Parodi, bir olay ya da olgudaki bazı nitelikleri vurgulamak için o niteliklerin abartılı versiyonlarının işlenmesi temeline dayanan bir mizah dalı…
Mademki konumuz darbe, örneği de oradan verelim: Levent Kırca’nın ‘darbe’ parodisi…
Darbe lideri general, yardımcılarıyla konuşuyor: “Eskiden bir televizyon vardı, albaylardan biri gidip el koyardı, iş biterdi. Şimdi öyle değil, bir sürü televizyon var. El koymakla bitmiyor. (Sinirlenir ve sesini yükseltir) Koy koy bitmiyor, koy koy bitmiyor. Bütün televizyonlara el koymak için subaylar yetmiyor, onbaşılar bile el koyacak. (…) Harekât sabah saat 5’te başlıyor.”
Abartı tabii, fakat işte, abartınca mizah oluyor.
Fakat bazen gerçek süreçlerin kendileri parodi tadına bürünür ve böyle bir ‘gerçek-mizah’ın eline hiçbir parodi su dökemez.
Meselâ Türkiye’de yargı bu haldeyken ülkeyi yönetenlerin Türkiye’de yargının bağımsız ve tarafsız olduğunu söylemeleri mizah değil midir ve bu mizahın eline hangi parodi su dökebilir?
Meselâ dün (6 Ocak) ABD’de yaşananlar üzerine Türkiye’den ABD’ye gönderilen demokrasi öğütleri mizah değil midir ve bu mizahın eline hangi parodi su dökebilir?
‘Darbeci’ avı ve avcıları da mizah değil mi?
Bugünlerde idrak etmekte olduğumuz ‘darbeci’ avı ve avcıları da parodi tadında gerçek bir mizah süreci olarak karşımızda…
İçinde darbe kışkırtıcılığı keşfedilen ve bu nedenle üzerlerine harekât düzenlenen konuşmalara, paragraflara, cümlelere bakıp da darbeci avına çıkanların haline gülmemek hakikaten mümkün değil. Mizahın dozu, harekâta katılanların sayısı arttıkça ve onların insanı neredeyse ikna edecek ciddiyetini izledikçe daha da koyulaşıyor.
Bunların içinde ben en çok eski genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 27 Mayıs darbesine dair sözlerinden darbe kışkırtıcılığı peydahlanmasına güldüm. Çünkü bırakın darbe kışkırtıcılığını, Başbuğ, darbelerin kötü ve yararsız olduğunu açıkça ifade ediyordu Cumhuriyet’e verdiği söyleşide. İşte söylediklerinin tamamı:
“23 Mayıs 1960 günü DP Genel İdare Kurulu toplantısında Sıtkı Yırcalı, ‘Derhal seçimleri yapacağımızı açıklayalım’ deyince, Adnan Menderes’in cevabı ‘derhal’ olmuştu. Eğer Menderes, 25 Mayıs 1960 günü Eskişehir’de erken seçim tarihini açıklasaydı, 27 Mayıs askeri darbesi büyük bir olasılıkla önlenebilirdi. Çünkü erken seçim kararı almış bir hükümete karşı bir askeri darbenin gerçekleştirilmesi, açıkça milletin siyasi iradesine de vurulacak bir darbe olurdu.
“27 Mayıs askeri müdahalesi Cumhuriyetin getirdiği siyasal sisteme vurulan ilk darbenin adıdır. Elbette DP iktidarının, son yıllarında anayasayı ihlal eden, Tahkikat Komisyonu’nun kurulması ve yetkilerle donatılması gibi uygulamaları olmuştur. Ama çözüm askeri darbe olmamalıydı. İşin diğer bir önemli noktası ise ABD CIA Başkanı’nın, 28 Nisan 1960 günü yaptığı bir konuşmada söylediği gibi, ‘Türkiye’de seçimler yapılacak olursa, CHP bu seçimleri kazanabilecektir’ diye bir değerlendirme yapmış olmasıdır. Yani seçimler erkene alınabilseydi, iktidar seçim yoluyla değişebilecekti. 27 Mayıs darbesi, kendinden sonra gelen askeri müdahaleler üzerinde de önemli tesirler yaratmıştır. Siyasi tecrübeye ve olgunluğa sahip kişilerin siyaset sahnesinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Daha da önemlisi, toplumun bugün de şahit olduğumuz kesin çizgilerle bölünmüş bir yapıya dönüşmesinin de başlangıcı olmuştur.”
