Röportajın tamamını izlemek için:
Daha önce sizinle HDP’den ayrıldığınızda ve yeni parti çalışmaları yürütmeye başladığınızda röportajlar gerçekleştirmiştik. Bugün ise kurduğunuz Türkiye’nin Sesi Partisi’nin genel başkanı sıfatı ile sizi ağırlıyoruz. İlk sorum partiniz hakkında olacak. Çalışmalarınız, örgütlenmeleriniz nasıl gidiyor, son durum nedir?
Şüphesiz ki siyasi partiler sadece seçimlik aygıtlar değildir ama siyasi partilerin seçim gündemleri olmak zorundadır. Yeni kurulmuş bir partinin de seçim şartlarını oluşturması, seçime girme hakkını elde etmesi herhalde ilk görevi. Seçmenlerine karşı bir sorumluluk bu.
Kurucularının, üyelerinin, gönüllülerinin kendilerini test edeceği, sınayacağı, toplumun önüne çıkacakları ilk zemin seçimdir. Bu sebeple biz de hem milletvekili seçiminde yeterli baraj olan 41 il ve ilçelerin üçte birinde örgütlenmeyi tamamlayıp önümüzdeki ilk seçimlere, hem de yüz bin imzayı tamamlayıp cumhurbaşkanlığı seçimine doğrudan etkili, güçlü bir özne olarak katılmak istiyoruz.
Dolayısıyla öncelikli hedefimiz 41 ilde ve ilçelerin üçte birinde örgütlenmeyi tamamlamak.
Şu ana kadar hemen hemen yarısını bitirdik. İki aylık bir süreye daha ihtiyacımız var. Hedefimiz Temmuz sonu gibi. Biz kuruluş çalışmalarımızı tamamlayacağız ve sonra tabii ki ilçe ve il kongrelerimizle birlikte büyük kongremizi yapıp seçimlere girme hakkını mutlaka kazanacağız.
Zamanında yani 2023 yılında yapılacak olan bir seçime kesin olarak katılabileceğimiz şekilde hazırlanıyoruz. Prosedür itibariyle 6 ay önce büyük kongreyi yapmak gerektiği için her halükârda yetişiriz. Ama eğer bir erken seçim durumu olursa buna karşı da birtakım tedbirler düşünüyoruz. Bazı görüşmeler yapıyoruz. Yani seçim erken de olsa zamanında da olsa biz ilk seçimlere girmeyi önemsiyoruz.
Erken seçim ihtimaline karşı görüşmeler yapıyoruz dediniz. Farklı partilerin listelerinden seçime girmeye yönelik görüşmeler mi bunlar?
Biz daha esastan yolları birleştirmeyi, buluşturmayı önemsiyoruz. Hatta biraz espri yapıp bize ‘Türkiye’de 124 parti var’ diyenlere ‘Türkiye’de 124 tane fikir yoksa, birbirine fikir olarak yakın olanlar bir araya gelmeli, diyoruz. Eğer derdimiz koltuk değilse, makam değilse paylaşamayacağımız bir şey yoktur. Dolayısıyla çizgi olarak birbirine yakın partilerin, mümkünse birleşmeleri, değilse birlikte hareket etmeleri bizce önemli.
Biz seçime girme hakkı bulunan kimi siyasi partilerle de görüşmeler yapıyoruz. Önümüzdeki günlerde, somutlaştığında bunu kamuoyuyla da paylaşacağız. Her halükârda seçime gireceğiz; ister erken, ister zamanında.
Bir önceki söyleşimizde yıllar önce de bir siyasi parti girişiminizin olduğunu ama o girişimin erken seçim kararı ile bozulduğunu söylemiştiniz. Bu sefer önlem aldık diyorsunuz yani…
İki kere aynı hatayı yapmayız. 2007 yılında hazırlıklarımızı yapmış, bir yıl boyunca çalışmıştık ama seçim takvimi değişince başarısız olmuştuk. Şimdi bütün ihtimalleri düşünmek zorundayız. Bu geçen sürede, yani 15 yılda, sanırım biz Türkiye’yi biraz daha iyi tanıdık hem de siyaseti biraz daha iyi öğrendik.
