Murat Sevinç’in Diken’de yayımlanan yazısından aktarıyoruz:
Bu ülkede hiçbir şey gizli saklı olmadı. Her şey gözümüzün önünde yaşandı ve yaşanıyor. Oldum olası ‘derin bir şeyler’ yorumlarından hazzetmedim, gizeme gerek yok, yaşadıklarımızın neresi derin! Kör parmağım güzüne hukuk dışılıklar, anayasaya aykırılıklar mı? Sayısız insanın sorgusuz sualsiz işinden gücünden edilmesi mi? Toplum ortalamasının olup bitenleri suskunlukla karşılaması mı? Nedir derin olan, nedir anlaşılmayan, nedir bir türlü çözülemeyen o karmaşık ilişkiler ağı Allah aşkına? Daha iki gün önce, Yargıtay, Susurluk davasında beraatleri onayladı. Bu karardaki derinlik nedir? Bir organize suç örgütü lideri, Kıbrıs’ın Uğur Mumcu’su olan Kutlu Adalı’yı öldürmek için kardeşini gönderdiğini, sonra o işi başkasının yaptığını söyledi birkaç yıl önce ve yaprak kıpırdamadı memlekette, derinlik bunun neresinde? Bilinmeyen, görülmeyen, anlaşılmayan ne var? Boğaziçi Üniversitesi’nin yaşadığı malum, gören bilen yok mu; yarın bir gün muhterem akademi ‘duymamıştık’ mı diyecek? Hangi akademi, Türkiye’de ve Boğaziçi’nde yaşananları zerre kadar umursamayan, birer sosyal tesise dönüşmüş akademi mi? Nedir ülkemizde gizli olan?
‘Azıcık’ demokrasi olmuyor, olamıyor ne yazık ki. ‘Birazcık’ ifade özgürlüğü de. Şöyle, ‘ucundan’ hukuk devleti? Askıdaki anayasamızın ikinci maddesinde yer alan temel ilkeler ve onları etlendirip butlandıran anayasal-yasal hükümler birbirini tamamlar. Anayasa’da yaşam hakkı tanıyıp düşünce özgürlüğünü boğarsanız, o yaşam hakkı ‘nefes alma’iznine dönüşür. Ya da birine çalışma hakkı tanıyıp da sendikal hakları budarsanız, o hak kâğıt üzerinde kalır ve çalışma hakkının adı, patronların ‘ekmek verme’ zevzekliğiyle anılır. Yurttaşın seçme ve seçilme hakkını hükme bağlayıp da parlak siyasetçileri mahkemelerde-cezaevinde süründürür, milletvekilini AYM kararına rağmen ‘içeride’ tutmakta ısrar ederseniz, her iki hakkın da işlevi ortadan kalkar. Demokrasi olsun ama laiklik olmasın, iktidar ağzına geleni söylesin ama muhalefetin tepesinde mahkumiyet kılıcı sallandıralım, anayasa olsun ama işimizi görecek kadar, söz özgürlüğü olsun ama muhalifler çenesini kapasın… Hukuk? ‘Ne yani, bize de mi hukuk!’ Demokrasinin temel ilkelerinin canına okuyan işler yapanlar, göz yumanlar, eşlik edenler, ‘yok edilen’ kazanımlara muhtaç kalıyor günün birinde, hep böyle oldu, bundan sonra da böyle de olur.
Bakın, bu satırları yazarken, memleketin en değerli, en öğretici, en nitelikli radyosu Açık Radyo’nun karasal yayın lisansı iptal edilmiş, radyomuz susturulmuştu. İdari yargı fikir değiştirdi, RTÜK gereğini yaptı ve hâkim ideolojinin mensuplarının hayalini dahi kuramayacağı kalitede bir yayın organının lisansı iptal edildi. Haset, olmamışlık, kibir… Bir ölümlünün başına gelebilecek en vahim şeylerden muzdarip bir zümre.
Şimdi, Numan Kurtulmuş’un bir konuşmasında sarf ettiği düşünceler nedeniyle karşılaştığı tepki, üç-beş saat içinde sözlerini geri alışı ve hakkındaki menfî kampanyayla, örneğin Açık Radyo’nun kapatılması, örneğin sevgili Can’ın cezaevinde tutulması, örneğin o ‘bir türlü tam anlamıyla tanınamayan’ meşhur dili konuşan yurttaşların başına gelenler arasında bir ilişki olmadığını düşünüyorsanız, affedin, halt ediyorsunuz demektir.
Evet, her şey herkesin gözünün önünde yaşandı. Yaşanıyor. İfade özgürlüğü, başkaca hak ve özgürlükler gibi boğuldu. Öyle bir medeniyet kaybı ki yaşanan, dönüp dolaşıp TBMM Başkanı’nı da buldu. Karşı-devrim de kendi çocuklarını yiyordur belki, kimbilir.
Bu bir Numan Kurtulmuş yazısı değil, bugüne dek pek takip etmedim ve parti değiştirmesiyle vs. ilgilenmedim. Hakkında herkesin bildiği kadarını biliyorum ve gelecekte fazlaca hatırlanacak bir siyasi figür olacağını sanmıyorum. Beni ilgilendiren bir yanı varsa, o da, üniversiteden atıldığım ve sayısız meslektaşımla birlikte ‘sivil ölüme’mahkum edildiğim 7 Şubat 2017 tarihli KHK’de, ‘başbakan yardımcısı’ olarak imzasının bulunmasıdır. Hal böyleyken, hakkındaki duygularımı tahmin edersiniz. Gerçi, birkaç yıl önce bir vesileyle telefon eden üst düzey bir iktidar mensubunun, o KHK listeleri ile ilgili “O günlerde bakanlar önüne ne geliyorsa imzalıyordu, listelere bakılmıyordu ki”şeklindeki, Türkçesi, “Yaa haberimiz bile olmadı vallahi” mealindeki sinir bozucu ve umulabilir sözlerini düşününce… Muhtemelen o KHK’lerdeki imza sahipleri, bir gün hikâyeleri sona erip gerçek yaşama döndüğünde çok benzer mazeretler üretecek, zerre kadar umursamadıkları yaşamlarımıza ver(me)dikleri değerle paralel.
