Siyasi mücadele, yol arkadaşlığının tavsaması ya da sona ermesi gibi can sıkıcı sonuçları da olabilen bir süreç. Yola devam etmeme kararı alanlar ya da ‘yol’dan soğuyup yola devam edenlere mesafe koyanlar, kişiliklerine, saygınlıklarına bağlı olarak geride kalanlar üzerinde farklı duygular yaratır; bir kısmı için “giderse gitsin” denirken, bir kısmı derin bir teessüre yol açar. Bu ikincilerin eleştirileri öyle “zaten kariyeristin biriydi” veya “davadan önce kendisi gelirdi” gibi rahatlatıcı eleştirilere açık değildir; tam tersine, onlara karşı böyle yaklaşanların kendileri açığa düşer.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) eski Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan’ın bugün AK Parti içinde aktif siyaset yapmaya devam edenlerin gözünde tam böyle bir figür olduğu hususunda hiçbir kuşkum yok.
Yakın bir zamanda İhsan Arslan’ın iki kitabı birden yayımlandı: Gazeteci Ayşe Karabat’ın yayına hazırladığı Aklımda Kalan ile Kürt Sorunu konusunda hazırladığı raporların ve eski yazılarının yer aldığı Ardımda Kalan.
İhsan Arslan, geçtiğimiz günlerde BBC Türkçe’den Ece Göksedef’e geniş bir söyleşi verdi. Söyleşiyi Serbestiyet de alıntıladı. (Karabat da Göksedef de Al Jazeera Türk’teydi; ben de bir dönem çalıştım; Karabat gibi, Göksedef gibi gazetecilerle doluydu orası, bitişine hayıflanmamak elde değil.)
İhsan Arslan, söyleşinin son bölümünde günümüzün favori tartışması “AK Parti geri dönebilir mi?” sorusuna cevap veriyordu. Cevap, birçok AK Partilinin yüreğini ‘cız’ ettirecek bir içerikteydi (biraz uzun bir alıntı olacak ama hak ediyor kısaltılmamayı):
Ece Göksedef: Bugün yeni bir ivmelenme var gibi hükümet tarafında. Yargı reformundan bahsediliyor, yatırımcının güven duyacağı bir hukuk sisteminden bahsediliyor. Bu dönemde MHP ile koalisyon yapılan bir ortamda, daha milliyetçi ve sağ söylemin benimsendiği bir ortamda, bir yere varılabilir mi?
İhsan Arslan: Bugün eğer bir hukuk lâzım diyor isek, ekonomide reform lazım yapmamız lâzım diyorsak, zımnen bugüne kadarki politikalarımızda sıkıntı olduğunu kabul ediyoruz demektir. Bu bir itiraftır. Hata yapan birilerinin bu hatayı düzeltip doğru olanı yapmaya çalışması zor oluyor biraz.
İflâsına sebep olduğun şirketi iflâstan kurtarıp kâra geçirmek herkese nasip olmuyor. Çünkü onun kararları sonucu, onun hataları sonucu şirket iflas etmiş. Zaten bilseydi, doğrusunu yapmak isteseydi iflâs etmezdi.
Bizim buraya gelelim. İyi şeyler duymak istiyoruz. Halk olarak yorulduk. Eksiklerin telâfi edilmesi, doğru şeylerin yapılması lâzım diyor. Ama güven sorunu var. Medyamız biraz suskun; keşke bu kadar olmasaydı.
Herkes şu an ekranlarda şunu söylüyor: Söze değil icraata bakmak lazım. Ben de onlara katılıyorum. Tabii ki yargı işleyişi sıkıntıda. Bu başkanlık sisteminin incelenmesi, masaya yatırılması gerekiyor. Geçmişte adem-i merkeziyetçi sistemi savunuyorken geldiğimiz noktada yüzde yüz merkeziyetçi bir sistemle karşılaştık. Bir tek kişinin iradesine bağlanmış bir sistem, bir işleyiş. Bundan sıkıntılar doğacağını bazılarımız kestiremedik herhalde. Tek sesli olursa bir şeyler daha çabuk halledilir dedik herhalde.
Baktık ki kurumsal yapıdan uzaklaştıkça, kişinin tek başına verdiği kararlarda hata yapma ihtimali daha fazla oluyor. Bence bazılarımız kabul etmiyoruz ama güçler ayrılığı diye bir şey kalmadı ülkede. Meclisin, yargının denetleme gücü ortadan kaldırılınca her şey bir tek insanın iki dudağı arasına sıkışmış oldu. Bu çok vahim bir durum.”
