Yıldız Ramazanoğlu’nun, bir zamanlar kadınları kendi iktidar mücadelelerine omuz vermeye çağıran İslamcı erkeklere “sen bu işin sonunu düşünmedin mi” diye nanik yapan yazısını hiç unutamıyorum. Günümüzde, başta KADEM olmak üzere dindar kadınların erkek şiddetine karşı yürüttükleri mücadeleye yönelik hadsiz saldırılar, zihnimi yıldırım hızıyla o yazıya yöneltti yine.
Ramazanoğlu’nun yazısının izini sürerken, benim de ondan aldığım ilhamla bir yazı kaleme aldığımı hatırladım, onu da buldum (“Kadını mücadeleye çağıran erkeği bekleyen ‘tehlikeler…’”, Serbestiyet, 7 Haziran 2008).
Ramazanoğlu’nun yazısından neden böyle bir başlık çıkardığımı, onun yazdıklarını okuyunca hemen anlayacaksınız:
“Başörtüsü yasaklarıyla mücadele edilirken kimileri bir adım ötesini görememiş demek ki. Eğitim düzeyi yükselen genç kadınların kamu alanında görünürlüklerinin artacağı, yeni taleplerinin, hatta kamu alanını dönüştürmelerinin kaçınılmaz olacağı aşikârdı. ‘İslam’ın kızı’ repliği neden makes bulmuyor genç kadınlar üzerinde, neden dini söylemler etkisini yitiriyor gün geçtikçe. Kadınları hadsizce tedip ve terbiye etmeye yönelen, kadına ve erkeğe ayrı ahlak öneren dil dinden soğutuyor. Okuduklarını ve işittiklerini akıl ve kalp süzgecinden geçirebilen gençlerin bu ikiliğe tahammülü yok çünkü. Bir düşünceye göre kadınlar eğitim almamalı, en yüksek donanıma ulaşsa, uzmanlaşsa bile evinin kadını olup çocuk yetiştirmelidir. Çünkü dışarısı tekin değil, tehlikelerle dolu. Şiddet, mobing ve taciz gibi kimi koşulların değişmesi için kendi nefislerinden başlayarak mücadele vermek yerine maruz kalanı bir yere kapatıp koruma fikri kolaycılık ve indirgemecilikten başka bir şey değil.” (Yıldız Ramazanoğlu, “İslam’ın kızı, İslam’ın erkeği”, Serbestiyet, 30 Mayıs).
Ne basiretsizlik! Nasıl bir uzağı görememe aymazlığı!
Hakikaten, ne basiretsizlik! Nasıl bir uzağı görememe aymazlığı! Başörtüsü zulmü günlerinde kendi iktidar mücadelelerinin yararını kollayarak kadınların örtüleriyle okuma hakkını savunan erkek dindarlar, o okullar bittikten sonra kadınların evde oturup olabildiği kadar çok çocuk yapmak dışında bir beklentilerinin olmayacağını mı düşündüler? Bu naifliğe akıl erdirmek zor ama bundan başka da bir açıklama gelmiyor insanın aklına. O zamanın erkek dindarları, 20 yıl sonra ‘İslam’ın kızları’nın İstanbul Sözleşmesi diye bir ‘fesat belgesini’ savunacaklarını düşünselerdi, onları evlerinden çıkıp mücadeleye katılmaya çağırırlar mıydı?
Bireylerin de, toplulukların da, toplumların da kötü neticeler vereceğini hissettikleri süreçleri görmezden gelme gibi bilinçdışı bir refleksleri var. Ne var ki, varoluşları tehdit eden bu süreçler, onlara maruz kalanlar gözlerini kapadı diye, yani en büyük körlük olan “görmek istememek” illetine tutuldular diye ortadan kalkmıyorlar; işlemeye devam ediyorlar.
Süreç, kendi yolunda ağır ağır ilerlerken, ona gözünü kapatmışların bir bölümü bilinçlerini devreye sokmayı becerebiliyor, o sayede köprülerin altından akıp giden suları görebiliyor.