Geçtiğimiz hafta Karar TV’de Yıldıray Oğur ve Elif Çakır’ın “Bi’ Karar Ver” programına konuk oldunuz. Oradaki açıklamalarınızdan bazıları kamuoyunda geniş yer buldu ve tartışma yarattı. Tabii en çok konuşulan konu, sizin Türkiye’nin 2023 seçimine iktidarın yeni bir çözüm süreci içerisinde gidebileceği iddianız oldu. Fakat bir yandan HDP’nin kapatılması davası sürerken, bir yandan Türkiye, Suriye’deki Kürtlere yönelik bir operasyona hazırlanırken Türkiye’de yeni bir çözüm süreci ne kadar mümkün? Burada bir tezat yok mu?
Bir defa çözüm süreçleri bana göre sadece partilere göre, onların çıkar beklentilerine göre okunabilecek süreçler değildir. Devletin ihtiyacı, güvenlik bürokrasisinin okuması, diplomasinin karşı karşıya bulunduğu tablo… Bütün bunlar siyasetçiye bazı rol ve sorumluluklar çıkartır.
Ben önceki çözüm sürecinin de, bütün eksik ve yanlışlarına rağmen, bir ihtiyaçtan hareketle, güvenlik bürokrasisinin talebiyle ve siyasetçi eliyle hayata geçirildiğini düşünüyorum. Yoksa, siyasetçiler durup dururken böyle bir açılım yapmayı düşünmediler.
Hatta bu konuda siyasetçileri geçmişte daha çekingen davranmaya mecbur eden -örneğin Özal dönemi, Erbakan dönemi- arka plandan daha farklı bir arka plan var 2013’lerde. Hem güçlü bir iktidar var hem de gerçekten bir açılım ihtiyacı duyan bir güvenlik ve istihbarat bürokrasisi var. Bir de buna uygun dış dengeler var.
Dolayısıyla başarısızlığa uğramış olması, iyi yönetilememiş olması, yarıda kalmış olması, masanın devrilmiş olması… Tüm bunlar yöntem açısından eleştirilebilir, aynı yanlışları bir daha yapmamak açısından ses çıkartmak gerekir. Ama, ‘Böyle bir çözüm sürecine ihtiyaç yoktur’ demek doğru bir okuma değil bence.
Bu noktada, çözüm sürecine karşı olanların bir kısmından ayrıştığımızı ifade etmeliyim. Eleştirilerimi ben o dönemde HDP içerisinde de yaptım, ulaşabildiğim hükümete yakın çevrelerde de yaptım. Kimi öngörülerimi, endişelerimi paylaştım.
Keşke başarıya ulaşsaydı da Türkiye’nin kırk yıldır kan ve can kaybettiği, ekonomik kayıplar verdiği bir sorun çözülmüş olsaydı.
Bugün de bu ihtiyaç belki biraz farklılaşmış olmakla birlikte hâlâ kendini dayatıyor.
Farklılaşmadan kastınız nedir?
‘Kürt sorunu var mı, yok mu? Bitti mi, bitmedi mi?’ tartışmaları tamamen soruna hangi pencereden baktığınızla ilgili bir şeydir. Yoksa adını Kürt sorunu koymayabilirsiniz. Güvenlik sorunu dersiniz, dış politikada tıkanma dersiniz, ekonomik kaynakların daha yoğun bir şekilde bu çatışmalı sürece harcanması sorunu diyebilirsiniz, vs.
Sonuç itibariyle ortada bir ihtiyaç olduğu çok açık. Bugün itibariyle ben bu ihtiyacı 2010’lu yıllardan farklı olarak şöyle tarif ediyorum: Dış politikadaki basıncı kırmanın biricik yolu iç basıncı güvence altına almaktır. Bunun için ihtiyaç var.
Türkiye önümüzdeki dönemde dış politikada ciddi bir sıkışma yaşayacak, özellikle Suriye’den kaynaklı olarak. ABD ile Rusya’nın Suriye’deki vesayet savaşının muhtemelen daha can yakıcı muhataplarından biri Türkiye biri de Kürtler olacak. Türkiye’nin burada doğru bir strateji geliştirmesi, yani Suriye’de bir an önce barışın ve istikrarın tesis edilmesi, hem Türkiye’de geçici sığınmacı sorununun çözümü için hem de Türkiye’nin iç barışı ve doğrudan insan güvenliği için hayati öneme sahiptir. Bu ihtiyacı görüyorsanız, bunun farkındaysanız bunun bir şekilde çözülmesi gerektiğini de bilirsiniz. Bu hangi aktörlerle olur, hangi siyasi partiler dahil edilir, bugünkü iktidarla mı olur yoksa 2023’teki olası bir iktidar değişiminde başa gelecek olan hükümetle mi olur bunlar tartışılır.
