Ana SayfaÖZEL HABERRÖPORTAJ | “14 Mayıs tercihi bir siyasi strateji hatası”

RÖPORTAJ | “14 Mayıs tercihi bir siyasi strateji hatası”

Tarihçi Mehmet Ö. Alkan, iktidarın seçimler için 14 Mayıs tarihini tercih etmesini Türkiye siyasal tarihi perspektifinden değerlendirdi, 1950 seçimleri öncesinden çok az bilinen anekdotlar aktardı: ‘Yeter! Söz milletindir’ diyorsunuz, Millet İttifakı adında bir ittifak var iktidarın karşısında. Biraz mantıklı düşündüğünüzde aktörler ve semboller bir anda yer değiştiriveriyor. Tek benzerlik Cumhurbaşkanı'nın ikide bir yaptığı Rabia işaretine benzemesi o afişteki el işaretinin. Şaşırtıcı şekilde iktidarın, muhalefetin yani Millet İttifakı'nın işine yarayacak bir slogan bulduğunu düşünüyorum.”

Tarih Vakfı Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Ö. Alkan’ın sorularımıza verdiği cevaplar şöyle:

Bugün Türkiye yeni bir seçimin arifesinde. Bu seçimin tarihi şimdiye kadar çok konuşuldu, erkene alınıp alınmayacağı tartışıldı. Son olarak başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere tüm yetkililer 14 Mayıs tarihinde anlaşıldığını söyledi. Tabii bu tarihin Türkiye demokrasi tarihinde özel, önemli bir yeri var. 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimleri hatırlatıyor. Biz de bugün o seçimleri konuşmak, hatırlamak istiyoruz. Bize ilk olarak 14 Mayıs 1950 seçimlerine giden süreci anlatır mısınız?


14 Mayıs 1950’nin öncesinde tabii ki ondan önceki 1946 seçimlerine gitmek gerekiyor. 1946 seçimlerinin önemini konuşmak gerekiyor. 46 seçimleri Türkiye’de Cumhuriyet dönemindeki uzun bir tek parti yönetiminin ardından ilk çok partili belediye seçimleri ve ilk çok partili genel seçimlerdir. Peki bu sürece nasıl geldik?

Şimdi uzun tarihi bir kenara bırakalım. Yakın tarihten söz edelim. Bir İkinci Dünya Savaşı süreci yaşamış durumda Türkiye 1939’dan itibaren. Atatürk’ün vefatıyla İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçilmiş ve Milli Şef olarak isimlendirilmiş durumda. Dolayısıyla Milli Şef’li 1939-1943 ve 1943-1946 arasındaki iki seçim dönemi aynı zamanda Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk düşüyor. Tabii İkinci Dünya Savaşı yılları Türkiye açısından çok sıkıntılı yıllar. Bunu görmek gerekiyor. Fakat her nereden bakarsanız bakın, ister taraftar olun ister karşıt olun Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmemesi büyük bir rahatlama oldu. Eğer Türkiye bir şekilde İkinci Dünya Savaşı’na girmiş olsaydı kendini toparlaması mümkün olmazdı. Bu hakkı teslim edelim evvela.

Fakat İkinci Dünya Savaşı yılları aynı zamanda Türkiye’deki toplumsal ve ekonomik yapının değiştiği dönemler. Nasıl değiştiği dönemler? Her savaş dönemi kendi zenginini üretir. İkinci Dünya Savaşı’nda da ticaret burjuvası, sanayi burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri savaşın verdiği fırsatları da kullanarak büyük bir varlık edinmeye başladılar. Buna karşılık da iktidarı elinde tutan siyaset sınıfı, bürokrasi, CHP, devlet, onların bu gücü elde etmesini denetlemek istedi. Onların çok fazla ekonomik güç elde etmesine razı olmadılar. O yüzden böyle sembolik kanunlar vardır çokça. İsimleri sembolik, kendileri önemlidir. Milli Koruma Kanunu bunlardan bir tanesi. Varlık vergisi bunlardan bir tanesi. Toprak mahsulleri vergisi bunlardan bir tanesi. Bu kanunların her biri aslında bu olağanüstü savaş koşullarının ürünü. Enflasyon, yokluk… Bir sürü temel ihtiyaç maddesi şeker gibi, kömür gibi, ekmek gibi karneye bağlanmış. Dolayısıyla bu ortamda zenginleşen sınıfların, kesimlerin denetim altında tutulmasını amaçlıyor. Ama mesela Varlık Vergisi tam bir utanç vesilesi. Çünkü savaşın, yoklukların, karaborsanın vesairenin suçunu, bir günah keçisi gibi azınlıklara yükleyen, Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yükleyen bir kanun, Varlık Vergisi.

