Yok yok, hiçbir şey birilerinin Uğur Mumcu’nun katilinin “İran ve İslamcılar” olduğu hususundaki ezberine halel getirmiyor ve belli ki getirmeyecek. Güldal Mumcu’nun, Sedat Peker’in açıklamalarını izleyen feryadı, yakarışı, ricası bile onları milim kıpırdatmıyor:
“Senelerdir Uğur Mumcu cinayetinin aydınlatılması için kim ne biliyorsa anlatsın, işin ucu kime dokunuyorsa dokunsun dedik. Bu görüşümüzü korumaya devam ediyoruz. Çekin tuğlaları yıkılsın duvar altında kim kalırsa kalsın.”
İnsan biraz kuşku duyar; bunun, aziz bildiği bir meslektaşının hatırasına saygının icabı olduğunu bilir. Şu kararlılığa bakın:
“Peker’in 7. videosunda Mehmet Ağar hakkındaki iddiaları önemli… Kıbrıs’taki muhalif gazeteci Kutlu Adalı cinayeti hakkındaki bilgi de yeni ve önemli. Ama bazıları doğru değil. Örneğin; Uğur Mumcu suikastını İran istihbaratı ve siyasal islamcılar yaptı. Yakalandılar.” (Tele1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ).
Polis birilerini Uğur Mumcu’nun katili olarak yakalamış, mahkeme de “evet, katil bunlar” demiş; bu, bazılarına yetiyor, nasıl bir ülkede yaşadıklarını bilmiyorlarmış gibi. Bari o ülkeyi içeriden anlatan biri bu kadar kirli çamaşır ortaya dökmüşken yapmayın bunu.
İnsanı boş ver ki devlet yaşasın!
Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü gün ortaya çıkmaya başlayan (olay yerinin cinayetten hemen sonra süpürülmesi rezaleti) ve yıllar içinde ilavelerle bir yığına dönüşen onca kuşkuya rağmen “Uğur Mumcu’nun katili irtica” sloganından vazgeçmeme inadının tarihine biraz daha yakından bakmak lazım. Çünkü bu kısa tarih, devletin ittihatçı zihniyetin devleti olduğu sürece onu ne pahasına olursa olsun korumanın, ona halel getirmemenin birileri için en temel dürtü olduğunu gösteriyor bize.
Cumhuriyet’in 24 Ocak sayıları
Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü 24 Ocak 1993’ten itibaren Cumhuriyet gazetesinin her 24 Ocak’taki anma sayılarını incelemek, bu kısa tarihi anlamada yararlı olabilir. Bu sayılara baktığımızda göreceğimiz şey şudur: Cumhuriyet, Susurluk skandalının patlak verdiği 1996’ya kadar “Uğur Mumcu’yu Ortaçağ karanlığı öldürdü” çizgisini sürdürdü. O yıl ortaya serilen iltihap, Cumhuriyet’te birkaç yıllık bir sendelemeye yol açtı ve cinayetin devlet içindeki karanlık güçlerin işi olabileceğine dair değerlendirmeler de analizlerde yer almaya başladı.
Fakat Susurluk kazasından sonra başlayan 28 Şubat (1997) sürecinin ikinci yılından itibaren Cumhuriyet yeniden “Mumcu’nun katili irtica” açıklamalarına dönmeye başladı.
Mesela yedinci ölüm yıldönümü olan 24 Ocak 2000 tarihli Cumhuriyet gazetesinin Cumhuriyet imzalı başyazısında, Mumcu cinayetiyle öteki “laik aydın cinayetleri”nin çözülememiş olması “geçmiş gerici iktidarlar”a fatura ediliyor, başyazı şu iyimser ve umutlu cümleyle sona eriyordu:
“Dileriz ki ülkemiz 28 Şubat’la girdiği yeni dönemde bir çözüme ulaşsın; geçmişin faili meçhul cinayetlerini aydınlatarak hukuk devletine doğru yürüdüğümüzü iç ve dış dünyadaki kamuoyu karşısında kanıtlasın!..”
28 Şubat’ın yolunu açmak üzere planlanıp uygulamaya konulmuş faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasını 28 Şubatçılardan ummak! Tabii, olmadı.
… Ve Güldal Mumcu’nun kitabı geliyor
Bütün bunlar, devlet görevlilerinin Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’yla şu tarzda konuşmalarına ve onun da bunları fâş etmesine rağmen olabiliyordu:
“Güldal Hanım, üzerime gelmeyin, bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer.”