Değişme iradesi ortaya konsa bile…
Ben de ne zamandır AK Parti (siz Recep Tayyip Erdoğan anlayın) eski reformcu karakterine dönme konusunda bir irade ortaya koysa bile bunun gerçekleşme ihtimalinin olmadığını düşünüyorum.
Bu cümleden de anlaşılabileceği gibi meselenin iki boyutu var: İrade ve bu iradenin kuvveden fiile çıkartılması.
Mevcut tablo, ortada bir iradenin olup olmadığı sorusuna bile açık. Yani henüz birinci aşamayı bile geçmiş değiliz. Erdoğan’ın dilindeki bir günden öbürüne değişen sözler, ortada samimi bir iradenin olup olmadığı hususunda ciddi kuşkular doğuruyor. Hele “hak”, “hukuk” sözcüklerini telaffuz ettiği her durumda, hemen arkasından “yatırım noktasında hukuki düzenlemeler” vb rezervlerin gelmesi, Serbestiyet’in güzel başlığıyla sadece “ekonomik insanın hakları”nın bir hale yola konulacağını akla getiriyor.
Fakat ben bu yazıda, velev ki yanıldığım, velev ki ortada samimi bir iradenin olduğu varsayımından yola çıkarak yukarıda vardığım olumsuz sonucun dayanaklarını sizinle paylaşmak istiyorum.
Bir daha söyleyeyim: Erdoğan ve… hadi onu da ekleyelim, Erdoğan ve AK Parti, partinin eski reformcu karakterine dönmesi konusunda bir irade ortaya koysa bile bunun gerçekleşeme ihtimalinin olmadığını düşünüyorum.
“Çünkü” ortak başlığı altında birkaç alt başlıkla neden böyle düşündüğümü izah etmeye çalışayım.
Mevcut siyasi çizgiden kaynaklanan güçlükler
“Dava siyaseti”ni değiştirmenin güçlükleri: Altı çok çizilmiş, derinleştirilmiş, ideolojik kılıf giydirilmiş (dava haline getirilmiş) siyasi çizgileri değiştirmek, toplumsal talepleri karşılamaya odaklanmış daha iddiasız siyasi çizgileri değiştirmekten çok daha zordur. Çünkü bu tür siyasi çizgiler fazlasıyla inanç yüklü hale gelmişlerdir ve biraz abartıyla, böyle siyasi çizgilerde değişime gitme çabasını neredeyse dinde reform yapma çabasıyla kıyaslayabiliriz. Toplumsal taleplere odaklı siyasetler ise maneviyata değil “dünyevi hayat”a dairdir ve dolayısıyla oralardan dönüş çok daha kolaydır.
AK Parti’nin mevcut siyasi çizgisinin, değiştirilmesi çok daha zor olan ideolojik dava siyaseti kategorisinde yer aldığı muhakkak. Bu parti, toplumsal taleplere odaklı bir siyasi parti olarak doğdu; kabaca on yıl boyunca bu hatta devam ettikten sonra, yönetme zorluklarının da etkisiyle “dava” odaklı bir siyasete yöneldi ve yıllar içinde bu çizgisini iyice derinleştirdi. Hatta, günümüzde “davadan dönenler”in uğradığı muameleyi düşündüğümüzde, bu dava siyasetinin yeni bir aşamaya ulaşarak “davaizm” diyebileceğimiz çok keskin bir biçime büründüğünü dahi söyleyebiliriz.
Denenip vazgeçilene dönmenin güçlükleri: Bir siyasi çizgiyi yeni bir siyasi çizgiyle değiştirmek, onu, daha önce denenip vazgeçilmiş bir siyasi çizgiyle değiştirmekten çok daha kolaydır. Çünkü geride bırakılmış bir çizgiye “meğer doğrusu buymuş” diyerek dönmeye çalışmak, bunu önerenlerin inandırıcılığına peşinen ağır bir darbe indirir. Bunu derhal “madem öyle neden vazgeçtiniz” sorusu izler ve bu soruya ikna edici bir cevap bulmak çok zor olur.
Yani AK Parti liderliğinin, çokça dile getirilen “fabrika ayarlarına” dönmeye çalışırken üretebileceği ikna kapasitesi, ”dava siyaseti”nden “davaizm”e geçerken üretebildiği ikna kapasitesinden daha düşük olacaktır.
Değişimin mevcut liderlikle gerçekleştirilmesi mecburiyetinden kaynaklanan güçlükler
Bir siyasi çizgiyi yeni bir siyasi aktör (lider) marifetiyle değiştirmek, cari siyasi aktör (lider) marifetiyle değiştirmekten çok daha kolaydır. (Bu argümanı tartışırken, AK Parti’nin önünde, başka bir siyasi liderle değişmeye çalışmak alternatifinin bulunmadığını varsayacağım ve sanıyorum bu çok sağlam bir varsayım olacak!)