Toparlamak gerekirse; birincisi yeni sınıflar oluşuyor Türkiye’de. Daha doğrusu cılız sermaye sınıfları -ticaret ve sanayi burjuvazisi, büyük toprak sahipleri gibi- güçlenmeye başlıyor. İkincisi, savaş demek yokluk demek. Dolayısıyla savaş demek Türkiye gibi neredeyse yüzde 80’inden de fazlası köylü olan tarımla uğraşan bir ülkede geniş bir kesimin bu olağanüstü savaş koşullarından çok daha fazla etkilenmesi demek.

Örneğin zaman zaman dönemin hükümeti eleştirilir, ‘Buğdaylar silolarda çürütüldü’ diye. Orada şunu belirtmek lazım: Buğday stoku o günlerde gerekiyordu açlık yaşanmaması için. Orada belki eleştirilecek şey stok yapılması değil, yapılan stoğun belli periyotlarla yenilenememesi, küflenmesinin önüne geçilememesidir. Eleştirilmesi gereken odur. Dolayısıyla Türkiye’nin sınıfları açısından baktığınızda zaten zayıf bir işçi sınıfı var. Fakat köylülük çok yaygın, ticaret burjuvazisi var. Bütün kesimlerin adeta yeni bir döneme girdikleri bir süreç İkinci Dünya Savaşı.

Ve bir anda 1945 yılında savaşın sonuna geliyoruz. Fakat savaşın sonuna geldiğimizde artık özellikle bu hacı ağa denen, İstanbul dışında, yani ana kapital dışında, kapital merkezin dışında bir sermaye birikimi elde etmiş bir sınıfın da oluşmuş olduğu görülüyor. Bunlar yavaş yavaş İstanbul’a gelecekler, bir müddet sonra da tarihin bir kuralı işleyecek: Ekonomik gücü elde edenler, siyasal gücü de isterler. Dolayısıyla Türkiye’nin siyasal hayatında ve ekonomik hayatında böyle bir ekonomik baskı oluşmaya başlayacak; siyasi hayatı yeniden düzenlemeye çalışan, dizayn etmeye çalışan yeni bir süreç.

Tabii bu noktada şunu da görmek gerekiyor: İkinci Dünya Savaşı bitmiş, savaşı faşizm kaybetmiş; Alman faşizmi, İtalyan faşizmi, Japon faşizmi kaybetmiş. Göreli olarak demokratik değerlere sahip ülkeler seçimi kazanmışlar. Çok usta bir tarafsızlık politikası izleyen Türkiye savaş sonrasında da tercihini bu demokratik ülkelerden yana kullandı. Tabii bu şu demek aynı zamanda: Eğer tercihinizi onlardan yana kullandıysanız, siyasal sisteminizi de biraz onlara yönelik değiştireceksiniz, ki bu da çok uzun yıllardır tek partinin hâkim olduğu Türkiye’de yeni bir devrenin başlaması, çok partili devrenin başlaması demek. Bunun ilk mesajını İsmet Paşa 19 Mayıs 1945 günü bayramda yaptığı konuşmada veriyor. Türkiye’nin artık demokratik bir açılım yapacağı anlaşılıyor. En yüksek ağızdan bu ifade kullanılmış durumda. Bu ifadeden cesaret alan tek parti döneminin önemli isimlerinden, Türkiye’de sivil havacılığın kurucularından Nuri Demirağ Milli Kalkınma Partisi adıyla bir parti kuruyor. Dolayısıyla 1930’dan beri yaklaşık on beş yıldır tek partinin hâkim olduğu Türkiye’de ilk kez ikinci bir parti kuruluyor. Böylece sistem çok partili hale geliyor. Fakat Türkiye’de çok partili siyasal hayat deyince Milli Kalkınma Partisi akla gelmez, Demokrat Parti akla gelir.

O yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi bir koalisyondur, bunu unutmamak gerekir. 1945’te o koalisyonun çatırdamaya başladığını ve daha demokratik açılımlar gerektiğini söyleyen üyelerinin olduğunu görüyoruz ki onlar parti meclisinde bir önerge verecekler. Altında dört imzası olan bir önerge… Buna biz ‘Dörtlü Takrir’ diyoruz, Adnan Menderes, Celal Bayar, Mehmet Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın imzasını taşıyan. Bunlardan ikisi partiden atılacak, ikisi de istifa edecek daha sonra. Fakat önemi şu 1945 yılındaki bu oluşumun: Bir defa bu takrir çiftçiyi topraklandırma kanunu sonrasına, o müzakereler sırasına denk düşüyor. Ve bu aslında Türkiye’de toprak sahibi sınıfların da rahatsızlığı demek. Bizde çok klasik bir klişe vardır: ‘Toprak ağası’ deyince her nedense Kürt ağalar gelir akla. Evet Kürt ağalar da toprak ağasıdır ama biliyorsunuz ki çoğu verimsiz topraklardır. Bizde gerçek toprak ağaları Batı’dadır. Mesela Adnan Menderes Türkiye’nin en büyük toprak ağalarından biriydi. Bunu hatırlamamız gerekiyor. Dolayısıyla o Dörtlü Takrir’in altında imzası olan isimlerin aynı zamanda bir ekonomik sınıfı ifade ettiğini hatırlamamız gerekiyor.