“Hanımefendi, eşinizin katilini açıklayamayız, bu, duvardan bir tuğla çekmek anlamına gelir, o zaman da bütün duvar yıkılır…”
Fakat Güldal Mumcu’nun 2012’de yayımladığı “İçimden Geçen Zaman” başlıklı kitabında anlattıklarından sonra mızrak artık hiçbir biçimde çuvala sığmaz hale geldi.
Kitabı okuduğumda zihnimde uyanan ilk soru şu olmuştu: Her 24 Ocak’ta okurlarına “Mumcu’nun katili Ortaçağ karanlığı” duygusunu geçirmek için ellerinden geleni yapan Cumhuriyet yöneticileri, yazarları, editörleri Güldal Mumcu’nun kitabında anlattıklarının ne kadarını biliyorlardı?
Bu sorunun zihnime üşüşmemesi imkânsızdı, çünkü kitapta anlatılanların bilinmesi durumunda yıllar boyunca “Mumcu’nun katili Ortaçağ karanlığı” yayıncılığı yapabilmek bana imkânsız görünmüştü.
Nedeni açık: Eğer Uğur Mumcu’nun inançlı bir arkadaşı idiyseniz, bunun onun ruhunu muazzep edeceğini bilir, kendinizi böyle bir yayıncılıktan esirgerdiniz… Yok eğer ahlâkınızın kaynağı ‘seküler’ ise, o zaman da bunun onun hatırasına büyük bir saygısızlık olacağını bilir, kendinizi yine böyle bir yayıncılıktan esirgerdiniz…
Güldal Mumcu’nun kitabında neler vardı?
Kitabın “flaş”ı hiç kuşkusuz, 1993 olaylarının bir bölümüne ve ondan önceki ve sonraki birçok olaya karışmış olan “Yeşil” kod adlı devlet görevlisi Mahmut Yıldırım’ın cinayetten üç yıl sonra, 1996’da Mumcu’ların evini ziyaret ettiğinin açıklandığı bölümdü…
Yeşil, 1996’nın Kurban Bayramında biri kız biri erkek iki küçük çocuğun elini tutarak eve gelmiş ve ayaküstü, şifrelerle, sembollerle dolu birkaç cümle sarf ettikten sonra evi terk etmiş. (Bana sorarsanız, ziyaretin Kurban Bayramında gerçekleştirilmiş olması bile çok sembolik! Ve tabii iki çocuk: Bir gün, bir Kurban Bayramında, ülkenin bildiği en acımasız adamlardan biri, ellerinden tuttuğu biri kız biri erkek iki çocukla birlikte, biri kız biri erkek iki çocuğuyla birlikte yaşayan kocası öldürülmüş bir kadını evinde ziyaret ediyor…) İlk cümlesi, “Sokaktaki caminin adının Ti Camii olarak değiştirilmesi gerekir. Bunu sizin sağlamanızı istiyorum” olmuş. (Güldal Mumcu, “ti”nin hedef anlamında kullanıldığını çıkarmış bilahare.)
Sonra aralarında şu konuşma geçmiş:
Yeşil: “Olayın failini bulsak, sizin için yeterli olur mu?”
Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”
Yeşil: “Olayı yapanı bulsak, sonra etrafından da birkaç kişi bulunsa yeter mi? Çünkü siz ne isterseniz o olacak…”
Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”
Yeşil: “Haa, anladım. Siz hepsini istiyorsunuz.”
Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”
Yeşil: “Siz hepsini istiyorsunuz. O zaman üç tane gül alacağım. Birini Başbakanlığa, birini Çeçenistan’a, birini de Uğur Bey’in öldürüldüğü yere koyacağım.”
Soruşturma savcısı ölü bulunuyor…
Kitapta yer alan ve en az Yeşil’in ziyareti kadar manidar bir başka olay, davanın savcısı Kemal Ayhan’ın evinde ölü bulunması…
Güldal Mumcu: “Davaya yeni atanan Savcı Kemal Ayhan’la görüşmeye gittik. ‘Olayın failleri konusunda bir kanaat elde ettiniz mi?’ dedim. Biraz tereddüt geçirdi. ‘Uluslararası istihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler… diyeyim’ dedi.”
