Eski Merkez Bankası (MB) Başkan Yardımcısı, Borsa İstanbul Başkanı, AK Parti eski İzmir milletvekili, Gelecek Partisi kurucusu ve genel başkan Ahmet Davutoğlu’nun başdanışmanı ve Prof. Dr. Bunlar İbrahim Turhan’ın unvanları. Uzun yıllar Türkiye ekonomisini yönetmiş ekibin içinde yer alan Turhan’la Hazine ve Maliye Bakanının istifasını, ekonomideki yeni dönem iddialarını ve yarınki (19 Kasım) Merkez Bankası’nın faiz kararını konuştuk.
Ekonomi yönetimindeki ‘sürpriz’ değişikliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaşananın bir yönetim krizi olduğunu tespit edelim. 16 ay önce yine benzer bir hafta sonu kararı ile göreve getirilen Merkez Bankası başkanı, sergilediği onca uyum gösterme çabasına karşın görevden alındı. Yerine atanan kişiden bağımsız olarak bu yöntemin kendisi başlı başına ciddi bir sorun. Aynı sorunun bir diğer yansımasını Hazine ve Maliye Bakanının istifa sürecinde de gözlemledik. Pazar günü akşam saatlerinde sosyal medya üzerinden açıklanan ve ülkeyi saatlerce belirsizlik içinde bırakan istifa hakkında, üzerinden 24 saat geçtikten sonra bile bir açıklama yapılmamıştı. Bırakın açıklamayı, birkaçı dışında basın yayın organlarında bu konu hakkında haber bile yapılamıyordu. İktidar partisinin sözcüsü kendisine yöneltilen “yorum yapamıyorsunuz ama acaba bu istifa gerçek midir, böyle bir şey vuku bulmuş mudur” sorusuna bile “Cumhurbaşkanlığı makamının takdirindedir” şeklinde yanıt verebildi. Bir kere daha açıkça görülüyor ki her şey bir kişinin vereceği karara bağlı hale gelmiştir. Sorumluluk makamında farklı yüzler görülse de yönetim aslında tek elden yürütülmektedir.
Dolayısıyla ben, görevden ayrılan ya da göreve gelen isimlerden bağımsız olarak sorunun bizatihi Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin kendisinde olduğunu düşünüyorum. Çok önemli bulduğum bir örnekle açıklamaya çalışayım. Bakanın istifasına ilişkin Cumhurbaşkanlığından yapılan açıklama metninde dikkatimi çeken bir ifade vardı; “Sn. Cumhurbaşkanımız kabinesini kurarak milletimizin takdirine sunmuştur.” Sanırım “takdir”den kastedilen, seçim zamanı geldiğinde seçmenin oylarıyla hükümetin performansını değerlendirmesi. Takdire sunmak bu mudur? Başkanlık sisteminin demokratik biçimde uygulandığı ülkelerde kabine gerçek anlamda milletin takdirine sunulur. Doğrudan milletin kendisi olmasa da milletin temsilcilerinden oluşan meclis, bakanları oylayarak kabul ya da reddeder. Hatta belli sayıdaki üst düzey bürokratları da. Bu yolla yürütmedeki her yöneticinin sadece başkanın üzerinden değil şahsen de demokratik meşruiyet kazanması sağlanır. Böylece yöneticilerin gerçek anlamda yönetimde ağırlığı olması mümkün kılınır.
Siz Merkez Bankası’nda başkan yardımcılığı yaptınız. Cumhurbaşkanı gerçekten de Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin bitirildiğini bilmiyor ve ilk kez Naci Ağbal’dan öğrenmiş olabilir mi? Cumhurbaşkanı “aldatılmış” olabilir mi? Sistem buna müsait mi?
Cumhurbaşkanı kendisine ilgili bakandan ve bürokratlardan hangi bilgi gelirse onunla hareket eder. Aslında bu konu kamuoyunda da birçok kez dile getirildi ama bildiğiniz gibi tarafsız yayıncılık konusunda sorunlar yaşanıyor. Bu konunun yer aldığı mecralar Cumhurbaşkanına ulaşamamış olabilir. Böyle bir sorun kendisine ulaşmış dahi olsa çevresinde güvendiği kişiler farklı bilgiler sunmuş ve yanıltmış olabilir. Dolayısıyla sistem buna uygun. Çözüm ise çok basit; genel kabul görmüş iyi kurumsal yönetişim uygulaması, basın özgürlüğü ve açıklık.