Sonuçta toparlamak gerekirse 19 Mayıs’ta hem Türkiye’nin yeni bir demokratik evreye gireceği en yüksek ağızdan, Cumhurbaşkanı’nın ağzından deklare ediliyor hem de Milli Kalkınma Partisi adıyla çok partili hayata geçişimizi simgeleyen bir parti kuruluyor. Fakat bizi asıl ilgilendiren, izleyen on beş yıla damgasını vuracak olan Dörtlü Takrir’in 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti olarak partileşmesi. Bu parti kurulduktan sonra kendisinin de beklemediği büyük bir rağbet görüyor. Çünkü savaş döneminin getirdiği köylüler üzerindeki baskılar, ürünlerin satılamaması, yeni yükselen ticaret ve sanayi burjuvası, öte yandan nereden baksanız 1925’ten beri tek partiyle yönetilen bir ülke. Dolayısıyla bütün bu süreçlerden rahatsızlık duyan, liberalinden tutun Kürdüne, siyasi İslamcısından tutun da sosyalistine kadar, her kesimine kadar, köylüsüne, işçisine kadar bütün bu geçmişte yaşanan yoklukların ya da sıkıntıların faturası ister istemez tek parti olduğu için CHP’ye çıkıyor. Ve bu geçmişten rahatsızlık duyan bütün bu kesimler yeni kurulan partiye rağbet etmeye başlıyor. İsmi de önemli: Demokrat Parti. Yani Türkiye’nin demokrasi ihtiyacını vurgulayan bir parti. Kısa sürede rağbet görmeye başlayınca Demokrat Partililer de şaşırıyor, CHP’liler de şaşırıyor. Bu rağbetin artacağını fark edince CHP, 1947’de yapılması gereken seçimleri erkene, 1946 yılına alıyor. Dolayısıyla bir anda bir erken seçim havası doğuyor Türkiye’de. 

Şu çok ıskalanan bir konudur: Biz çok partili siyasal hayata 1945 yılında geçtik, Milli Kalkınma Partisi’yle. Fakat 1946 yılında ilk çok partili seçimler yapıldı. Bu ilk çok partili seçimlerin ilki belediye seçimleriydi. Bunu hatırlamamız lazım; bu ıskalanır, unutulur, zikredilmez. Milli Kalkınma Partisi’yle CHP’nin yarıştığı bir süreçtir o. İkincisi genel seçimlerdir. Şimdi önce belediye seçimlerini yaşıyor Mayıs ayında Türkiye. İlk olarak orada sandıklarda hile yapıldığına dair rahatsızlıklar dile getiriliyor. Milli Kalkınma Partisi bunu özellikle belirtiyor. Sonrasında Türkiye genel seçime gidecek, erken genel seçime. Demokrat Parti bir ara tereddüt etti seçimlere girip girmemek konusunda. Çünkü örgütlenmesini tamamlayamamış durumda. Dolayısıyla mali olarak da güçsüz. Halbuki CHP bir devlet partisi ve mali olanakları çok büyük. Fakat kısa bir tereddütten sonra girmeye karar verdiler seçimlere. Ve 21 Temmuz’da seçimler yapıldı.

Şimdilerde de bir simge olarak kullanılan “Yeter! Söz milletindir” afişinin ve sloganının ilk kullanıldığı seçimleri herkes 1950 seçimlerine yorar ama hayır, onun ilk kullanıldığı seçimler 1946 seçimleridir. 1950’de de kullanıldı ama daha güzel bir şekilde kullanıldı.

Onun hikâyesini birazdan ayrıca sormak istiyorum size.

Tamam. Demokrat Parti örgütlenmesini tamamlayamadan, hemen hemen Türkiye’nin yarısından biraz fazla ilinde aday gösterecek şekilde, yani 470’e yakın milletvekili adayı göstermesi gerekirken ancak yarısını gösterecek şekilde seçimlere girdi ve seçimler sonucunda da altmış civarında koltuk kazandı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin de 400 küsür civarında milletvekili çıkarttığını görüyoruz.

