Ana SayfaVİDEO HABER"Erdoğan Batı'dan büyük tepki gelmeyeceğini düşünerek İmamoğlu adımını attı"

“Erdoğan Batı’dan büyük tepki gelmeyeceğini düşünerek İmamoğlu adımını attı”

Ali Bayramoğlu ile Bugünler’de bu hafta: "AB'de savunma harcamalarının artışı ve NATO’dan ya da Amerika’dan bağımsız bir savunma sisteminin kuruluşu tartışılırken, Türkiye’nin stratejik değeri, Avrupalıların gözünde Türkiye’deki demokrasiden daha fazla önem taşımaya başlıyor. Güvenlik ekseninde algılanan bir Türkiye var. Erdoğan muhtemelen bunun farkında olarak, Batı’dan büyük tepkilerin gelmeyeceğini, hatta kendi toplumundan da büyük tepkiler almayacağını düşünerek İmamoğlu adımını attı."

İzlemek için:

Türkiye’de yaşanan olayların bir benzeri geçtiğimiz günlerde Fransa’da gerçekleşti. Marine Le Pen’in başına geldi. Le Pen yolsuzluk suçlamasıyla seçimlerden 5 yıl men cezası aldı. Türkiye’de de boykotlar devam ediyordu. 2 Nisan’da genel tüketim boykotu yapıldı Türkiye’de CHP’nin talebiyle. Buna destek veren oyunculardan bazıları da mesela dizilerinden kovuldular. Dünyanın diğer tarafı daha ilginç bir durum. Trump dünyadaki bütün ülkelere gümrük vergisi getirdi. Türkiye ise vergilendirilen en düşük dilimde, %10’luk dilimde. Trump herkes başının çaresine baksın dercesine bir karar aldı aslında. 

Şu an dünyadaki gelişmeleri anlamlandırabilmek, yorumlayabilmek hiç olmadığı kadar zor görünüyor aslında. Peki siz gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz, dünya nereye gidiyor onu merak ediyorum.  

Evet, aslında çok önemli bir mesele bu, tartışılan bir mesele. 

Türkiye’de de yurt dışında da bu konuda pek çok yorum, makale ve değerlendirme çıkıyor. Şimdi, Marine Le Pen meselesiyle İmamoğlu meselesini benzetmekte ne kadar mantık var, çok emin değilim. Çünkü Fransız siyasal sistemi, eski Cumhurbaşkanı Sarkozy de dahil olmak üzere, yolsuzluk söz konusu olduğunda daha ciddi ve bağımsız, tarafsız bir yargı üzerinden işleyen bir mekanizmaya sahip. Eğer bir ülkede toplumun çoğunluğu yargının bağımsız ve tarafsız olduğuna inanmıyorsa, hakikaten orada yargıyla ilgili bir sorun var demektir. Bu, Fransa açısından pek böyle değil. Kaldı ki Türkiye açısından bunun tam tersinin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bugün çeşitli anketler yüzde 65-75 oranında İmamoğlu’nun bir haksızlığa maruz kaldığını ve yargının adil olmadığını gösteriyorsa, burada ciddi bir meşruiyet sorunuyla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Dolayısıyla Marine Le Pen’in karşı karşıya kaldığı durumla İmamoğlu’nun karşı karşıya kaldığı durumun aynı olduğunu sanmıyorum. İmamoğlu, esas olarak siyasi iktidarın kendisini tasfiye etmek için bir yolsuzluk bahanesiyle ya da bir yolsuzluk iddiasıyla yaptığı siyasi bir hamleyle karşı karşıya kaldı. Marine Le Pen’in aldığı ceza, onu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin dışında bırakabilir. Fakat oradaki dosyanın detaylarına hâkim değiliz. Ancak varsayım olarak söyleyebilirim ki Fransa’daki adalet sistemiyle Türkiye’nin şu anki adalet sistemi arasında bir paralellik kurmak doğru olmaz. 

Diğer taraftan, dünya meselesi tabii ki son derece önemli ve sorunlu. Önce şunu söyleyelim: Tayyip Erdoğan, öyle bir dönemde öyle bir adım attı ki bu dönem, adeta attığı adımın zeminini ya da psikolojik desteklerini kendiliğinden barındırıyor. 

