Anayasa Mahkemesi (AYM), 26 Mart 1994 günü Şırnak’ın Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin bombalanmasıyla ilgili kararını açıkladı. Başvurucuların “yaşam hakkı ve insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele yasağının ihlali” iddialarını haklı bulan mahkeme, bombalamada hayatını kaybeden 38 insanın ailelerine tazminat ödenmesine hükmetti.
Sıcak kestaneye benzeyen dava dosyasını 26 yıl boyunca herkes birbirine attı, savcılar defalarca görevsizlik kararları verdi. Dosya 2014 yılında aradan yirmi yıl geçtiği için zaman aşımı gerekçesiyle kapatıldı.
Aslında olayın üstünden on yıl geçtiğinde dosyanın kaderini değiştiren bir tesadüf yaşanmıştı. 2004 yılında köylülerden birisinin bambaşka bir konudan dolayı avukata işi düşmüştü. İşinin düştüğü o avukat, 2015 yılında öldürülen Diyarbakır Barosu eski başkanı Tahir Elçi’ydi. Müvekkiliyle görüşürken Türkiye tarihinin en önemli hak ihlallerinden biriyle karşı karşıya olduğunu fark eden Elçi, “Bu çok önemli bir olay” diyerek hemen vekâletname almış, savcılığa ilk suç duyurusunu yapmış, tanıklıkları belgelemiş, dosyayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) götürmüş, oradan ihlal kararı aldırmış ve ardından da AYM’ye taşımıştı.
İşte AYM Elçi’nin öldürülmesinden bir yıl önce açtığı bu davayı karara bağlamış oldu.
Serbestiyet, Kuşkonar ve Koçağılı bombalamalarıya ilgili yürütülen hukuki süreci dosyanın avukatı Neşet Girasun’a ve en başından beri takipçisi olan insan hakları hukukçusu Kerem Altıparmak’a sordu.
Girasun: “AYM, sıradan yurttaşların kamu gücüyle öldürüldüğünü teyit etti”
Serbestiyet: Anayasa Mahkemesi bu kararla birlikte ne demiş oldu?
Neşet Girasun: AİHM 2007 yılında Tahir Elçi tarafından yapılan bir başvuru üzerine 2013 yılında bu konuda karar vermişti. O dönemki başvuruda soruşturma süreci henüz tamamlanmamıştı. Ancak etkisiz bir soruşturma yürütüldüğü gerekçesiyle başvuru yapılmıştı. O zaman AİHM çok ciddi ihlal tespitinde bulunmuştu. Türkiye aleyhine verilen en önemli, en ağır ihlal kararından biriydi. Bu seferki başvuru ise, Türkiye’de yürütülen soruşturma süreci başvurucuların aleyhine (yani takipsizlikle) sonuçlanıp tamamlandıktan sonra 2014’te AYM’ye yapıldı.
AYM, bu son kararıyla hem AİHM’in hem başvurucuların yıllarca dile getirmiş olduğu iddiaları teyit etmiş oldu. Kamu görevlilerinin eliyle, kamu gücüyle sıradan yurttaşların, hiçbir şiddete başvurmayan, günlük yaşamını köyünde idame ettiren yurttaşların savaş uçaklarıyla bombalanmak suretiyle öldürüldüğünü teyit etmiş oldu. Yaşam hakkının ve kötü muamele yasağının ihlal edildiğini bu yönlerden saptadı.
Soruşturmaya takipsizlik kararı veren askeri savcılığa da bir eleştiri var demek ki.
Tabii ki.
“Tahir Elçi olayın peşini bırakmıyor”
Tahir Elçi dosyaya nasıl dahil oldu?