Genellikle bu konuda kafalar karışır. Şöyle ki; seçim sonuçlarına baktığımızda CHP’nin 395 vekil çıkarttığı görülür. Fakat parlamento açıldığında bu rakam 10-15 artmış görülür. Bunu yadırgamamak gerekiyor. O zamanki seçim sistemimiz bizim çünkü birden fazla seçim çevresinde aday gösterilmeyi mümkün kılıyordu. Dolayısıyla siz birden fazla yerde aday olabiliyordunuz. İki yerde de seçildiyseniz bir yeri tercih ediyordunuz. Boşalan yer için tekrar seçim yapılıyor falan filan. Bu uzun bir hikâye fakat bu seçimin milletvekili sonuçları genellikle çok kafa karıştırır. Sebebi budur. Bir önemli konu daha var 1946 seçimleriyle ilgili. İlk kez 1877’de iki seçim yaptık. Sonra 1908, 1910, 1912, 1914, 1919. Altı seçim yaptık Osmanlı’da. Sonra 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. 1923, 1927, 1931, 1935, 1939, 1943 seçimleri dahil olmak üzere hepsi iki dereceli seçimlerdi. Türkiye tarihinde ilk kez 1946’da tek dereceli seçimler yapıldı. Bu Türkiye’yi siyasal krizlere götürecek bir seçim sistemi oldu aynı zamanda. Özellikle 1950’den sonra Demokrat Parti bir anlamda bunun, yani tek dereceli, çoğunluk sisteminin avantajını yaşadı. O da şöyle bir avantaj sağladı: Yüzde elli üç oy alıyorsunuz, parlamentonun yüzde seksen beşine sahip oluyorsunuz. Yüzde elli yedi oy alıyorsunuz, parlamentonun yüzde doksan beşine sahip oluyorsunuz milletvekili sayısı olarak. Çok adaletsiz bir sonuç ortaya çıkartıyor. Çünkü bir seçim çevresinde bir fazla oy alırsanız o seçim çevresinin bütün milletvekilliklerini çıkartıyorsunuz. Dolayısıyla 1946 seçimleri böyle seçimler. CHP erken baskın seçim yapıp Demokrat Parti’yi hazırlıksız yakalamak istedi. Hakikaten de hazırlıksız yakaladı. Zaten Demokrat Parti’nin sayıca az milletvekili çıkaracağı aşikar. Fakat daha vahim bir şey yaptılar, seçimlere hile karıştırdılar. Bu bizim çok iyi niyetli bir şekilde belki çok partili siyasal hayata geçen Türkiye’nin demokratik zaafı oldu.

Bu hile de şu şekilde yapıldı: Şimdi sandığa gidip oy kullanacaksınız. Her sandıkta, sandığın önünde bir partinin milletvekili listesi var. Sandık başkanının önünden bir tane liste almak zorundasınız. Çünkü iki tane alırsanız oyunuz geçersiz olur. Dolayısıyla sandık başkanı ve görevliler sizin hangi listeyi aldığınızı görüyor. Sonra siz kabine gidip zarfa koyuyorsunuz onu. Gelip kutuya atıyorsunuz. Dolayısıyla herkes için o seçimlerdeki temel ilke, gizli oy, burada ihlal edilmiş oluyor, açık oya dönmüş oluyor. Temel demokratik seçim ilkesi gizli oy açık sayımdır. Halbuki bu açık oylamaya dönüyor.

Peki 1946 seçimleri için neden açık oy gizli tasnif nitelemesini kullanıyoruz? Şu sebepten dolayı; sandık başkanları ve sandık kurulu tabii ki devletin ve ağırlıklı olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin elemanlarından oluşuyor. Herkesi dışarı çıkartıyor, sandığı boşaltıyor, oy sayımı yapıyor. Ve tutanak tutuyor. Tutanağı tuttuktan sonra bütün oylar yakılıyor. Tutanak imzalanıyor. Geriye yalnızca tutanak kalıyor. Dolayısıyla siz bir sandıkta Demokrat Parti’ye elli tane oy atıldığını görmüş olsanız bile o sandıktan üç tane Demokrat Parti’ye oy çıktığını mazbatada gördüğünüzde itiraz etseniz sayacağınız oy yok. Yakılmış durumda oylar. Dolayısıyla kırk altı seçimleri böyle bir sıkıntıyla yaşandı. Yapıldığı andan itibaren de Demokrat Parti sürekli itiraz etti. Bu itiraz yaz aylarında da devam etti parlamento açılmadan. Protesto mitingleri düzenlediler. Parlamento açıldığında gerilim devam etti. Bütçe görüşmelerinde de benzer gerilimin devam ettiğini görüyoruz. Hatta Demokrat Parti adına, Adnan Menderes’in yaptığı konuşmayı dönemin başbakanı “Çok psikopatça bir açıklama” gibi bir ifade ile karşılayınca ortalık karışıyor. Muhalefet de iktidara yönelik diktatör suçlamasında bulunuyor. Bu gerginlik iki tarafı yumuşatacak 12 Temmuz Beyannamesi’nin İsmet Paşa tarafından ilan edilmesine kadar devam etti.  

