Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2017’deki çıkışından üç yıl sonra bir kez daha “Siyasette iktidar olduk ama kültürel iktidarımızı kuramadık” sızlanmasına, iktidarı baskıcılığı nedeniyle eleştiren dindar çevrelerden gelen tepkiler ilginçti. Bu çevrelere göre böyle olması kaçınılmazdı, çünkü iktidar, baskıcı niteliğinden ötürü ‘kendi’ kültür çevresinin bile özgürce yaratmasına izin vermiyordu. Sadece kendi düz, doğrudan çıkarlarına hizmet eden kültür ürünlerini onaylıyor, bu da dindar-muhafazakâr kültür alanının güdük kalmasına yol açıyordu.
Bu elbette bir etken, fakat kanaatimce vurgunun buraya yapılması daha derinde, temelde yer alan ve dindar-muhafazakâr iktidar baskıcı olmasa da işleyecek olan bir etmenin ıskalanmasına yol açıyor.
Türkiye’de İslamcıların neredeyse çeyrek asıra yakın bir süredir iktidarda olmalarına rağmen ‘kültürel iktidar’larını kuramamasını, bu iktidarın siyaseten baskıcı olmasına bağlayanların, problemin sadece satıhta görülen kısımlarıyla analiz yaptıklarını düşünüyorum. Kanaatimce İslamcılık baskıcı olmasaydı da kültürel hegemonyasını kuramayacaktı.
Bence meseleyi, bütün radikallikler gibi İslamcılığın da kendi kurguladığı dünyayı reel dünyanın yerine koymasında, yani ‘dünyasız bir kafa’ya sahip oluşunda aramalı. Meseleye bu açıdan bakıldığında, baskıcı olup olmadığından bağımsız olarak, İslamcılık gibi inanç temelli radikal siyasi akımların (seküler radikal ideolojiler de bazı rezervlerle buna dahil) neden ülkelerinin kültür, sanat ve fikir hayatlarına damga vuracak başarılar elde edemedikleri daha iyi anlaşılır.
Erdoğan’ın birinci yakınması iktidarının on beşinci, ikincisi on sekizinci yılına denk düşüyor. Fiziki ve siyasi ömrü yeterse, Erdoğan on yıl sonra da böyle konuşmak zorunda kalacak; başka bir ihtimal yok.
Radikalliğin, kültürün döl yatağı gerçek dünya ile ilgisi
Radikallik, gerçek dünyayı reddeder ve onun yerine kendi kafasında kurduğu dünyayı ikame eder. Bu anlamda hakiki dünyaya ilgisizdir, ‘dünyasız bir kafa’nın sahibidir.
Oysa kültür ve sanat dünyaya, insanlara, onların sorunlarına, ilişkilerine hakiki bir merakı gerektirir. Radikallik, bütün bu problemlerin sihirli çözümünün devrimsel alt üst oluşlarda olduğuna inandığı sürece, hakiki dünyanın hakiki insanlarının sorunlarına karşı kaçınılmaz olarak ilgisiz kalır. Kendi dünyasını yaratmış, onun üzerine kapanmış ve potansiyel yaratıcı bireylerini onun emrine vermiş radikalliklerin kültür ve sanat üretimi güdük kalır. Radikalliğin hayalindeki ‘cennet’le kıyaslandığında hakiki dünya o kadar tatsız tuzsuzdur ki, onunla ilgilenmek saçma gelir. Potansiyel yaratıcılığını radikalliğin hizmetine vermiş bir sanat-kültür üreticisi, kendisi için biçilmiş rolü oynar, yani sadece ‘cennet’i, o olağanüstü dünyayı anlatmak ister ve anlatır; bu da hamaset ve slogan demektir.
Dinsel ya da seküler, her türlü radikalliğin kültür-sanat üretiminin ağırlıklı olarak hamaset ve slogan yüklü olmasının temel nedeni, radikalliğin somut dünyayı küçümsemesi ve kendi yüce idealini anlatmayı her şeyin önüne koymasıdır. Şayet siyaset de radikalse, radikal kültür-sanat üreticilerinin hamasete daha fazla yüklenmeleri teşvik de görür; tersi ise işsizlik, parasızlık demektir.
İçinde yaşadığımız reel dünyanın fani olduğu; haz duyarak yaşanacak bir yer olmaktan ziyade, burayı terk ettikten sonra gidilecek hakiki (ve ebedi) dünya için bir sınav yeri olduğu inancının-duygusunun-düşüncesinin, bu dünyaya duyulan merakı kültür-sanat formuna dönüştürmede insanı teşvik etmeyeceği ortada.