Şimdi bu olay 1994 yılında yaşandığında sadece dönemin Gündem gazetesinde manşet oluyor, Milliyet gazetesinde de küçük bir haber olarak geçiyor. Bu vahim olay böyle karşılık buluyor kamuoyunda. Siyaseten de dönemin başbakanı Tansu Çiller bu saldırıyı örgütün helikopterleri gerçekleştirmiş gibi akla ziyan bir açıklama yapıyor. Daha sonra bu olay yaşanmamış gibi oluyor, savcılıklar arasında gidip geliyor. Bunlar da etkili olmuyor, usulen yürütülüyor. Muhalefet de üstüne gitmiyor. Kısacası yaşananlar kamuoyunun ilgilenmediği bir olaya dönüşüyor.
Ancak 2004 yılında, olayda hayatını kaybeden bazı kişilerin yakınları başka bir avukatlık işi için Tahir Elçi’yle görüşüyorlar, bu olaydan tamamen bağımsız. Görüşmede birisi diyor ki, “1994’te bizim başımıza böyle bir olay da geldi. Biz bu işi takip etmedik”.
Bir defasında, Tahir Elçi bana bu görüşmeyle ilgili şunu demişti: “Türkiye’deki en önemli olaylardan, en önemli hak ihlallerinden birisiyle karşı karşıya olduğumu hissediyorum.” Ailelerden vekaletname alıyor ve hukuki süreci başlatıyor. Hukuki süreçten kastım, ortada derdest olan bir soruşturma var. Tahir Elçi bu soruşturmaya müdahil oluyor.
Ne yapıyor Tahir Bey?
Savcılıktan tanıkların beyanlarının alınmasını istiyor. Bu beyanları kendisi de alıyor ve dosyaya sunuyor. Savcılık da bazı ifadeler alıyor. Savcılıktan birçok talepte bulunuyor. Bu arada dosya bir Şırnak’a bir Diyarbakır’a, bir askeri savcılığa derken her bir savcılık, deyim yerindeyse, dosyadan kurtulma derdinde…
Ama Tahir Elçi de her seferinde bu süreçlere itiraz ediyor, müdahil oluyor. 3-4 yıl geçtikten sonra, savcılıkların olayı aydınlatmak gibi bir iradelerinin olmadığı net bir biçimde ortaya çıkıyor. Bunun üzerine AİHM’e başvuruyor. Oraya gittiğinde de elinde tanık beyanları dışında bir delil yok.
“Köylüler dini tören yapılamadan toplu mezarlara gömüldü”
Otopsi yapılmamış mı?
İki köy bombalanıyor. Bu köylerden birisi Koçağılı. Orada 13 kişi hayatını kaybetmiş. Bu köyde otopsi yapılmış, ama usule uygun yapılmamış. 25 kişinin hayatını kaybettiği Kuşkonar’da ise hiç otopsi yapılmamış. Zaten bombalamanın hemen ardından köylüler bir toplu mezar kazıyorlar, hepsini kıyafetleriyle, hiçbir dinî vecibeyi yerine getiremeden defnedip kaçıyorlar. O günden beri köy boş. Bugün de öyle. Kuşkonar köylülerine otopsi yapılmadığı için çoğu hâlâ yaşıyor görünüyor kayıtlarda.
İşte Tahir Elçi böyle bir tablo karşısında gidiyor AİHM’e. Karar çıkmadan birkaç ay önce Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’ne baş vurmasını ve o tarihte (26 Mart 1994) TSK’ya ait uçakların o bölgede uçuş icra edip etmediğinin bilgisine ulaşmasını istiyor. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden bir sayfalık bir tablo geliyor. Burada, köylülerin yıllarca ileri sürdüğü iddialar bir sayfalık çizelgede ortaya çıkıyor.
O çizelgede ne vardı?
Hangi tarihte, hangi saatte, hangi uçakların, hangi saatte kalktıkları, hangi üsten kalktıkları, hangi saatte yüklerini (bomba) boşalttıkları, ne kadar yük boşalttıkları, hangi koordinatlara bu yükü bıraktıkları…
Tahir Elçi bunları AİHM’e sunuyor, dosyaya belge ekliyor. “Bakın, dilekçemizde ileri sürdüğümüz iddialar resmi bir belgeyle de ispatlanmıştır” diyor. Mahkeme de bu belge üzerine sözünü ettiğimiz meşhur kararı veriyor.
