DİZİ SUNUŞU
Okumakta olduğunuz; beş, belki altı yazı boyunca sürecek bir dizinin ikinci yazısı. Dizi boyunca, önceki bölümleri okumamış olanlar için bu yazılarda ne yapmak istediğimi bu sunuşlarda tekrarlayacağım. İlk yazının sunuşunda da dediğim gibi: Bu dizide muhafazakâr kesimin genç kuşaklarında yaşanmakta olan değişimin ‘büyük’ siyaseti nasıl ve ne surette etkileyeceğini (etkilemekte olduğunu) anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Bu amaçla ilk bölümlerde İslamın küresel çapta modernlik ve bilim karşısında yaşadığı sorunların genç kuşaklar üzerindeki etkisi üzerinde duruyorum. Ardından sözü Türkiye’deki genç kuşaklara getirecek, onların dindarlıktan ve cemaatçi yapılardan uzaklaşıp bireyselleşmelerinin, Erdoğan’ın dört beş yıl önce dümeni İslamcılıktan milliyetçiliğe kırışının sebeplerinden birini teşkil edip etmediği sorusunun cevabını arayacağım.
Türkiye’de dindar-muhafazakâr gençlerdeki bireyselleşme eğiliminin; bu gençlerin dini büyüklerinin yaşadığı gibi değil, hayatlarına seküler ögeler katarak yaşamaya başlamalarının ‘büyük’ siyaseti nasıl etkileyeceğini ele alacağım dizinin ilk bölümünde bir parantez açmış, fakat kapatamamıştım.
“Parantez” demiştim, çünkü dizi boyunca işlemeye çalışacağım temanın tam tersi bir duruma işaret ediyordu: Dizi, dindar-muhafazakâr gençlerin sekülerliğe “kaçışına” dairken; parantez, inançlı fakat seküler bir hayatın içinde yaşayan gençlerin bunun tam tersine, daha koyu bir dindarlığa “kaçışına” dairdi.
Bu paranteze ihtiyaç duydum, çünkü öyle yapmasaydım, okumakta olduğunuz bu ikinci yazının başlığı çok fazla anlam ifade etmeyecekti.
Gelin önce şu parantezi kapatalım, sonra da bu yazının başlığına ve bu başlıkla neyi murat ettiğime geçelim…
IŞİD’vari dindarlık: Seküler hayatı bir günah gibi taşıyanların ‘kurtuluşu’
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidara geldiğinde, 11 Eylül (2001) saldırılarının üzerinden henüz bir yıl geçmişti. Saldırıları izleyen üç-beş yılda ABD’nin giriştiği intikam eylemlerinin (Afganistan, Irak vb) yol açtığı infial, Avrupa’da yaşayanlar da dahil olmak üzere bütün dünyadaki Müslüman gençler arasında çok güçlü bir radikalleşme eğilimi yarattı.
Açığa çıkan radikalliğin dozu, yeni bir model gerektiriyordu: Herkesin sadece İslamın emrettiği şekilde yaşayabileceği, başka yaşam biçimlerine imkân tanımayan, dolayısıyla da kendi toprağı, egemenliği ve sınırları olan bir İslam Devleti modeli.
Böyle bir model zorunluydu, çünkü açığa çıkan radikalliğin, mevcut Müslüman ülkelerde olduğu gibi seküler ögeler de içeren “ılımlı” bir sosyal hayata cevaz vermesi imkânsızdı.
Yani bir anlamda Müslüman Kardeşler’in 70 yıl önce barışçı yollarla kurmaya çalıştıkları “katışıksız İslami hayat” idealinin ‘modern ve silahlı’ bir modeliyle karşı karşıyaydık artık. İlk yazıyı okumamış olanlar için hatırlatayım:
1950’lerde, Mısır’da şehirlerdeki ‘modern’ eğilimler karşısında kendi değerlerini koruyamayacaklarını düşünen çok sayıda İhvan mensubu, şehirlerin dışında yarattıkları İslami gettolarda yaşamaya başladılar. Fakat çok geçmeden, bunun manasız bir kaçış olduğuna hükmedip geri döndüler.
Ali Bulaç, 21 yıl önce kendisiyle yaptığım söyleşide bu örneği anlattıktan sonra “Böyle yapamayız” demişti, “şehirlerde kalmalı ve değerlerimizi oralarda savunmalıyız…”
Şehirde savunulması giderek zorlaşan değerler
Fakat müşkül şuradaydı ki, geleneksel biçimleriyle Müslümanca bir hayatı şehirlerde korumak ve yaşamak giderek zorlaşıyordu. Çünkü şehirde başkalarıyla temas vardı, eğitim vardı, teknoloji vardı, bireyselleşme vardı ve belki de en önemlisi seküler şehirli hayatın çekiciliği vardı. Bütün bunlar inançlı gençleri yavaş yavaş sorgusuz sualsiz inanan gençler olmaktan çıkarmaya başladı: ‘Şüphe kası’ harekete geçmişti ve inancın bu hali artık ‘ısıtmamaya’ başlamıştı. (Dücane Cündioğlu, bilimle dini karşılaştırırken “bilim açıklar, din-inanç anlamlandırır; yani bilim aydınlatır, inanç ısıtır” der.)