Dolayısıyla biz çok partili siyasal hayata bu gerginlikle geçtik. Evet, bu gerginlikle geçtik ve hileleri de eleştirelim ama şunu da unutmayalım: Sonuçta bu ülke 1877’den beri seçim yaptı. Cumhuriyet döneminde dört yılda bir seçim yaptı. Yani seçime değer verdi. Dolayısıyla seçim siyasal kültürü olan bir ülkeden söz ediyoruz. Bu bir. İkincisi tüm bu seçimlerde birkaç istisna dışında bir ölüm olmadı. Yani Adnan Menderes’in kâhyası öldürüldü ama o ayrı. Sonuçta kansız çok sayıda çok partili seçim yaptı Türkiye. Bu önemli. Belirtmek gerekiyor.

Şimdi sizin sorunuzdaki 1946-1950 arası kritik bir dönem. 1947 yılı özellikle kritik. Cumhuriyet Halk Partisi de kongresini yapacak, Demokrat Parti de kongresini yapacak. Hatta Demokrat Parti’nin kongresinin ismi Hürriyet Misakı olacak. Sonra 1949’da yapacağı ikinci kongresinin ismi de Milli Teminat. Hatta Milli Husumet Andı olarak geçecek. Aynı 1947 yılında CHP de bir kongre yapacak ve CHP kongresinde ilk defa CHP koalisyonu dağılmaya başlayacak. Yani CHP içindeki muhafazakârlar, milliyetçiler, devletçiler kendi aralarında daha kristalize olmaya başlayacaklar ve bir süre sonra bazıları ayrılacak partiden zaten.

Tabii çok partili bir siyasal hayata geçiyorsun ama hâlâ toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle ilgili kanunda sıkıntı var. Üniversitelerin özerkliği konusunda sıkıntı var. Derneklerin kurulması konusunda sıkıntı var. Üstelik Cumhurbaşkanı partili bir cumhurbaşkanı. İsmet Paşa onu aşmak için genel başkanlığı vekaleten bıraktı. Yani tarafsız olmadı tam, partisinden istifa etmedi ama genel başkanlığı vekaleten bıraktı. Öyle bir ara formül buldu. Ve tabii ki artık çok partili siyasal hayat var, seçmenin ayağına gideceksiniz. Seçmen tek parti döneminin özellikle din politikalarından rahatsız olmuş bir seçmen. Aslında tek parti dönemi icraatları doğrudan doğruya dine yönelik değil, İslam’a yönelik değil. İslam’ın siyaseten kullanılmasına yönelik tedbir aldığını düşünse de bu sonuçta mümin, mütedeyyin insanlarda bir rahatsızlık yaratmış durumda. Dolayısıyla o kesimle barışı kurmak istiyor. O barışı kurmak için mesela din derslerini koydu. Bu çok az bilinir. Herkes bunu Demokrat Parti’ye yorar ama hayır Türkiye’de din dersini getiren Cumhuriyet Halk Partisi’dir, ilahiyat fakültesini 1949’da açan Cumhuriyet Halk Partisi. İmam hatipleri mesela tekrardan harekete geçiren Cumhuriyet Halk Partisi. Seçimlerden önce böyle bir açılım var. Çünkü artık seçmenin ayağına gitmek durumundasın. Seçmenden oy istemek durumundasın. Bir de üstelik 1946 gibi sorunlu bir seçimle demokrasi başlamış, demokratik hayat başlamış ve 46-50 arasında da bu her bakımdan gerilim yaratmış.

Sonuçta bu Milli Teminat Andıyla beraber ikinci kongresini yapan Demokrat Parti şunu talep etti: ‘Az çok demokratik bir seçim kanunu yapılacak. Yapılmazsa ben seçimlere katılmayacağım.’ Buna uygun olarak İsmet Paşa Şemsettin Günaltay başkanlığındaki bir heyete hakikaten o güne kadar Türkiye’nin gördüğü en demokratik seçim yasasını hazırlattı. Fakat yine tek derece çoğunluk sistemi uygulandı. Niye demokratik? Çünkü seçimleri adliyenin teminatı altına alıyor. Yani yargının teminatı altına alıyor. O yüzden önemli. İkincisi mesela o dönemin medyası, kitle iletişim aracı yalnızca radyo. Radyodan muhalefet ve iktidarın yararlanmasını mümkün kılıyor seçim kanunu. Dolayısıyla Türkiye Demokrat Parti’nin de onaylayacağı şekilde bir seçim yasasına kavuşmuş ve 14 Mayıs 1950 seçimlerine böyle gitmiştir.

Peki 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin kullandığı “Yeter! Söz milletindir” afişi ve sloganının hikâyesi nedir? Bu afiş nasıl bir sosyolojik, ekonomik ve siyasi duruma karşılık gelmektedir ki bu kadar etkili olmayı başarabilmiştir?