Ve sonra: Savcı Kemal Ayhan, eşi ve çocuklarının tatilde olduğu bir sırada evinde ölü bulundu ve aynı gün otopsi dahi yapılmadan Başsavcı Nusret Demiral’ın talimatıyla defnedildi.
“Bu işi devlet yapmıştır!”
Savcılardan söz açılmışken, davanın ilk savcısı Ülkü Coşkun’la Güldal Mumcu arasındaki diyalogu hatırlamadan geçmek olmaz… 18 Şubat 1993’te, yani cinayet tarihinden 25 gün sonra Mumcu’ların evinde geçen diyalogun iki de şahidi vardır: Ailenin avukatlarından Emin Değer ve Uğur Mumcu’nun ablası Beyhan Gürson… Güldal Mumcu, daha önce de imâ ettiği bu kan dondurucu diyaloğu kitabın 57-58. sayfalarında şöyle aktarıyor:
“Güldal Hanım üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer.”
“Nasıl yani hani Amerikan filmlerinden izliyoruz onun gibi mi?”
“Evet.”
“Temizlikçilerini de yolladılar mı?”
“Evet, ama bu söylediklerimi basına açıklarsanız yalanlarım.”
Bir başka Ülkü Coşkun – Güldal Mumcu diyaloğu kitabın 70. sayfasında yer alıyor:
“Bana olayı aydınlatmam konusunda yazılı emir verilirse olay çözülür.”
“Size ‘olayı aydınlatmayın’ diyen kim? Bir savcı olarak önünüze gelen dosyayı aydınlatmakla yükümlüsünüz zaten.”
“Anlamıyorsunuz Güldal Hanım.”
“Evet anlamıyorum. Kim size olayı çözmeyin, diyor. Yazılı emir istediğinize göre…”
Bu diyalogları, Güldal Mumcu’nun kitabını anlatmak üzere 19 Kasım’da Cumhuriyet’ten Işık Kansu’ya verdiği söyleşiyle birlikte değerlendirmek gerekir:
Ailenin avukatları, Ülkü Coşkun’un “soruşturmayı savsakladığı” gerekçesiyle Adalet Bakanlığı’na başvurmuşlar. Bakanlığın görevlendirdiği müfettişler, savcının soruşturmayı savsakladığı sonucuna varmış ve raporlarında savcı hakkında disiplin cezası uygulanması gerektiğini belirtmişler.
Gerisini Güldal Mumcu şöyle anlatıyor:
“Fakat bu istem uygulanmadı. Bu istemin uygulanması için Askerî İdare Mahkemesi’ne başvurduk, çünkü Ülkü Coşkun askerdi. Askerî İdare Mahkemesi, bu cezanın uygulanamayacağını, neden uygulanamayacağı konusunun da açıklanamayacağını, çünkü bunun devlet sırrı olduğunu söyledi.”
“Bulun deniyor, bulun ulan denmiyor!”
Kitabın yayımından hemen önce kitabı tanıtmak amacıyla Cumhuriyet’te yayımlanan dizinin ikinci bölümünde, Güldal Mumcu’nun başka ilginç anılarına da yer verilmiş… Meselâ 13 Nisan 2000’de yaşadığı şu tecrübe:
“Olay yeri inceleme ekibinden Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Uğur Badem telefon edip ziyaret etmek istediğini söyledi. Vakfa davet ettim, geldi.
“Çalışmalarına devam ettiklerini, araştırmalarını sürdürdüklerini söyledi. Ama biraz sıkıntılı bir hâli vardı. ‘Güldal Hanım, bize bulun diyorlar’ dedi.
“E başka ne söyleyeceklerdi ki’ diye sorunca, ‘Bulun ulan! denmiyor. MİT, Emniyet, siyaset arkamızda tam durmuyor’ diye cevap verdi.”
Güldal Mumcu’nun bu açıklamasıyla biz, devletteki soruşturma dilinin incelikleri hakkında da bilgi sahibi olmuş oluyoruz. Buna göre, “Bulun ulan” demek, “failleri bulun, yoksa çıranızı yakarım” anlamına gelirken, “bulun” demek, “Bulmayın ulan” anlamına geliyor!..
Tablo buyken, üstüne Peker’in açıklamaları gelmişken, “Uğur Mumcu suikastını İran istihbaratı ve siyasal islamcılar yaptı” kesin inancı biraz fazla olmuyor mu?