Bir insan (ve eski bir asker) daha nasıl anlatabilir 27 Mayıs darbesinin yanlışlığını ve buradan kalkarak hiçbir darbenin çözüm olamayacağını?
Tersini öne sürmek, bu kadar ağır bir manipülasyon, ancak kötü niyetle mümkün olabilir. (Ağzını açana “darbeci” damgasını vuranlar arasında bu yazıyı okuyanlar varsa, onların içlerinden şöyle dediklerini duyar gibiyim: “Kardeş, bizim de okumamız yazmamız var, adamın söylediklerinin ne anlama geldiğini anlamıyor muyuz sanıyorsun? Anlıyoruz da işimize öbürü geliyor, anlasana!”)
12 Eylül tüyosu
Yazıyı buraya kadar okuyup da “E, hani 12 Eylül darbesinden söz ederken darbecilikle suçlanmamamız için ne yapmamız gerektiğine dair tüyolar?” diye soranları daha fazla sinirlendirmeden hemen oraya geleyim…
İki tüyo vereceğim; birincisi, bütün eski darbeler için geçerli olan ‘kapsayıcı’ tüyo; ikincisi, o kapsayıcı tüyonun herhangi somut bir darbeye (örneğimizde 12 Eylül darbesi) uyarlanmış hali, ona da ‘indirgenmiş’ tüyo diyeceğim.
Kapsayıcı tüyo (bunu Başbuğ’un Cumhuriyet’e verdiği söyleşiden çıkartıyorum): Kesinlikle “şu olmasaydı o ya da bu darbe olmazdı” kalıbıyla herhangi bir cümle kurmayacaksınız. (Malum, İlker Başbuğ “seçim kararı alınsaydı 27 Mayıs olmazdı” demişti.)
İndirgenmiş tüyo: Kapsayıcı tüyoyu 12 Eylül’e uyarladığımızda, iğvasına kapılma ihtimali en yüksek cümle şudur, sakın telâffuz etmeyin: “Demirel ve Ecevit koalisyon kursaydı 12 Eylül darbesi olmazdı.”
Bu cümleyi kurmayın, ya da kurarsanız şuna hazır olun: “Demek sen milli iradenin o koltuğa oturttuğu devlet başkanını muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’yla ittifak yapmaya zorluyorsun ve bunu yapmadığı takdirde bir darbeyle yüz yüze geleceğini söylüyorsun!”
Çok mu abarttığımı düşünüyorsunuz? Bu kadarını da demezler mi diyorsunuz? O zaman ben de size soruyorum: Bunun, İlker Başbuğ’a yönelik ithamdan ne farkı var? Ona da aynı suçlama yöneltilmedi mi: “Demek seçimle gelmiş iktidara ‘ya seçim kararı alırsın ya da darbeyle gidersin’ diyorsun, seni darbeci seni!”
Bitirirken, ciddileşip ilave edeyim: 12 Eylül darbesi sırasında 28 yaşında bir gazeteciydim ve o günden beri iki büyük parti uzlaşma erdemini gösterebilseydi 12 Eylül darbesinin gerçekleşmeyeceğine inanmaktayım.
Yani: “Demirel ve Ecevit koalisyon kursaydı 12 Eylül darbesi olmazdı.”
İster misiniz şimdi bu cümleden dolayı bir savcı hakkımda soruşturma açsın? Ne ‘gerçek-mizah’ olurdu ama…