Demokrat Parti 1946 seçimlerine girmeye karar verince tabii ki afişlerin yaptırılması söz konusu. Bu konuda bir arayış başlıyor ve Demokrat Parti merkezinde bir kurul oluşturuluyor propaganda ve afiş üzerine. Şimdi biz iyi ki bu hikâyeyi Selçuk Milar’ın kendisinden dinlemiş durumdayız. O da Mete Tunçay Hocamız sayesinde. Onun kurduğu ve yönettiği Tarih ve Toplum dergisinde bu afişin hikâyesini Selçuk Milar, Mete hocanın ricası üzerine yazmıştı. İyi ki de yazmış. O sayede artık buna referans verebiliyoruz. Hikâyeyi şöyle anlatıyor Selçuk Milar:

Bir komşusu sayesinde Demokrat Parti merkezinde kurulan bu afiş ve propaganda komisyonundan haberdar oluyor ve onu da davet ediyorlar. Kendisi çok yetenekli bir grafiker. Aslında mimar ama aynı zamanda grafiker. Ve yaklaşık iki hafta o komisyona davet ediliyor. Fakat komisyonunun üyelerine baktığımızda hiçbiri işten anlayan insanlar değil. Bakkalı var, sanayicisi var fakat bir propaganda nasıl yapılır, afiş nasıl tasarlanır böyle bir bilgisi olan insan yok neredeyse. Selçuk Milar de sürekli brifing veriyor kurula.

Bir gün toplantıya gittiğinde bir afiş çıkartılıp önüne seriliyor. ‘Biz afişi bulduk’ diyorlar. Ne buldunuz? İşte üç kişi kol kola girmiş, şehirli, köylü, işçi. Demokrat Parti’yi böyle savunan bir afiş, yani kol kola girdik, güçlüyüz falan filan. Selçuk Milar diyor ki, ‘Böyle afiş olmaz. Afişin bir mesajı olacak. Sade olacak.’ Nasıl olacağını soruyorlar. Diyor ki, ‘Şöyle bir el yaparsınız, yeter söz milletindir dersiniz, biter’ diyor ve toplantıyı terk ediyor. Sinirli. Çünkü ona hiç danışılmadan, konuşulmadan bir afiş hazırlanıp getirilmiş durumda. Ertesi gün tekrar Demokrat Parti’nin genel merkezine çağrılıyor. Adnan Menderes ve Celal Bayar ağırlıyor onu. Selçuk Milar’a fikrini çok beğendiklerini, çok hoşlarına gittiğini söylüyorlar. Hatta, ‘Ama bu biraz sert değil mi?’ diyorlar. O da ‘hayır’ diyor. ‘Tam tersine seçim yaklaştıkça göreceksiniz ki bu bile yumuşak kalacak.’ O yüzden bunu tercih etmek gerektiğini söylüyor.

Bunun üzerine Celal Bayar diyor ki, ‘Siz bize böyle bir çizim yapabilir misiniz?’ Milar, ‘Tabii ki yapabilirim. Yarın getiririm’ diyor. Hakikaten o gün gidiyor. Sabaha kadar uyumuyor ve afişi çiziyor. Afişi çizdikten sonra genel merkeze götürüyor. Herkesin çok hoşuna gidiyor. İşte bir el bir fiyonk var bileğinde, kenarında Türk bayrağı. Sağ üst köşede de ‘Yeter! Söz milletindir! ifadesi. Hemen Demokrat Parti’ye destek veren İstanbul’daki en büyük ofset matbaanın sahibi çağırılıyor, bu afişi hızla çoğaltıp çoğaltamayacağını soruyorlar, o da çoğaltabileceğini söylüyor. Fakat Selçuk Milar diyor ki, ‘Bu afişi filmle çoğaltmak gerekir. Filmle çoğaltacaksanız alın bu orijinalini götürün. Filmle çoğaltmayacaksanız benim sizin çoğaltma yönteminize göre yani ofset olmayan yönteme göre yeniden çizmem gerekiyor’ diyor. O tamam diyor. Biz bunu filmle yapacağız falan. Fakat matbaacı sözünde durmuyor. Ona bakarak ikinci bir afiş çizdiriyor. Balyalar halinde başta Ankara ve İstanbul olmak üzere gönderiyor. Selçuk Milar buna çok bozuluyor. Yani kendisine danışılmalı ama sonuçta afiş üretilmiş durumda. Hakikaten de 1946 seçimlerine, o dönemki afişe baktığımızda bu el işaretini gördüğünüz afişler olacak, biraz farklı ama Selçuk Milar’ın çizdiğinden. Dolayısıyla bu daha o seçimlerde müthiş bir etki yaratıyor.