Ülkeyi seven, Orta Doğu’yu okuyabilen herkes bu ihtiyacı fark eder. Türk milliyetçileri ya da Kürt muhafazakârları daha farklı kaygılar taşıyabilir, sol-sosyalist çevreler çıtayı başka bir yere koyabilir, liberaller başka bir çözüm önerebilir ama sonuç itibariyle bir yol bulunması gerektiği çok açıktır.
Geçmişte yapılan hataların tekrarlanmayacağını, tekrarlanmaması gerektiğini söylediniz. Geçmişte yapılan hatalar sizce nelerdi ve yeniden bir çözüm süreci başlatılırsa başarıya ulaşması için kaçınılması gereken hatalar nelerdir?
Burada amaç-araç ilişkisini önemsiyorum ben. Talebinizin, beklentinizin hangi gündemlere odaklandığı ve nelerin eş zamanlı, ne kadar uyumlu yürütülmesi gerektiği ile ilgili ilkesel bir tartışma yapmanız gerekiyor.
Sorunun bir ayağı güvenlikse güvenlik sorununun çözüm yöntemi farklıdır, aktörleri-muhatapları farklıdır. Salt devlet güvenliği olarak değil birey güvenliği hakkı, toplum güvenliği hakkı gibi modern demokratik pencerelerden bu olaylara bakmak gerekir. Güvenliği önemsemez, hafife alırsanız güvenliğin olmadığı yerde özgürlük zaten güvenceye alınamaz. Burada romantik, naif bir özgürlük teorisi zaten gerçekçi değildir. Hiçbir çözüm sürecinde de bu gözardı edilmemiştir.
Sorunun bir ayağı güvenlikse, tıpkı bir kuşun iki kanadı gibi, diğer ayağı demokratikleşmedir, demokratik anayasa konusudur. Birlikte yaşamanın hukukunu ortaya koymak, onu inşa etmektir. Geçmişten gelen ayrımcılık ve haksızlıkları telafi edecek, onarıcı adalet sürecinin inşa edilmesidir.
Bizim geçmişte yaptığımız yanlış bu iki işin birbirine karıştırılarak yapılmasıdır. Yani güvenlik bürokrasisinin yönetmesi gereken süreç, yani elinde silah olanlarla yönetilen süreç daha mahrem yönetilmeliydi. Bunu davul zurnayla yaptığınızda toplumun öfkelerine, duygularına, hislerine bir biçimde basmış oluyorsunuz. Bu hisleri harekete geçirmiş oluyorsunuz. Daha kötüsü de demokratik haklar ve silah konusunu sanki pazarlık aracıymış gibi ilişkilendiriyorsunuz. Daha somut söylemek gerekirse; ‘silah bırakırsanız anadil hakkını tanırım’ derseniz aslında bir hakkı bir koşula bağlayarak sorunu daha içinden çıkılmaz bir kördüğüme çevirirsiniz. Her sorun kendi bağlamında ele alınır ve öylece çözülmeye çalışılır.
Bugün itibariyle ben biraz farklı bir stratejinin deneneceğini düşünüyorum. Bu tabirleri kullanmayı çok tercih etmem, okuyucularımızdan da özür diliyorum fakat çok popüler iki tabir olduğu için kullanıyorum: Geçmişte havuç ve sopa farklı dönemlerde ve farklı şekillerde denendi. Fakat sorun sopanın denendiği dönemlerde de çözülemedi, havuç diye tabir edilebilecek, çözüm süreci gibi yöntemlerin devrede olduğu dönemlerde de çözülemedi.
Galiba denenecek tek bir şey kaldı: Havuç ve sopayı birlikte gösteren bir strateji. Bu benim temennim değil. Bunu asla doğru bulmam, onaylamam. Ama galiba denenmemiş tek şey bu kaldığı için bunun deneneceği bir süreçle karşı karşıya kalacağız. Burada ben her şeye rağmen herkesin aklı selim ile, sağduyuyla, ülkeyi çok daha büyük bir tehlikeye sürüklemeden, bir iç savaşa, bir kaosa sürüklemeden bu sorunun çözülmesi gerektiğinden yanayım.