Türkiye’ye yönelik talep ve ihtiyaç, Türkiye’nin Batılı olması, demokratik olması ve liberal özgürlükleri tam anlamıyla benimsemesinden çok daha fazla, bir güvenlik faktörü olarak varlığını sürdürmesi ve istikrarını koruması yönünde. Bu, gerek Avrupa Birliği, gerek Avrupa Birliği içindeki tek tek ülkeler, gerekse Amerika Birleşik Devletleri tarafından ana hatlarıyla ortak bir bakış açısı olarak kabul ediliyor. 

Malum, şu anda Avrupa Birliği’nde savunma harcamalarının artışı ve NATO’dan ya da Amerika’dan bağımsız bir savunma sisteminin kuruluşu tartışılırken, bir anda Türkiye’nin stratejik değeri, Avrupalıların gözünde Türkiye’deki demokrasiden çok daha fazla önem taşımaya başlıyor. 

Burada da esas olarak güvenlik ekseninde algılanan bir Türkiye var. Tayyip Erdoğan muhtemelen bunun farkında olarak, bunu hissederek—refleks ya da bilinçli bir hesapla—Batı’dan büyük tepkilerin gelmeyeceğini, hatta kendi toplumundan da büyük tepkiler almayacağını düşünerek İmamoğlu adımını attı. Yani, İmamoğlu’nun tutuklanmasına giden süreci başlattı. 

Aslında bu hükmün çok daha önceye dayandığını biliyoruz. İstanbul’daki çeşitli CHP’li belediyeler üzerinde yapılan benzer baskılar, İmamoğlu ile doruk noktasına çıktı. 

Şimdi, Türkiye-Dünya ilişkilerine bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de olup bitenlere yönelik aşırı bir hassasiyet ya da dıştan gelecek güçlü bir baskı olmadığı gelmesi zor, ayrıca  Türkiye ile dünyadaki gidişatın çeşitli açılardan paralel ya da benzer bazı özellikler barındırdığını söylemek mümkün. 

Dünyada üç temel gelişme var. 

Bunlardan bir tanesi, uzun süredir devam eden ve özellikle Avrupa Birliği’nin içinde yaşanan bir kriz. Avrupa Birliği bloğu içinde, demokratik uygulamalar ve milli egemenlik devri gibi temel prensipler sekteye uğramış durumda. Doğu Avrupa’dan gelen bazı ülkeler—Polonya, Macaristan, Çekoslovakya gibi—Avrupa Birliği’nin ürettiği temel özgürlük ve liberal değerlerle çatışma halindeler. Bu durum, Avrupa Birliği içerisinde bir yırtılmaya, bir krize ve ayrışmaya yol açıyor. Liberal demokrasiyi savunan Batı ülkeleri, Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkeler söz konusu iken, illiberal demokrasiyi savunan Macaristan gibi bir lider, onu destekleyen Polonya ve ardından gelen Çekoslovakya örneklerinde olduğu gibi bir karşıtlık oluşuyor. Böyle bir Batı’daki bir yarılmayı bize gösteriyor. 

İkinci büyük sorun nedir diye baktığımızda, bu da yeni bir durum değil. Bu, Avrupa Birliği’nin içindeki ülkelerin hemen hemen tümünde yaşanan bir liberal değerlerle ilgili kriz hali olarak tanımlanabilir. Yani, liberal demokrasinin, liberal ekonominin, liberal sosyal değerlerin—ki bunun bir ucu toplumların çok kültürlü dokusuna kadar gider—hepsinde bir gerileme, bir kriz ve toplumlar ile siyasi yapılar düzeyinde bir itiraz halini görmeye başlıyoruz. Bu açıkçası, iki dünya savaşı arasında yaşanan liberal değerler ya da liberal sistem krizini andıran bir durum. Farklı nedenlerle olsa da, aynı sonuçlara yol açan bir yapıdan bahsediyoruz. Ne oluyor diye baktığımızda, şu oluyor: Bazı temel değerler gerilemeye başlıyor, özellikle özgürlükler anlamında. Toplumların çok kültürlü değil, daha tek kültürlü olması gerektiği vurgusu öne çıkıyor. Bir Batılı’nın kendisi için hak gördüğünü, kendi ülkesinde yaşayan bir yabancı için hak görmemesi gibi çifte standartlar ortaya çıkıyor. İslamofobiyle içine kapanan toplumlar ve bunlara denk gelen popülist, otoriter, milliyetçi rejimlerin de ön plana çıktığını görüyoruz. Rejimler olmasa bile, birçok ülkede önemli ölçüde siyasi dalgalar var. Örneğin, Almanya’da son seçimlerde, Nazi iktidarını savunan bir siyasi parti ne kadar başarılı oldu.  Fransa’da yasaklanan seçimlere katılması bakımından Marine Le Pen, Fransa’nın ikinci büyük partisinin lideri ve parlamentoya hâkim. İtalya’da bir sağ iktidar var. Danimarka, Hollanda gibi ülkelerde ise toplumsal ve siyasal olarak yine tür otoriter, popülist ve özellikle İslamofobik diyebileceğimiz bir durum söz konusu. 