Ama tabii 1946 seçimlerinde bu afişi konuşacak durumda değil ülke. Çünkü hileli seçimler olarak bizim tarihimize geçen seçimler. Bir de şunu söyleyeyim size, onu da belirtmek isterim: CHP seçimlerde hile yapmasaydı ve varsayın ki Demokrat Parti seçime girdiği her yerde seçimi kazandı; o durumda bile DP ancak doksana yakın milletvekili çıkartabiliyordu. Halbuki hile burada karıştırınca seçime, 60 civarında milletvekili çıkarttılar. Attıkları taş ürkütülen kurbağaya da değmedi. Keşke hiç öyle bir şey yapılmasaydı. Yani biz o demokrasi defosuyla seçime girmeseydik. Neyse… 

Sonuçta afişin hikâyesi böyle. Tabii bu afişin ve sloganın etkisi daha 46’da görüldüğü için 50 seçimlerinde de kullanılıyor. Zaten afişin sol alt köşesinde Selçuk Milar imzasını görürsünüz. Renkli de bir afiş yapıyorlar. Çok daha güzel bir şekilde. El de slogan olarak kullanılıyor, afiş olarak kullanılıyor. Tabii derin bir manası var. Derin manası şu; 46’da CHP kazanmış, 50 seçimlerinde ‘artık yeter’. Diyelim ki Cumhuriyet Halk Partisi 1923’te kuruldu. 27 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı. Biraz daha geriye alıp 1920’nin 23 Nisan’ında açılan meclisteki Müdafaa-i Hukuk grubundan itibaren ele alırsak nereden baksanız 30 yıllık bir tek parti iktidarını bitirmek üzere yola çıkan, ona ‘Yeter!’ diyen,  devletle özdeşleşmiş CHP’ye, bürokrasiye yeter diyen bir anlam taşıyor 14 Mayıs 1950 seçimlerinde kullanılan ‘Yeter! Söz milletindir’ sloganı.

Peki 14 Mayıs 1950 akşamı sonuçlar açıklandığında bu nasıl karşılandı? Yaklaşık 30 yıllık bir tek parti yönetimi nasıl görev devri yapmayı kabul etti?

Burada ilginç bir durum var. O ilginç durum da şu; 14 Mayıs seçimlerinden dört gün önce, 10 Mayıs’ta İsmet Paşa İstanbul’da. Tıklım tıklım dolu bir Taksim Meydanı. İstanbul’u silme alacağız diye düşünüyorlar. Hatta şöyle bir anekdot vardır: Seçim gününden birkaç gün önce İsmet Paşa tedirgin oluyor ve başbakanı Şemsettin Günaltay’a telefon ediyor, taşrada seçim çalışmalarındayken acilen Ankara’ya çağırtıyor. Apar topar geliyor ve ‘Buyurun paşam’ diyor. ‘Dünya aleme rezil olacağız’ diyor, ‘Seçimi büyük çoğunlukla biz kazanıyoruz. Bazı yerlerde de Demokrat Parti’nin kazanmasına izin vermek gerekir’ diyor İsmet Paşa. Yani seçimlerden o kadar eminler.

İkinci anekdotu anlatayım size bu konuda… Mehmet Fuat’la ilgili bu anekdot. Tam seçim olmuş 14 Mayıs’ta. 15 Mayıs sabahı erken saatte -o sırada Mehmet Fuat Köprülü de taşrada seçim çalışmalarında – Ankara’dan bir telefon geliyor Demokrat Parti Genel Merkezi’nden. “Hocam” diyorlar, “Üç yüz seksen iki sandalye aldık.” Mehmet Fuat Köprülü’nün tepkisi şu oluyor: “O kadar sandalyeyi nereye koyacağız genel merkeze? Niye aldınız?” Yani Cumhuriyet Halk Partisi kaybedeceğini hesap bile etmemiş ama Demokrat Parti de kazanacağını düşünmemiş. Bunu anlıyoruz buradan. Sonuçta yaklaşık yüzde elli üç oranında büyük bir oyla Demokrat Parti seçimleri aldı.

Ben hep söylerim: Keşke biz 14 Mayıs’ı bir demokrasi bayramı olarak kutlayabilseydik. Keşke bunu Demokrat Parti kendisine ait bir zafer olarak görmeseydi, keşke Cumhuriyet Halk Partisi de kendisine ait bir hezimet olarak görmeseydi de dünya tarihinde bu kadar nadir bir olayı (yirmi yedi yıl tek bir parti yönetmiş, seçimler olmuş ve iktidar değişmiş) sevinçle idrak etseydik. Beyaz İhtilal dedikleri, işte kansız ihtilal dedikleri, o müthiş olay gerçekleşmiş. Keşke bunun havasını yıllar boyu atabilseydik. O kadar değerli bir bayram olurdu ki… Hem bizim hiç böyle sivil bayramımız yok bu manada. 