Şöyle bir şey de yapıyor mahkeme: Normalde iç hukukta başvurucular etkisiz kalmışlar. Avukat tutmamış, dilekçe vermemişler. Türkiye hükümeti AİHM’e sunduğu savunmasında hep inkâr etmiş, böyle bir uçuş yok, demiş. Hatta Tahir Elçi’yi itham etmişler. İşte “örgüt propagandası yapıyor, tazminat alma vaadiyle köylüleri kandırmış” gibi birtakım ithamlar var.
AİHM’in meşhur bir içtihadı var, uzun süre etkisiz kaldığınızda dosyanızı hiç esasa girmeden usulden reddeder. Ancak bu belge ortaya çıkınca ve hükümetin de işbirliği yükümlülüğünü ihlal ettiği anlaşılınca, AİHM korkunç bir insan hakları ihlali karşısında olduğunu anlıyor ve kendi içtihadını pas geçiyor, onu dikkate almıyor. Hatta savaş hukukunu düzenleyen Cenevre Sözleşmeleri’ne de atıf yapıyor. Yanlış hatırlamıyorsam, bu da bir ilk olmalı.
Bu karar akıllara 2011 yılında Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboskî (Ortasu) köyünde 34 sivilin hayatını kaybettiği bombardımanı getirdi. O davada son durum nedir?
Roboskî, birtakım eksiklikler yerine getirilmediği için AYM tarafından usulden reddedilmişti, AİHM de AYM’nin kararını yerinde bularak esasa girmemişti. Devletin sorumluluğu tartışılmadı doğal olarak, maalesef usule dair basit eksiklikler yüzünden reddedildi ve kesinleşti. Avukatlara bir süre verilmişti bazı belgelerin sunulması için. Avukatlar bu belgeleri sunmadıkları için bu başvuru reddedildi. AYM’nin ve dolayısıyla AİHM’in de gerekçesi buydu. Ancak AYM’nin de böyle önemli bir başvuru karşısında böyle basit bir usul eksikliğine dayanarak dosyayı kapatması da hukuka uygun değildi. Bu da bir realite.
Roboskîli ailelerin son bir yıldaki avukatlarından birisiyim. Bir yıl önce Uludere Cumhuriyet Başsavcılığına baş vurduk ve yeni deliller iddiasıyla yeni bir soruşturmanın açılmasını talep ettik. Henüz bir karar yok. Yeni bir soruşturma açılırsa ve tatmin edici bir davaya dönüşmezse, buradaki gibi bir takipsizlikle sonuçlanırsa AYM ve AİHM’in önü açılır.
Ayrıca Roboskî olayının zaten emsallik bir durumu yok, buna ihtiyacı yok.
Kerem Altıparmak: “Tahir Elçi bu davayı tırnaklarıyla kazıyarak çıkarttı”
Anayasa Mahkemesi’nin Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin bombalanmasıyla ilgili kararını insan hakları hukukçusu Kerem Altıparmak’a da sorduk. Dosyayı AİHM başvurusundan beri takip eden Altıparmak, suçun faillerinin hâlâ açığa çıkartılamadığına dikkat çekiyor.
Serbestiyet: Tahir Elçi’yle başlayalım. Siz de sürecin tanıklarından birisiydiniz.
Kerem Altıparmak: Tahir Elçi’nin, sadece arkadaşım veya insan hakları alanında bir yoldaşım olduğu için değil, her zaman çok büyük bir hukukçu olduğunu düşünürüm. Bu davada yaptıkları, bir insan hakları davasını gömüldüğü yerden tırnaklarıyla kazıyarak çıkarmanın çok somut bir örneğidir. Hem bu mağdur insanların hayatına kattıkları açısından hem de insan hakları hukukuna katkısı açısından niye çok özel bir yer taşıdığını da gösteren bir vakadır. AİHM’deki çabası takdire şayandı, işin ucunu bırakmayıp AYM’ye kadar takip etmesi ayrıca takdire şayandı.