Sorularla karşılaşmaya başlamış inancın ‘ısıtma’ görevini yapamaması durumunda iki ihtimal vardır: ‘Üşümeyi’ göze alarak sormaya (aydınlanmaya) devam etmek ya da ‘şüphe’ye savaş açarak koyu dindarlığın ılık sularına kendini bırakmak.
İşte IŞİD’vari dindarlık derken, kendisi için katı bir İslami hayat talep etmekle yetinmeyen, herkesi buna zorlamayı dinin kendisine verdiği bir hak ve görev olarak benimseyen böyle bir dindarlıktan söz ediyorum.
Parantez içinde parantez: Zizek
Slavoj Zizek, IŞİD’in etkisinin zirvede olduğu 2014’te IŞİD’vari dindarlığın bu kadar koyu olmasında, ona katılanların kendilerini rasyonelliğin, bilimin, modernliğin, sekülerliğin iğvasından sakınma arzularının payını irdeleyen ilginç bir yazı kaleme almıştı. (“IŞİD, Sahici Köktendinciliğin Maskara Edilmiş Halidir,” New York Times, 3 Eylül 2014).
Makalenin adından da anlaşılabileceği gibi, Zizek’e göre hakiki bir köktendincilik (yani hakiki bir dindarlık) ne bu tür iğvalar karşısında kendini kötü hisseder, ne de dinden uzak bir hayat yaşayanlara dünyayı dar eder:
“Gerçek köktendincilerin aksine, sözde köktendinciler inanmayanların günah dolu hayatı karşısında derinden rahatsız olurlar, kafaları karışır ve büyülenirler. Günahkâr-öteki ile savaşırken, onların bizzat günaha ayartılmaya karşı mücadele ettiklerini hissedebilirsiniz.”
Zizek’e göre hakiki bir dindar, Tanrı karşısındaki sorumluluğunu kendi sorumluluğuyla sınırlı tutar ve başkalarının Tanrı karşısındaki sorumluluğuyla ilgilenmez. Ya da “selâmet (kurtuluş)” tartışması bağlamında şöyle de diyebiliriz: Hakiki bir dindar sadece kendi selâmetiyle ilgilidir, başkalarınınkiyle değil; başkalarının “selâmetini” diler, fakat onları asla bu yönde zorlamaz.
Bunlar güzel sözler ama gerçekliğin yüzde kaçlık bölümüne tekabül ediyor? Bu soruya günümüzün dindarlık pratiğinde iç ferahlatıcı bir cevap vermek pek mümkün görünmüyor.
AK Parti’nin ironisi: Dindar gençler onun açtığı yolda sekülerleşiyor
Artık parantezi de, parantezin parantezini de kapatabiliriz.
Meseleyi bu yazının başlığına şöyle bağlayalım: AK Parti’nin iktidar yılları, IŞİD’vari dindarlığın dünya çapında yükselişe geçtiği bir döneme denk geldi. Bu yükselişin altında, biri daha derinde öbürü nispeten yüzeyde işleyen iki etmen yatıyordu: Altta, İslamın giderek artan sorulara cevap verme kapasitesinin düşmesi ve gençlerin inançlarıyla hayatları arasındaki çelişkinin onları bunaltması vardı… Üstte ise, egemen Hıristiyan ülkelere karşı duyulan öfke ve nefretin yanı sıra kendi ülkelerinde İslamı baskı altında tutan, insanların gündelik yaşamlarına ve tercihlerine müdahalede bulunan laik-seküler rejimlere duyulan öfke ve nefret vardı.
Soru şöyle: 11 Eylül saldırılarından sonra Türkiye’de 28 Şubat rejimi devam etseydi, Türkiye’nin dindar gençlerinin IŞİD’vari bir dindarlığa meyletmelerinde bunun nasıl bir rolü olurdu?
Aslında soru, kendi içinde cevabını da taşıyor, daha doğrusu bu soruyu böyle soran biri olarak benim bu soruya cevabımın ne olduğunu da söylüyor: Evet, hiç kuşkusuz çok ciddi bir rolü olurdu.
Yani AK parti iktidarı ilk 10 yılı boyunca izlediği makul siyaset ve din anlayışıyla Türkiye’nin dindar gençliği arasında IŞİD’vari bir dindarlığın yayılmasını engelleyici bir rol oynadı.
Fakat AK Parti ironik bir biçimde bu 10 yılda eski, statükocu Türkiye’yi dönüştürme yolunda attığı adımlarla (şehirleşme, modernleşme, zenginleşme, dünyaya açılma), aynı zamanda dindar gençlerin dönüşümünün de yolunu açmış oluyordu.
Buna, AK Parti’nin “İslam buysa benim burada ne işim var” sorusunu sordurtan ikinci döneminin etkileri de eklenince kaçınılmaz sonuç uç verdi; dindar gençler dinle aralarına mesafe koymaya başladı.
AK Parti, dindar gençlerin IŞİD’vari bir dindarlığa kaçmasını engelleyebilmişti ama sekülerliğe kaçışını engelleyemiyor.
Üçüncü yazıdan itibaren, dindar gençlerin deizme ve sekülerliğe kaçışına biraz daha yakından bakmaya başlayacağız.