Erdoğan’ın sürpriz reform söylemi toplumla iktidar dünyası arasındaki perdeyi beklenmedik biçimde araladı. Medyanın ve parlamentonun mevcut rejimin anlamsız ve kişiliksiz bir uzantısına dönüşmesi, iktidarı toplumun izleme menzilinden iyice uzaklaştırmıştı. Ne yaptığını iyi bilen, gücünden emin ve kararlı lider, perdenin önündeki kürsüden bizimle dolaysız bir ilişki yürütüyordu. Perdenin arkasını görmüyor, tasavvur edebiliyorduk ancak. Belli ki uyumlu, katı bir bağlılığa dayanan stratejik bir ittifak vardı orada. Sistem nedeniyle birbirlerine muhtaç olmanın yanısıra, ideolojik politik ayrımların iyice silikleşmesi, ortak bir akılda buluşulması ile derinleşmiş; dikiş izleri seçilmez olmuş, güçlü bir kader ortaklığı doğmuştu… Yaygın tasavvur böyleydi.
Oysa hiç de öyle değilmiş.Bu çok parçalı yapının en kırılmaz diye düşünülecek merkezinde yaşandı ilk kopuş; Berat Albayrak istifa etti. Fakat en az o kadar önemlisi, MHP – Erdoğan ilişkisindeki kırılganlığın fark edilir oluşudur. İktidar ısrarla muhalif bloku parçalama manevraları yaparken ve kamuoyu çoğunluğu Millet İttifakı’nın dayanıklılığından kuşku duyarken, Cumhur İttifakı’ndan geldi çatırtılar. Üzerine düşünmeyi çok hak eden bir durum bu.
Erdoğan’ın reform çıkışının, ekonomik yıkımın dayattığı bir can havli manevrası olduğu gözüküyor. Ortada vizyonerlik filan değil, ısrarla sürdürülmüş fahiş bir yanlıştan dönme çabası var. Muhalefetin bu gerçeği topluma anlatması önemli.
Fakat en az bu gerçeğin anlatılması kadar önemli başka sorunlar da var. Siyaset toplumla konuşmaktan ibaret bir iş değil çünkü. Olguları doğru anlamlandırmayı, politik aktörlerin konumu ve niyetini etkilemek ve güçler dengesini değiştirmek için yol ve yöntemler üretmeyi gerektiren, belirsizliklerle dolu, zor, karmaşık, dinamik bir alan, siyaset.
Perde aralanınca gördüklerimizi nasıl anlamlandıracağız? Kısa zaman önce gördüğümüz, Çakıcı’nın 90’lı yılların devlet aktörleriyle fotoğrafı, HDP tutuklamaları, İmamoğlu’na açılan İçişleri Bakanlığı soruşturması, DTK operasyonu, Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’na yönelttiği ağır tehdit ve aynı hız ve şiddetle onu destekleyen Bahçeli, Erdoğan ve tüm iktidar sözcülerinin suskunluğu, takip eden Arınç ve İhsan Arslan olayları, Bahçeli’nin Arınç hakkındaki çok ağır sözleri ve Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlığının kaldırılmasını istemesi üzerine Ankara Savcılığı’nın hazırladığı müzekkere ve nihayet Erdoğan’ın söylemindeki keskin dönüş…
Bunlar bize ne anlatıyor?
Birincisi; iktidar dağılımının dışarıdan gözüktüğü gibi olmadığını, güç kullanımının seçmen desteğinden önemli ölçüde bağımsızlaştığını, MHP’nin kitle tabanını çok aşan dişli bir bürokratik iktidar odağının varlığını.
İkincisi; bu ittifak içinde Erdoğan esas gücünü kitlelerin onayına borçlu iken, Bahçeli üzerinden temsil bulan odağın gücünün, devlet mekanizmasındaki etkinliğine bağlı olduğunu.
Üçüncüsü; tarafların güçlerini borçlu oldukları yapısal özellikleri nedeniyle bu ittifakın kırılgan olabileceğini. Kitlelerin kararlarına duyarlı olan Erdoğan’la devletin güç mekanizmaları üzerinden iş yürüten odak arasında yönelim farkları doğabileceğini ve içinde bulunduğumuz koşullarda bunun gerçekleştiğini.
