2 Mart Pazar akşamı bu senenin Oscar ödülleri töreni her zamanki gibi Hollywood’un Dolby Theatre salonunda gerçekleşecek. Los Angeles saati ile 19.00’da başlayacak ödül töreninin kazananlarını Türkiye’de 3 Mart Pazartesi sabahı öğrenebileceğiz. Bu sene ödül töreni bazı platformlardan (Türkiye’de sabah 02.30’dan itibaren Disney Plus’ta) canlı olarak seyredilebilecek. Los Angeles’taki orman yangınları sebebiyle iptal edilebileceği düşünülen Oscar töreni, Grammys ve Sag Awards ödüllerinin verilmesinin ardından gerçekleşiyor ve Hollywood’un en prestijli ödülleri sahiplerini buluyor. Amerika’nın ünlü sunucularından Conan O’Brien tarafından sunulacak olan 2025 Oscarlar töreninde yangınlarla mücadelede gönüllü olan Hollywood çalışanlarının onurlandırılması ve zararların karşılanmasına yönelik bir yardım kampanyasının da başlatılması bekleniyor.
Nedense bu senenin filmleri bende karmaşık, tam de emin olamadığım, duygular uyandırıyor. En iyi film dalında aday gösterilen 10 filmin 6’sını seyrettim, geriye kalan 4’ünün ise nasıl olduğunu seyretmeden de tahmin etmek mümkündü. Oscar’ın en iyi film adaylarına topluca bir baktığımızda geçtiğimiz sene dünya film sektörü hangi konuları kendine dert edinmiş diye düşünüyorum. Anora’da Amerikalı bir seks işçisi genç bir kadınla, Rus oligark bir ailenin uçarı genç oğlu arasında başlayan aşk ve evlilik macerası konu alınıyor. İçinde biraz komedi, biraz macera, biraz vurdu kırdı barındıran bu film seyri hoş ama sanki biraz fazla uzatılmış, bazı sahneleri gereksiz tekrara girmiş diye düşündüm. Bu film Avrupa’daki festivallere de katılmış ve önemli ödüller kazanmıştı, Türkiye’de de Film Ekimi’nde izlemiştik.
The Brutalist, İkinci Dünya Savaşı sonrası toplama kampından kurtulmayı başarıp Amerika’ya göç eden Macar bir mimarın hikayesini konu alıyor. Amerika’ya göç sonrası orada yaşanan ekonomik sorunların yanı sıra, Yahudilere karşı uygulanan ayrımcılık ve negatif önyargılar filmin esas merkezine oturuyor. Filmin ismi Brutalist çünkü hayatı anlatılan Laszlo Toth karakteri, Brutalizm akımını takip eden bir mimar. Dekoratif tasarımlar yerine beton ve çelik gibi yalın malzemeleri ön plana çıkararak minimalist yapılar inşa eden bu akım, savaş sonrası binaların restorasyonu sürecinde ortaya çıkmış bir yaklaşım. İlk başta Brutalist filmine pek ilgi olmadığı ancak sonra bazı lobiler tarafından Avrupa ve özellikle Amerika’da parlatıldığını anlatan bir makale okumuş, izlememeye karar vermiştim. Ancak film Oscar adayı olunca ve etrafımdaki kişiler nasıl buldun diye sıkça sormaya başlayınca, biraz merak biraz görev icabı, seyrettim. Üç saati aşan uzun bir film, seyrettiğime pişman mıyım hayır, ama sanki bir türlü sadede gelmeyen, olay örüntüsünün beni tam yakalamadığı ve sanki biraz da tekrara kaçan bir tarafı var filmin.
Papa’nın ölümü sonrası yeni papa seçim sürecinde yaşanan entrikalar ve siyasi hesapları anlatan The Conclave seyretmesi hoş bir film. Özellikle Ralph Fiennes’i çok sevdiğim için benim açımdan zaten her halukarda keyifli; sinematografisinin hoşluğu, Vatikan görüntülerinin renkli zenginliği ile o gizemli dünyanın içyüzünü izleyiciye hissettirmesi açısından bence çok başarılı. Pope Francis’in hastanede yattığı ve acaba yeni papa seçimine yaklaşıyor muyuz diye düşünülen bugünlerde gündeme tabiri caizse cuk oturan bir film.
Bu sene en merak ettiğim ama bir o kadar da hayal kırıklığına uğradığım film ise The Substance oldu. Bir uçak yolculuğu öncesi filmi i-pad’ime indirmiştim, uçak kalkar kalkmaz da heyecanla seyretmeye başladım ama maalesef sıkıldım ve kapattım! Sonradan hakkında o kadar çok konuşuldu ki ve Demi Moore o kadar çok ödül topladı ki acaba ben mi bir şey kaçırdım diye düşünmeden edemedim. Bıraktığım yerden yeniden başladım ama malesef hızlı hızlı ileri alarak ancak bitirebildim, dramadan ziyade seyretmesi epey zor bir korku filmi skalasında bile değerlendirilebilir. Bana bir de bu filmle ilgili şu itici geldi: filmin en büyük eleştirisi kadınların genç ve formda kalmaları için toplum ve endüstriler tarafından baskı altına alınması ve bunun uğruna sağlıklarını ve kendi benliklerini tehlikeye atmaları. Bu pek tabii önemli bir eleştiri konusu ancak bu mesajı taşıyan bir filmin başrolünün Demi Moore gibi estetik ve uzun yaşam olanaklarından sonuna kadar faydalanan bir oyuncu tarafından oynanmış olması antipatik. Belki de ironi yapılmak istenmiş, o tarafını bilemiyeceğim.
Yukarıda ismi geçen filmler en iyi film kategorisindeki favoriler; ama benim gözümde çok da Oscarlık değiller. Öte yandan, 10 filmlik liste içinde benim favorim I’m Still Here; Brezilya yapımı bu film hem uluslararası fimler listesinde hem de en iyiler listesinde yarışıyor. Walter Selles’in yönettiği filmde 1964 darbesi sonrası askeri cunta döneminde Brezilya’da kaybedilen milletvekili Rubens Paiva’nın hikayesi ve bu olay sonrasında karısı Eunice’in beş çocuğu ile verdiği yaşam mücadelesi ve aktivistliği anlatılıyor. Gerçek bir hayat hikayesi üzerine kurulan film hem hikaye akışı, hem oyunculuk, hem de sinematografisiyle dört dörtlük bir film. Başrol oyuncusu Fernando Torres benim gözümde en iyi aktris ödülünü hak ediyor. Kasım 2024’te Brezilya’da gösterime girdikten sonra dikta rejiminin zalim olduğunu reddeden Brezilya aşırı sağının hedefi olan film tüm engellere rağmen dünyada başarısını ispatlamış durumda.
Öte yandan I’m Still Here, en iyi yabancı film kategorisinde yine Film Ekimi’nde seyrettiğimiz ve hakkında Serbestiyet’te bir yazı da yayımladığımız İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof’un filmi The Seed of the Sacred Fig ile yarışıyor. Benim temennim I’m Still Here’ın en iyi film, Sacred Fig’in de en iyi yabancı film ödülünü alması. Ama tabii Amerikan film endüstrisinin tercihleri ve çıkarları Brezilya ve İran yapımı filmlere ödül vermek konusunda benim zevkimle uyuşur mu bilemem!