Burada beni ilgilendiren, Kurtulmuş’un bindiği gemi mürettebatının yıllardır cümlemize yaşattığı ve kendisine sunulan makamda, kaptan köşkünün hemen kıyısında sahip olduğu huzurunun umulmadık bir anda kaçması. Üstelik TBMM Başkanı’nın huzurunu kaçıranlar çevresindeki mürettebat tarafından ‘ezilenler’ değil, dahil olduğu ittifakın mensupları.
Diken okuru içinde yaşı yetmeyecek olanlar vardır belki, böyle tartışmalar (dördüncü madde/yeni anayasa gibi) AKP’nin ilk zamanlarında çıksaydı, şu ana dek farklı görüşleri savunan yazılar yayınlanır, karşı çıkanlar ile taraftarlar arasında yarı akademik, anlamlı bir tartışma başlardı. Merak ediyorum, Kurtulmuş ve benzer yönde düşünen AKP’liler, artık neden böyle tartışmaların olmadığını, çoğu insanın -amiyane tabirle- ‘topa girmediğini’ ve her polemikte ‘kendileriyle’ baş başa kaldıklarını, bir an olsun düşünüyorlar mıdır?
Tartışabilecek, konuşmayı isteyeceklerin ‘çoğunu’ ezdikleri için olabilir mi, mesela? İşten attıkları, hapse attıkları, sivil ölüme mahkum ettikleri için? Akademideki, yazar çizerdeki sessizlik ve tedirginliğin bir nedeni de, meslektaşlarının başına gelenlere tanıklık olabilir mi? “Hadi açılalım, olmadı kapanalım, dur yine açılalım…” yordamının, muhatabı aşağılayıcı ve bezdirici, umut kırıcı yanları olduğunu düşünmek çok mu zahmetli? Biri, “Yazacak mısın bu konuda?” sorusuna, “Boş versene, kime ne anlatacağım, üç gün sonra fikir değiştirirler, olan yine yazıp çizene olur” yanıtını verse, haksız mı? “Açıldık, taaaartış; kapandık, sus.” Şeker kardeşim, ahali elektrik düğmesi değil ki, insan nihayetinde.
TBMM Başkanı, Anayasa’nın üçüncü maddesiyle ilgili bir yorum yaptı, düşündüğünü söyledi. Bana kalırsa yorumu doğru değildi. Güzel de, biri söyler diğeri karşı çıkar, yazılır çizilir, konuşulur… Medeniyet dediğimiz de böyle bir şeydir. Mesele şu ki, Kurtulmuş’un bugün maruz kaldığı baskı, dün sustuğunun, birlikte sustuklarının sonucu. Kendi yarattıkları atmosferde konuşamaz hale geldiler. Bu süreçte, yalnızca ve yalnızca ‘prensip sahibi’ oldukları için AKP’lilerin haklarını savunanlar büyük ölçüde tasfiye edildi, ezildi ya da etkisizleştirildi. Çünkü aynı insanlar, çile çektirilen ‘diğerlerinin’ de hakkını ‘yüksek sesle’ savundu ve bedelini ödedi, ödüyor.
Sadece şu (AKP’lilerin ilgi alanına giren, onlara hitap eden) örnekleri vereyim, yazı uzamasın: Bugün yerle yeksan edilen Boğaziçi Üniversitesi, zamanında, belki birkaç pürüz haricinde ‘türban yasağı’ saçmalığının yaşanmadığı nadir devlet üniversitelerinden biriydi. Hâlihazırda ‘çeyrek KHK’li’ olarak çalıştığım A.Ü.’de ise, 90’ların sonu-2000’lerdeki türban yasaklarına ‘prensip sahibi’ olduğu için karşı çıkan hemen herkes, yukarıda andığım 7 Şubat KHK’si ile işten atıldı, sivil ölüme mahkum edildi. Bir ibişin işbirliğiyle. Bu örneği başkaca üniversiteler-meslektaşlar için de gönül rahatlığıyla verebilirim. O yıllarda suskun kalan, devrin ‘ulusalcı’ muktedirleriyle işbirliği yapanlar ise bugünün muteber ‘hocaları’ ve çeşitli düzeylerde ‘idarecileri’ oldu. Numan Kurtulmuş ve çevresindeki hâlenin tanıklığında.
İlk üç madde ‘tartışmasındaki’ sığlığın, aynı kampta olup da ‘değişir’diyenler ile ‘değiştirtmezük’ diyenler arasındaki ‘içeriksiz’ tartışmanın, aklı başında ve konuyu bilen yazarların şu âna dek daha ziyade ‘izlemeyi-umursamamayı’ tercih edişinin müsebbibi, eh vallahi ‘çile çektirdikleriniz’ değil. Peki bu satırlar, kibirden burnunun ucunu göremeyenlerin kafasının biraz olsun karışmasına, yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleşmesine neden olur mu? Hayır, olmaz.