AYM kararının önemi nedir, eksik gördüğünüz bir noktası var mı kararın?
Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bu başvuru 2014 tarihli. Önce şunu netleştirmek lazım: Niçin bu karar çıkıncaya kadar altı sene bekletildi? Bu soru hâlâ duruyor. Çünkü incelediğinizde, 2014 esas başvuru sayılı çok çok az sayıda davanın kaldığını görüyorsunuz.
Biliyorsunuz, Tahir Elçi zaten burada ölümlerin hava bombardımanı yoluyla gerçekleştiğini AİHM’de kanıtlamıştı. AİHM sadece etkili soruşturma yapılmadı diye değil, bu insanlar bombardımanla öldü diye ihlal kararını vermişti.
Tahir Elçi, Türkiye’de sorumlu olan kişileri bulmak için çok uğraşmıştı. AYM’nin kararı bu nedenle de önemli. Karar, “Devlet AİHM kararına rağmen üstüne düşeni yapmamış, yani etkili bir soruşturma yürütmemiş” diyor. Bunun da iki anlamı var: Birincisi, AİHM kararını göz göre göre uygulamamışlar. İkincisi, AYM aslında mecbur kalmış çünkü bu dosya Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nde açık. İhlal kararı vermeseydi AİHM’e bir kez daha gidilecekti. Bu kararla bunun önüne geçildi.
Şimdi, olay çok vahim. Örneğin 38 Filistinliyi İsrail uçakları vurmuş olsaydı yer yerinden oynardı. Kendi uçaklarınla kendi vatandaşını masa büyüklüğündeki bombayla öldürünce “AYM tazminat verip geçti” oluyor. Failleri yakalamak bir yana, yakalamak için bir adım dahi atılmamış. Hem AİHM kararından önce hem AİHM kararından sonra. Tahir Elçi’nin bütün çabalarına rağmen o bombayı atan, o emri veren, organizasyonu yapan kimdir, tek bir adım ilerleme gösterilmiş değil.
“Kimse cezalandırılmadı, kimse özür dilemedi”
Yüksek Mahkeme’nin kararından sonra dosyanın yeniden açılması, bu olayın faillerinin aranması mümkün mü?
Hah, kritik olan husus o. Anayasa Mahkemesi aslında iyi bir şey yapıyormuş gibi gözüküyor ve tazminat veriyor ama diğer yandan da bir kez daha bu işi kapatıyor. Yani diyor ki, “Ben geriye yollayamam, zaman aşımına uğramış bu, tazminata karar veriyorum.” Bu ne demektir? Bir daha açılamaz bu dosya demektir.
Çünkü zaman aşımına uğramamış durumlarda, “Bunu tekrar soruştur” diyor. Ama şimdi “Bu zamanaşımına uğramış, benim geri göndermemin anlamı olmayacak, o yüzden geri gönderip savcılığa tekrar soruştur demiyorum, tazminatı ödüyorum” diyor. Üstüne soğuk su içebiliriz hep beraber…
Mesela Roboskî ile arasında iki fark var. Orada da sorumlular ortaya çıkmadı, orada da kimse cezalandırılmadı, orada da kimse özür dilemedi, Kuşkonar ve Koçağılı’da da. Ama farklı olarak köylülere para ödendi ve ihlal tespit edildi. Bu kadar ağır bir şeyde tarihsel sorumluluğunu yerine getirmen için ceza yargılaması yapamıyorsun ama “ben bunu araştıracağım, tarihsel bir gerçeklik olarak ortaya koyacağım, özür dileyeceğim, bu tür mekanizmaları işleteceğim” de demiyorsun. Sadece paranızı alın.