Demokrasisi oturmuş ülkelerde, değişimi mevcut liderlikle yapmaya çalışan siyasi partilerin bu yolda başarılı olamamalarının; “Ben hata yaptım, kabul ediyorum fakat devam da etmek istiyorum” diyen liderlere kırmızı kart gösterilmesinin ve onların istifaya mecbur kalmalarının temel nedeni, güvensizlik. Böyle bir inat samimiyetsizlik ve “koltuğunu koruma gayreti” olarak damgalanıyor.
Yani demokrasisi oturmuş ülkelerde iktidarı kaybeden partinin sonraki seçim ya da seçimlerde yeniden iktidar olabilmesinin en sağlam yolunun liderin istifasında görülmesi, sadece siyasi ahlakla ilgili bir şey değildir; istifa müessesesinin, değişimin ancak yeni bir liderlikle sağlanabileceği inancından kaynaklanan pragmatik bir zorunluluğu da vardır.
Her yerde aynı kural: Büyük değişimler yeni liderlerle olur
Zaten siyasi hayattaki somut örnekler de, büyük değişimlerin ancak yeni liderlerle birlikte inandırıcı olduğunu, ancak o zaman kuvveden fiile geçebildiklerini gösteriyor. Bunu, Türkiye siyasi hayatından örneklerle temellendirmeye çalışalım…
Ortanın solu, İnönü-Ecevit: İsmet İnönü, Türkiye’de bir devlet partisinin seçim yoluyla iktidar olamayacağını anladığında, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) artık “ortanın solunda” olduğunu ilan etti. Ne var ki bu büyük değişimin ikna edici olabilmesi, kuvveden fiile geçebilmesi için yeni bir liderin çıkıp onu sahiplenmesi gerekti: Bülent Ecevit. Türkiye siyasetindeki en büyük çizgi değişikliklerinden biri böyle gerçekleşti.
Merkez sağ, Demirel-Özal: Merkez sağın lideri Süleyman Demirel, görevi ondan devralacak olan Özal’ın izlediği çizgiyi benimsiyor, merkez sağın tıkanıklığının ancak böyle aşılabileceğine inanıyordu. Zaten 12 Eylül darbesinden önce Özal’ı göreve getiren de kendisiydi. Fakat bu kadar köklü bir değişim ancak liderliğin değişimiyle mümkün olabildi. Aynı çizgiyi Demirel izlemeye kalksaydı hiç şüphesiz ikna edici ve inandırıcı olamayacaktı.
Laik siyaset, Baykal-Kılıçdaroğlu: Sert ve dışlayıcı bir laik siyasi çizgiyle iktidarın mümkün olmadığı anlaşıldıktan sonra CHP içinde yeni arayışlar belirmeye başladı. Hatta, bu çizginin asıl aktörü Deniz Baykal döneminde “çarşaf açılımı” vb birtakım girişimlerde de bulunuldu. Ne var ki, geçilmek istenen yeni çizgi yönünde küçük fakat kararlı ve sürekli adımlar ancak yeni bir siyasi liderle mümkün olabildi: Kemal Kılıçdaroğlu.
İslami siyaset, Erbakan-Erdoğan: 2000’lerin başında Refah Partisi (RP) içinde, sonradan yepyeni bir siyasi çizgi oluşturmak üzere ortaya çıkan Yenilikçileri düşünelim… Şöyle bir varsayımda bulunalım: Onların temsil ettiği çizgiyi Necmettin Erbakan ilan etseydi inandırıcı ve ikna edici olabilir miydi?
Siyasi tarihimizdeki büyük çizgi değişikliklerinin burada özetlediğim hikâyesi, köklü siyasi çizgi değişikliklerinin neredeyse bir kural olarak yeni bir liderlik gerektirdiğini göstermiyor mu?
İşte bütün bu nedenlerle, “AK Parti geri dönüşsüz bir yolda mı” sorusuna ben “evet” cevabı veriyorum.
NOT. Bu yazıdaki bütün argümanları Haziran 2019’da kaleme aldığım “AK Parti geri dönüşü olmayan yolda mı? Evet!” başlıklı yazımdan alıntıladım.
Bir buçuk yıl önce bu yazıyı yazdığımda ortada herhangi bir değişim iradesi görünmüyordu. Şimdi var mı, yoksa “mış gibi” mi yapılıyor, tam açık değil. Fakat ben bir buçuk yıl önceki tespitlerimin arkasındayım; kelimesi kelimesine.