Dolayısıyla önümüzdeki dönemde anayasal sürecin daha öne çıkartılmasını, daha belirleyici olmasını arzu ederim. Güvenlik, uluslararası ilişkiler gibi konular şüphesiz son derece önemlidir ama süreci şöyle okuyabilirsiniz: Biz iç barışımızı tesis edersek, bunu hukuki güvence altına alırsak güvenlik sorunlarını ve uluslararası ilişkilerde yaşadığımız tıkanmaları daha kolay çözeriz. Bu nedenle belki partiler üstü bir yaklaşım ile anayasa konusunun ele alınmasının hayati öneme sahip olduğunu ifade edebilirim.
Siz sorunun çözümünde şu anki iktidarın da, 2023’te olası bir iktidar değişimi sonrasında gelecek olan hükümetin de aktör olabileceğini söylediniz. Peki siz şu anda muhalefetin, altılı masanın Kürt meselesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konusundaki tutumunu nasıl buluyorsunuz? Sizce muhalefet iktidara gelmesi halinde böyle bir süreci yürütebilecek durumda mı? Buna ne kadar hazır?
Türkiye şu anda eski korkularla manevra alanı daraltılan bir siyasetsizlik sorunu yaşıyor. Yani ülkenin gerçekten bütünlüğünü düşünüyor, ülkeyi gerçekten seviyorsanız sorunlarını konuşmayı, tartışmayı ve çözmeyi önünüze koyacaksınız. Bunun elbette yıpratıcı tarafı var, elbette zor tarafı var ama sorunları halının altına süpürmenin riski çok daha fazla, telafisi çok daha zor.
Bence şöyle bir yarışa tanıklık edeceğiz; bu sorunun çözümünde bir açılım yapma konusunda Cumhur İttifakı içerisinde çoğunluğu MHP’de yer alan milliyetçi yaklaşım ile muhalefetin içerisindeki milliyetçi yaklaşım yarışacak. Kim daha güçlü bir demokrasi vizyonu ortaya koyarsa -gayet tabii ülke bütünlüğü konusundaki hassasiyetlerle birlikte- bence ipi o cenah göğüsleyecek. Çünkü bu sorun hayati bir sorun, bu soruna kulak tıkayan, görmezden gelen bir yaklaşımın ülkeye bir faydası olmayacaktır. Bunları kamuoyu önünde dillendirirler ya da dillendirmezler onu bilemiyorum. Açık diplomasi-kapalı diplomasi yolları vardır.
Sonuçta siyasi partilerin kendi seçmenlerinin hassasiyetlerini önemsemesi normaldir fakat karşıdan cephe almakla almamak açısından ortada bir fark vardır. CHP içerisindeki ulusalcılar ya da İYİ Parti içerisindeki Türk milliyetçileri bu konuda iktidar blokundan daha güçlü, daha kararlı, daha ikna edici, Türklerin hassasiyetini de Kürtlerin beklentilerini de karşılayacak bir hassasiyet ortaya koyarlarsa muhalefetin bu konuda bir başarı ihtimali doğar.
Ama tersi olursa, yani Türkiye’yi bu konuda daha geriye çekme konusunda iktidarla bir mücadele içerisine girerlerse ülke kaybeder. Önümüzdeki seçimin de sonucu sadece kaybet-kaybet denklemi ile ifade edilir. Türkler kaybeder, Kürtler kaybeder, iktidar kaybeder, muhalefet kaybeder, hepimiz kaybederiz. O yüzden bu kaybettirme stratejisinden önce Kürtler daha sonra Türkiye’deki tüm partiler -milliyetçiler dahil- vazgeçmeli ve hep birlikte kazanmanın yolu aranmalı.
Son olarak sosyal medyada çokça tartışma yaratan, ATV’de yayımlanan Yalnız Kurt dizisindeki sahnelerle ilgili yorumlarınızı sormak istiyorum. Özellikle Abdullah Öcalanlı sahne ve Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi (IKBY) Bayrağı ve Barzani fotoğrafı önünde çekilen sahne ile ilgili.
Diziler, gayet tabii toplumun farkındalığını arttırmalı. Toplumsal barışa hizmet etmeli. Toplumda nefret duygusunu körükleyen, ötekileştirme duygusunu pekiştiren işlev görmemeli. Doğrudan bir eğitim kurumu olmasa da yaygın bir eğitim işlevi gören bir role sahiptir televizyonlar. O yüzden sadece reyting kaygısı ile değil, toplumsal sorumluluk ile hareket edilmesi gerektiğini düşünüyorum ben. Sanatçılığın da yayıncılığın da bir sorumluluğu olmalı. Bir dikkat, bir özen gösterilmeli. Dizinin tamamını izleme imkânım olmadığı için daha fazla yorum yapmayayım.