Bu demek değildir ki ‘aşkın’ bir dünyanın varlığına inananların kültür ve sanat adına ortaya koydukları şey kültür ya da sanat sayılamaz… Kuşkusuz öyle değil; hattâ reel dünyanın Tanrı merkezli olduğu Hümanizm öncesinde ‘hakiki’ kültür ve sanat oydu. Fakat problem şurada ki, dünya artık insan merkezli ve insan Tanrı’dan çok kendisinin anlatılmasını istiyor.
Tam bu noktada, Müslüman kimlikleriyle kültür-sanat alanında yer alan ve dindar-muhafazakâr gençler arasında en fazla sevilen sanatçıların içinde yaşadıkları dünyayla ilgilerinin çok daha somut olduğunu; yalnızca tanrısal aşkı anlatmakla yetinmediklerini hatırlatmak anlamlı olabilir.
Yeditepe Bienali: ‘Senin bir sanatın var’
Deutsche Welle Türkçe, geçtiğimiz günlerde “Kültürel iktidar neden tesis edilemiyor” başlıklı bir habere yer verdi. Haberde görüşlerine başvurulanlardan kültür-sanat yazarı Kültigin Kağan Akbulut, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “bizim kültürümüz” dediği şeyin şimdiye kadarki en görkemli sunumu saydığı Yeditepe Bienali’ne (2018) dair gözlemlerini aktarıyordu. Benim bu yazıda anlatmak istediklerim açısından önemli bulduğum haberin bir bölümü şöyleydi:
“2018 yılında Cumhurbaşkanlığının himayesinde, Fatih Belediyesi ve Klasik Türk Sanatları Vakfı iş birliğiyle düzenlenen ‘Yeditepe Bienali’ (…) Sanat yazarı Kültigin Kağan Akbulut, seramik, ebru, mozaik, çini örneklerinin sergilendiği bienalin karşılık bulmadığını söylüyor. Yazar, ‘Güncel sanat alanında en büyük çıkış Yeditepe Bienali ile oldu. Senin bir sanatın var sloganıyla düzenlenen bienal işleriyle, düşüncesiyle değil, yapılış amacıyla ses getirdi’ diyor ve şehrin kültürel hayatına bir etkisi olmadığını savunuyor.
“Akbulut’a göre, şehir kültürüne adapte olmuş ve bu kültürü içselleştirmiş olan AKP kitlesi, düşünsel olarak onlara hiçbir anlam ifade etmeyen ebru, minyatür gibi örneklere değil, muhalif olarak adlandırılan kesimin sanat eserlerine bakıyor. ‘AKP’ye oy veren, sanatla edebiyatla ilgilenen kitle de öbür tarafın sanatına bakıyor. Onlar da İletişim Yayınları’nın edebiyat kitaplarını okuyor, Nuri Bilge Ceylan’ın filmini izliyor. Onlar da Netflix, Blu TV abonesi’ diyor.”
Buradaki “seramik, ebru, mozaik, çini örnekleri” ile “İletişim Yayınları, Nuri Bilge Ceylan, Netflix, Blu TV” karşılaştırması bence çok şey anlatıyor. Birinciler kafada ve kalpte kurulan ‘aşkın’ bir dünyaya; ikinciler ise içinde yaşadığımız reel dünyaya çağırıyor insanları. Ve insanlar onlara ‘aşkın’ bir dünyayı ve Tanrı’yı değil, bu dünyayı ve kendilerini düşündürten sanat eserlerini tercih ediyor.
Milliyetçiliğin alternatif dünyası, nisbeten daha cazip
İktidarın, insanları reel dünyanın ‘süfli’ ortamından çekip çıkarması için önerdiği dünyalardan birinin merkezinde din varsa öbürünün merkezinde milliyetçilik var. Milliyetçiliğin kafası da ‘dünyasız’, o da reel dünyaya alternatif başka bir hayal dünyası öneriyor ve insanları oraya davet ediyor. Onun “Yeditepe Bienali” de televizyonlardaki ‘kurtuluş’lu, ‘diriliş’li diziler…
Ebru, hat, çini vb. ile kıyaslandığında bunlar daha ‘modern’ ve izleyicisi daha çok. Fakat işte bunlarla da kurulamıyor “kültür iktidarı…”
Siyasi iktidar için en doğrusu bu işlere kafayı hiç takmaması — ama olmayacak duaya amin demenin de anlamı yok.