Geri kalanlar, yani her şey sanki sürecin başında nasılsa öyleymiş sananlar da, süreç işbâ noktasına dayanıp patlayınca şaşkınlıktan küçük dillerini yutuyorlar. Onların artık o andan sonra geriye dönme ve gerçekle yüzleşme şansı kalmıyor. Taze örnekte onlar, İstanbul Sözleşmesi’ni savundular diye, “içinde şiddet olan aile, aile sayılmaz” dediler diye bir zamanlar kendi erkek iktidarlarına destek vermiş ‘İslam’ın kızları’na bugün ‘fahişe’ diye saldırabiliyorlar. Akıntıya karşı kürek çektiklerini hiçbir zaman anlayamayacaklar ve her kürek çekişte biraz daha geriye gidecekler.
Erkekler kadınları ancak mecbur kaldıkları zaman mücadeleye çağırır
Erkek dindarların kadınları mücadeleye çağırdıkları 1990’larla, İstanbul Sözleşmesi’ni savundular diye onları analarından doğduğuna pişman etmeye yemin ettikleri bugünleri birlikte ele aldığımızda çıkartacağımız sonuç şudur: Erkekler kadınları ancak kendi mücadeleleri için kaçınılmaz olduğunda mücadeleye çağırır, fakat kadınlar o mücadele içinde pişip de kendi hak ve özgürlükleriyle ilgilenmeye başladıklarında külahlar değiştiriliverir. “Bir dakika” denir, “o kadar da demedik.”
Kadınları mücadeleye çağırmanın ‘tehlikeleri’ bahsine gelince… İşte bu tümüyle evrensel, kapsayıcı bir olgudur; sadece erkek dindarların iktidarıyla ilgili değil, bütün erkek iktidarlarıyla ilgilidir.
Erkeklerin, kadınları bir ‘dava’ uğruna kendileriyle birlikte mücadeleye çağırmaları, eşyanın tabiatı gereği bir sürtüşmeyi de beraberinde getirir. Çünkü bu iki cins arasında ‘dava’nın şu ya da bu nitelikte olmasının değiştiremeyeceği bir çıkar zıtlığı vardır ve kadınların, bir kez mücadeleye çağrılıp da kamusal alana çıkmalarından sonra aleyhlerine işleyen statükoyu değiştirmek için çaba sarf etmeleri kaçınılmazdır…
Dün nasıl sol’un içinden çıkan feminist kadınlar solcu erkeklerle kaçınılmaz bir çatışma içine girdilerse, bugün de ‘İslam kızları’ ‘İslam erkekleriyle’ çatışıyorlar.
Türbanlı (muhafızakâr) erkekler
Yazının başlığındaki ‘türbanlı erkekler’ (kadınların özgürlükçü çıkışları karşısında aldıkları pozisyona bakınca, onlar için muhafazakâr sıfatının biraz bozulmuş halini kullanabiliriz sanıyorum: ‘Muhafızakâr’), bir kitap adının bir bölümünü yansıtıyor. Gazeteci Selin Ongun’un kitabının tam adı “Başörtülü Kadınlar Anlattı: Türbanlı Erkekler…” Selin Ongun, kitabında, Türkiye’deki başörtüsü sorununun uzun bir bölümünü ortak mücadeleyle geçiren başörtülü kadınlar ile “türbanlı erkekler” dediği muhafazakâr erkekler arasındaki gerilim noktaları üzerine odaklanıyor. Ongun, kitabında 10 dindar kadınla konuşuyor, onların gözünden dindar erkekleri tanıtıyor bize.
On yıl önce yayımlanmış bu kitapta dindar kadınlar ne çok şey anlatmaya çalışmıştı anlamak isteyen erkek dindarlara. Fakat onlar anlamak istemediler, sürece gözlerini kapadılar ve geldik bugüne.
Sonraki yazıda bu kitabı ve içindekileri hatırlayacağız birlikte.