Orada İsmet Paşa açısından şu olgunluğu görmek gerekiyor. İsmet Paşa; Osmanlı zabiti, Harbiye müsteşarı, Birinci ve İkinci İnönü zaferlerinin kahramanı, Lozan kahramanı, Türkiye’nin ilk başbakanı, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı olarak görev yapmış bir insan. 1950’de muhalefet sıralarına geçip sıradan bir milletvekili olarak oturmayı hazmeden bir insan. Bunu görmek lazım. Gerçi bunu parantez açıp şöyle eleştirebilirsiniz: Belki bu yenilgi üzerine siyasetten çekilseydi CHP’de de bir yenilenme olurdu. O da bir gelenek başlatırdı. O da eleştirilebilir.

Seçimlerden sonrasıyla ilgili bir anekdot daha anlatılır. Finalden sonra ordu üst kademesinin İsmet Paşa’nın kulağına ‘Yönetime el koyalım mı? Ülkeyi teslim etmeyelim’ türünden bir teklifte bulundukları söylenir. İsmet Paşa’nın da bunu reddettiği ifade edilir. Bu tam böyle mi oldu, olmadı mı sınayamıyoruz. Fakat şunu görüyoruz ki 14 Mayıs’ta seçimlerden sonra meclis başkanlığı seçimi oldu, cumhurbaşkanlığı seçimi oldu ve sonra da hükümet kuruldu, Adnan Menderes’in başbakanlığında.

Hükümetin kurulmasından bir hafta sonra ordu üst kademesinde çok radikal bir değişiklik oldu. Ordu üst kademesinde bir hareketlenme olduğu aşikâr.  Demokrat Parti de başa geldikten sonra emekliye sevk ederek ve yer değiştirerek onlara cevap veriyor.

Son olarak size, tüm bu anlattıklarınızdan yola çıkarak günümüzle ilgili bir soru sormak istiyorum. Çünkü kafa karıştıran çok fazla nokta var. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan seçim tarihini 14 Mayıs olarak açıklarken 1950’ye gönderme yaptı. Fakat 1950’de tek parti iktidarı CHP’ye aitti, şimdi ise kendisine ait. Aynı zamanda rakip ittifakın adı Millet İttifakı. Öte yandan CHP Genel Merkezi’ne “Yeter! Söz milletindir” afişi asıldığını görüyoruz ve Altılı Masa, yeni adıyla Millet İttifakı’nın da bu sloganı sahiplendiğini görüyoruz. Peki tarihsel açıdan ele aldığımız zaman, 1950’deki tabloyu bugüne uyarladığımızda siz ne görüyorsunuz?

Sanırım orada bir siyasi strateji hatası yapıldı. Çok sembolik bakılmış anlaşılan o olaya. O kadar sembolik bakılmış ki 14 Mayıs 1950 seçimlerini bugün hatırlayacak insan bugün doksan yaşında. Düşünebiliyor musunuz? Yani seksen beş yaş ve üstü 14 Mayıs seçimlerini hafızasından çekip alıp hatırlayabilir. Onun dışındaki insanlar tarih kitaplarından, televizyondan, sosyal medyadan falan bilir. Bir defa öncelikle bunu belirtmiş olayım.

Benim anladığım kadarıyla, 14 Mayıs Türkiye’de merkez sağın zaferi, hadi biz de böyle bir benzerlik kuralım. Üstelik Cumhurbaşkanı’nın Rabia işaretine benzeyen bir el işareti, o benzerlikle size belki hani seçmen de heyecana gelip Cumhur İttifakı’na oy verir falan diye düşünüyorlar. Fakat “Yeter! Söz milletindir” diyorsunuz, Millet İttifakı adında bir ittifak var iktidarın karşısında. “Yeter! Söz milletindir” diyorsunuz, Cumhuriyet Halk Partisi’ni durdurduğunuzu düşünüyorsunuz 14 Mayıs 1950’de ama şu anda iktidarda Cumhur İttifakı diye bir ittifak var. Dolayısıyla biraz mantıklı düşündüğünüzde aktörler ve semboller bir anda yer değiştiriveriyor. Dolayısıyla bunun genç kuşağa hitap edeceğini zannetmem. Yeni kuşak bunu bu kadar heyecanla karşılamayacaktır. Tek benzerlik Cumhurbaşkanı’nın ikide bir yaptığı Rabia işaretine benzemesi o el işaretinin. Onun dışında seçim sonucu ne olur? Onu bilemiyoruz. Onu 14 Mayıs 2023’te göreceğiz.

Dolayısıyla ben şaşırtıcı şekilde iktidarın, muhalefetin yani Millet İttifakı’nın işine yarayacak bir slogan bulduğunu düşünüyorum.

- Advertisment -