Dördüncüsü; Erdoğan’ın Berat Albayrak’ın da istifasına yol açan açılım söylemine yönelirken bu odağın onayını almadığını; konu konuşulmuşsa da bürokratik odağın Erdoğan’a güvenmediğini; reform söyleminin yeni bir rota arayışına, daha da önemlisi kendi tasfiyesine yönelebileceğinden kuşku duyduğunu ve çok sert hamlelerle bunu belli ettiğini, “izin vermeyiz” mesajı gönderdiğini.
Sonuncu olarak da; önce askeri vesayetin, ardından Cemaatin bürokratik gücüyle çok sert tecrübeler yaşamış olan Erdoğan’ın, 90’lı yıllardan tanıdığı bu derin odağa güvenmekten ziyade mecburi bir ilişki içine sürüklenmiş olduğunu ve bu aşamada çatışmaya girmekten kaçındığını…
Perde aralığından görünenlerin bunlar olduğunu düşünüyorum.
Eğer bu analiz doğru bir yerden bakıyorsa, soruyu nasıl sormamız gerektiğini de söyleyebiliriz: Çokça tercih edildiği gibi “AKP (veya Erdoğan) 2000’li yılların başına; demokratik reform çizgisine dönebilir mi” değildir soru. Doğru soru: “Türkiye gittikçe derinleşen otoriterleşme yönünden çevrilebilir mi; bu cepheleşme bozularak bir Türkiye İttifakı kurulabilir mi” olmalı. Çünkü, bunun olabilmesi için Erdoğan’ın 2002’ye dönmesi gerekmiyor. Soruyu daha da sadeleştirelim: Normalleşmeyi nasıl sağlayabiliriz?
Memleketin bir felâkete doğru yol aldığını düşünen benim gibi biriyseniz, iki seçeneğe indirebilirsiniz cevabı. Ya Erdoğan’ın da içinde durduğu bu iktidar blokunu seçimlerde yenerek ülkeyi normalleşme hattına sokacağınızı düşünür, stratejinizi buna göre kurarsınız; ya da rövanşizm tuzağına düşmeden iktidar blokunu parçalamaya, Erdoğan’a gücüne uygun alan tanıyan pazarlıkçı politikalarla Türkiye İttifakı oluşturmaya ve anayasal rejimi revize etmeye yatırım yaparsınız.
İkincisinin ne kadar gerçekçi olduğunu (iktidar blokunun yukarıda saydığım bütün zaaflarına rağmen) hiçbirimiz bilmiyoruz. “İmkânsız” diyenler de, “olabilir” diyenler de yanılabilir. Fakat şunu hepimiz biliyoruz: Seçimlerle iktidardan uzaklaştırılabilse bile Erdoğan’ın dışında bırakıldığı bir “normalleşme” çok gerçekçi değil. Toplumun en büyük diliminin derin bağlılık hissettiği bir aktörü ezmeye çalışarak normalleşemeyiz. Üstelik, her türlü hukuku aşmayı göze almış bir bloku seçimlerle ezmek!… Seçimlere bu kadar güvenmek!
Kuşkusuz normalleşmenin sadece muhalefet stratejisine bağlı olmadığının hepimiz farkındayız. Güzelim memleket az gitti uz gitti, sonunda kaderi tek bir insanın; evet, gerçekten canlı kanlı tek bir şahsiyetin yapacağı tercihlere kaldı.
Erdoğan, rejimin revizyonu ve iktidar paylaşımı için muhalefetle pazarlığı kabul eder mi? Bunu bilemeyiz. Kanımca bunu bugün kendisi de bilmiyor. Fakat Türkiye’nin çok büyük sorunlarla karşı karşıya olduğunu, bu iktidar bileşimi ve bu politikalarla daha fazla yol alamayacağını görüyor; çıkış arıyor. Bugün tanık olduğumuz tüm çelişik söylemleri bu büyük sıkışıklığın ifadesi.
Umalım ki sonunda sağduyu galip gelsin.
Türkiye’nin son yirmi yıldır yaşadığı büyük dönüşüm normalleşme ve istikrara dümen kırsın.