Yani, kendi kültürünü diğer kültürlere kapama eğiliminde olan iktidarlar devrede. Bu da son derece önemli bir krizdir. Yani, 1980 sonrası, 81 sonrası, 1990 sonrası—yani Sovyetlerin yıkılmasının ardından ortaya çıkan o liberal dalganın, liberal değerlerin tek ve asli değer olduğu fikrini tersine çeviren bir dalga. 

Ve burada o yükselen liberal değerler, bu sefer düşen ve alçalan liberal değerler olarak karşımıza çıkıyor. Buna karşılık, ön plana çıkan otorite vurgusu, milli devlet vurgusu, millilik ve milliyetçilik vurgusu. Bu, tabii ki devletler arasındaki gerginlikleri, devlete verilen önemi ve bununla birlikte silahlanma dediğimiz bir tehlike alanını da tahrik ediyor. 

Üçüncü kriz, dünyada olup biteni anlamak için yaşanan üçüncü büyük kriz ise son dönemde ortaya çıktı. Bu özellikle Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte netleşti. Batı, biliyorsun, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Amerika ve Avrupa’nın Rusya karşısında, Sovyetler karşısında daha önce oluşmuş olduğu bir güvenlik bloğu olarak kendisini tanımlamıştır. 

Kendisini böyle inşa etmiştir ve Avrupa, önemli ölçüde kendi güvenliğini Amerika Birleşik Devletleri’ne, özellikle NATO’ya dayandırmıştır. Özellikle son dönemde Trump’ın Avrupa’dan, özellikle Ukrayna konusu başta olmak üzere, NATO’da arkasından gelmek üzere gibi konularda ayrılmaya başlamasıyla, Rusya’ya ve Çin’e yaklaşmaya başlamasıyla ve Avrupa’yı yalnız bırakmaya başlamasıyla, bir sorun üreten bir tablo karşımızda ortaya çıkmıştır. 

Avrupa Birliği’nin güvenlik dokusunun, güvenlik inşasının, yapısının parçalandığını, kırıldığını ve ikiye ayrıldığını görüyoruz. 

Bu dünya için son derece önemli bir durum. Neden önemli bir durum? İttifakların değişmesi her zaman önemlidir, ancak sadece bununla ilgili değil. Aynı zamanda, belli bir dengenin ürettiği pasifik dalgalar, dengeler bozulunca daha agresif ve daha silahlı eğilimlere dönebilir. 

Nitekim Avrupa, bugün “Amerika yoksa kendi silahlı kuvvetlerimi kurayım” eğiliminde. Fransa’da, Almanya’da özellikle bu eğilim öne çıkmış durumda. Bunun için büyük paralar, büyük bir çaba harcıyorlar ve silahların olduğu, orduların kurulduğu, güvenliğin öne çıktığı, devletlerin öne çıktığı bir iklimi de besliyorlar. 

Dünyada işte bu üç büyük yarılma ve gerilimden hareketle bir siyasi yer sarsıntısı yaşanıyor. Bunu bir deprem gibi, toprağı dağıtan, kıran, yeniden oluşturan hal olarak görmek lazım. Bu geçici midir, kalıcı mıdır bilmiyoruz ama son olarak şunu söylemek gerekir 

Türkiye bir ada değil, Türkiye bir adada; yani dünyanın her yerinde yaşananın dışında bir dalga yaşanmıyor. Belki çok daha sertini yaşıyoruz burada, çok daha otoriterini yaşıyoruz, çok daha keyiflisini yaşıyoruz ama dünyadaki dalgayla Türkiye’de yaşanan arasında açıkçası ve maalesef bir paralellik var. Ve bu, Türkiye’de bu işleri yapanların elini kuvvetlendiriyor, bunlara dikkat alarak bazı adımlar atmasını da sağlıyor. 

- Advertisment -