köprüsü’nün diğer ucuna ulaşan Langdon, iki haftada ne çok şey değişti, diye düşündü. Prag gerçekten de büyülü bir şehir ve kadim güçlerin katalizörü şöhretini hak ediyordu. Burada bir şey oldu.
Langdon bu gizemli yerde Katherine ile geçirdiği ilk günü; arnavutkaldırımlı sokaklarda kendilerini kaybedişlerini, yağmurda el ele koşturup nefes nefese Eski Şehir Meydanı’ndaki Kinský Sarayı’nın kemerli girişinin altına sığınışlarını ve orada, Saat Kulesi’nin gölgesinde, onlarca yıllık arkadaşlıktan sonra şaşılacak derecede normal gelen ilk öpüşmelerini asla unutmayacaktı.
Prag’ın, bu mükemmel zamanlamanın ya da görünmez bir elin beklenmedik şekilde aralarında ateşlediği simya, her geçen gün daha da güçleniyordu.
* * *
Golěm karda güçlükle ilerlerken uzun siyah pelerininin eteği Kaprova Caddesi’ndeki çamurlu birikintileri süpürüyordu. Pelerininin altında kalan platformlu botları o denli ağırdı ki, bacaklarını zor bela hareket ettirebiliyordu. Yüzünü ve başının derisini kaplayan kalın kil tabakası soğuk havada iyice gerilmişti.
Eve gitmeliyim. Eter birikiyor.
Eterin kendisini ele geçirmesinden korkan Golěm elini cebine soktu ve yanından hiç ayırmadığı küçük, metal bir çubuk çıkardı. Nesneyi başına götürdü ve kafasının tepesine sıkıca bastırarak kurumuş kil tabakasının üstünde küçük daireler çizdi.
Kısık bir sesle büyü yapar gibi, “Henüz erken,” derken gözlerini kapattı.
Eter en azından o an için dağılmıştı, bu yüzden çubuğu yeniden cebine sokup ilerledi.
Birkaç bina sonra bırakabilirim.
Bu karanlık sabahta Staromák adıyla bilinen Prag’ın Eski Şehir Meydanı, ellerinde sımsıkı tuttukları hamur işi tatlılarıyla ortaçağdan kalma saate bakan birkaç turist dışında boştu.
Golěm, on beşinci yüzyıldan beri amaçsızca dönüp durmasına rağmen hâlâ görüntüsüyle koyunları kendine baktırıyor, diye düşündü.
Golěm bir çiftin yanından geçerken çift dönüp ona baktı ve geriye doğru çekilerek hayretle soluğunu tuttu. Yabancıların bu türden tepkilerine alışkındı. Her ne kadar gerçekte ne olduğunu göremeseler de bu tutum ona fiziksel bir biçimi olduğunu hatırlatıyordu.
Ben Golěm’im. Ben sizin dünyanızdan değilim.
Golěm bazen sanki uçup gidecekmiş gibi dünyadan kopuk hisseder, ölümlü bedenini ağır cübbelerin altına saklamayı severdi. Pelerinin ve platform tabanlı botların ağırlığı yerçekimini arttırır, onu dünyaya bağlardı. Kil kaplı başı ve kapüşonlu pelerini, geceleri kostüm giyilmesine alışık olan Prag’da bile onu korkunç bir ucubeye çeviriyordu.
Ama Golěm’in görüntüsünü asıl unutulmaz kılan, alnına kazınmış üç eski harfti. Bir spatula yardımıyla kilin üstüne kazınmıştı.
Sağdan sola doğru üç İbranice harf –alef, mem, tav– EMET diye okunuyordu.
Gerçek.
Gerçek, Golěm’i Prag’a getiren şeydi. Ve Doktor Gessner akşamın erken saatlerinde ona gerçeği açıklamıştı. Prag’ın yeraltı derinliklerinde ortaklarıyla birlikte gerçekleştirdiği acımasızlıkları ayrıntılarıyla itiraf etmişti. İşledikleri suçlar tiksindirici olmasına rağmen, gelecek için planladıklarıyla karşılaştırıldığında hafif kalırdı.
İçinden, hepsini yok edeceğim, dedi. Paramparça edeceğim.
Golěm onların yarattığı kötülüğü gözünde canlandırdı… sonra yok olduğunu… cayır cayır yanan bir çukura dönüştüğünü. Daha başından yıldırıcı bir görev olsa da başarabileceğine inanıyordu. Doktor Gessner bilmesi gereken her şeyi anlatmıştı.
“Hızlı davranmalıyım. Şans kapısı kapanıyor.” Kendi kendine bunları mırıldanırken plan zihninde şekillenmeye başlamıştı.
Meydandan uzaklaşan Golěm şimdi güneydoğuya dönmüş, yaşadığı daireye giden dar sokağa doğru ilerliyordu. Canlı gece hayatı ve seçkin publarıyla bilinen Eski Şehir’deki bu mahalle, ara sokaklardan oluşan bir labirent gibiydi. Týnská Literary Café’ye yazarlar ve entelektüeller, Anonymous Bar’a bilgisayar korsanları ve entrika peşinde koşanlar, Hemingway Bar’a kalburüstü tabaka ve kokteyl tadımcıları giderdi. Elbette Seks Makineleri Müzesi gece geç saatlere kadar açıktı ve kapanana kadar ziyaretçileri olurdu.
Golěm ara sokaklarda sağa sola saparak yürürken ne Doktor Brigita Gessner’a az önce yaşattığı dehşeti ne de ağzından zorla aldığı şaşırtıcı bilgiyi düşünüyordu. Aklında sadece o kadın vardı.
Her zaman onu düşünüyordu. Ben onun koruyucusuyum. O ve ben sonsuza dek birbirine dolanmış, iç içe geçmiş iki parçayız.
Bu dünyadaki yegâne amacı onu korumaktı ama kadın onun varlığından bile haberdar değildi. Buna rağmen ona hizmet ettiği her an kendisi için bir onurdu. Başka birinin sıkıntılarını yüklenmek en asil görevlerden biriydi; hele ki bunu ismi bilinmeden yapmak, tanınmadan yapmak… işte bu, tam bir umarsız sevgi göstergesiydi.
Koruyucu meleklerin pek çok biçimi olur.
O kadın, farkında olmadan karanlık bir bilim dünyasına iplerini kaptırmış güvenilir biriydi. Etrafında dönen köpekbalıklarını görememişti. Golěm bu gece o köpekbalıklarından birini öldürmüştü ama artık kan suya karışmıştı. Büyük güçler, yaradılışlarının gizini korumak için yakında derinlerden yüzeye çıkarak olanları öğrenecekti.
Çok geç kalacaksın, diye düşündü. Yeraltında kurdukları dehşet evi yakında kendi günahlarının ağırlığı altında kalacak ve kendi marifetinin kurbanı olacaktı.
Karlı sokaklarda ilerlerken eterin geri geldiğini ve yoğunlaşmaya başladığını hissetti. Metal çubuğu yeniden başında gezdirdi.
Birazdan, diyerek kendi kendine söz verdi.