AYM bunu nasıl yapabilirdi? “Dosya zaman aşımına uğramış” deniliyor.
Bu soruşturmayı, eğer sadece ulusal hukukun olayın gerçekleştiği tarihteki durumu itibariyle uygularsan, evet, zaman aşımına uğramıştır. Nedir o? 2005’ten önceki mevcut Ceza Kanunu’na göre en fazla 20 yıl zaman aşımı olan bir şey. 1994’ten 2014’e 20 yıl geçmiş.
Lakin… Ben şunun ileri sürülebileceği kanaatindeyim, AİHM’de de: Bu suç müstakil, tek başına işlenmiş bir suç değil. İnsanlığa karşı işlenmiş bir suç. O dönemde sivillere yönelik olarak işlenen başka yaygın veya sistematik suç silsilesinin bir parçası. Evet, TCK’ya İnsanlığa Karşı Suçlar (İKS) 2005’te girdi ama uluslararası hukuktaki insanlığa karşı suç kavramı devlete bir pozitif yükümlülük yüklüyor: O dönemde işlenmiş olan ve uluslararası hukukta tanınmış olan insanlığa karşı suç kapsamında bunların yargılanması gerekirdi. Bunu yapmadığı için ve bu şekilde kapattığı için yetkili makamlar asıl sözleşmeyi ihlal ediyorlar.
Biliyorum, bu çok zor bir yol ama bundan başka da bir yol kalmamış durumda. Yani normal ceza kanunlarını uyguladığınız zaman, o tarihteki zaman aşımı süresi dolduğu için bir şey yapamıyorsunuz.
Ama o tarihte Türkiye kendi kanununda insanlığa karşı suçları tanımamış olsa bile, o suçu işleyenler uluslararası hukukta tanındığı için bunu öngörebilecek durumdaydı. O nedenle insanlığa karşı suçlar yargılanabilir argümanıyla bir yol denenebilir. Bunun başarı şansı çok düşük ama olay da vicdanları çok yaralayan bir facia.
Nasıl bir yol öneriyorsunuz?
Ulusal kanunda tanındığı tarih olan 2005’ten önceki insanlığa karşı suç niteliğindeki eylemlerle ilgili şu yapılabilir: Bir yasa çıkartılarak (bu geriye yürüme olmaz) uluslararası hukuktaki insanlığa karşı suç tanımının 1994’teki halini Türk hukukunda tanıyıp yasanın uygulamasını geriye götürmek mümkün. Suçu geriye götürme değil bu, bunun mümkün ve uluslararası hukuk yükümlülüğü olduğu iddiasındayım.
“Zaman aşımına uğradı, başka bir şey yapamayız” mı diyeceğiz? 90’lı yıllardaki ağır insan hakları ihlallerinin soruşturulamaması sorunu bir bütün olarak ancak bu şekilde çözülebilir. Ayrıca bunun adil olduğunu da düşünüyorum.
AİHM, geç başvurulmasına rağmen Kuşkonar ve Koçağılı dosyasını kabul etti ama Roboskî’yle ilgili başvuruyu kabul etmedi.
AİHM, geç başvuru olmasına rağmen niye incelediğini açıkladı. Özel bir durum vardı. Olağanüstü Hal (OHAL) vardı, saldırıya uğrayanların bir kısmı ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Başvurabilecekleri noktada da başvurmuşlardı. Roboskî’de öyle bir durum yok, OHAL yok. Avukatlar AYM’ye başvuru yaparken hata yaptılar, bu nedenle başvuruları kabul edilmedi, diyor. Eğer Roboskî için başvuranlar “Başvuramadık çünkü bizim dışımızda da engeller var” deyip bunu kanıtlayabilselerdi, onların başvuruları da başarılı olabilirdi. O açıdan bambaşka durumlar. Hukukta her birbirine benzer vaka her açıdan emsal olmuyor.