Albayrak’ın iki yıllık bakanlığının Türkiye’ye maliyeti ne oldu?
Ben sorunuza “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçildiğinden beri izlenen ekonomi politikasının maliyeti” olarak yanıt vermek istiyorum.
Önce izninizle izlenen politikaların içeriğini kısaca özetleyeyim.
Hiçbir bulguya dayanmadan ezbere bir kanaatle, “Türkiye’de orta sınıf yok, faiz artışları tasarrufu yeteri kadar artırmaz, yüksek faiz maliyetleri artırır, yatırım ve istihdama olumsuz etki yapar” diyerek politika belirlendi. Gerçekle bağdaşmayan bu önyargı ile tasarruf açığı olan bir ülkede, yapısal reformlarla bu soruna çözüm getirmeden düşük faiz politikası izlendi. Oysa geçmiş veriler Türkiye’de kredi kanalının etkili olduğunu gösteriyordu. Bunu küresel Covid-19 salgınının etkisindeyken bile gözlemledik.
Dogmatik kabullere dayalı; “faizi düşürürsek enflasyon da düşer” konulu ve Merkez Bankasının 120 milyar dolar rezerv kaybetmesine mal olan bir makroekonomi deneyi yapıldı.
Küresel güç dengelerinin değişeceği varsayımı ile Türkiye’nin politika yönelimi açısından iki yüz elli yıllık tercihi bir çırpıda silinip atılmaya kalkıldı. 28 Şubat’ın aktörleriyle kol kola Avrasyacı hülyalar politika yöneliminin temel belirleyicisi oldu. Tarihe sadece yüzeysel hamaset düzeyinde ve politikaları topluma benimsetmek için kullanılacak uygun bir araç olarak bakıldığı için iyi ilişki ile ittifak, taktik işbirliği ile stratejik ortaklık birbirine karıştırıldı.
Yukarıdaki tercihler uygulamaya geçtikçe yurt dışı yerleşiklerin davranışı da bozuldu, küresel sermaye doğal olarak tepki verdi ve finansal piyasalarda oynaklık yaşanmaya başladı. Bunun üzerine “dış güçler operasyon yapıyor” diyerek otuz yılda birçok kişinin fedakâr çabalarıyla geliştirilmiş ve Türkiye’nin yabancı yatırımcılar nezdinde en önemli üstünlüklerinden birini oluşturan yurt dışı TL piyasasını darmaduman ettiler. Kambiyo rejiminde 1990 öncesini hatırlatan manzaralar yaşattılar.
İşler istedikleri gibi gitmeyince baskıya ve dayatmaya yönelindi. Tarihte ilk paranın basıldığı, ilk borsa işlemlerinin yapıldığı, İpek Yolu üzerinde yer almış, 1980’den beri de serbest piyasa ekonomisini benimsemiş bir ülkede, devletin ve siyasetin bütün ekonomiye tahakküm ettiği, özel sektörün fiyatlama, hatta yönetim tercihlerine bile telefonla müdahale edildiği bir kumanda ekonomisi inşa etmeye kalkışıldı.
2018’de (Ağustos), 2019’da (Mayıs) yaşanan kur şoklarının ardından kuru kontrol altında tutmak için yabancıyı dışlayan, yerliyi tehditle baskı altında tutan politikalarını bir de arka kapı döviz müdahalesiyle taçlandırdılar. Kuru kontrol altında tutabilmek için bir hesaba göre 120 milyar dolar rezerv harcadılar. Tarihte sayısız örneği olduğu üzere bu politika başarılı olmayınca bu sefer; “değerli TL hem ithalatın artması hem de ihracatın düşmesi noktasında ülke ekonomisine olumsuz etki yapar, rekabetçi kur istiyoruz” dediler. USD kuru yıl başına göre yüzde 40 arttı.
Maliyet hesabına gelince; özel sektörün yurt dışından sağladığı sadece kredi borcu 170 milyar dolardır. Yani kurda 9 aylık artışın yol açtığı zarar, 730 bin firmanın 2019 yılında gerçekleştirdiği vergi öncesi kârdan yaklaşık 50 milyar TL daha fazla olmuştur.
Kamu kesiminin toplam dış borcu, resmi verilere göre 183 milyar dolardır. Yani geçen yılın sonundan bu yana kurda yaşanan artış sebebiyle oluşan kayıp, bu yılın ilk 6 aylık dönemindeki toplam vergi gelirlerinden 50 milyar TL daha fazla olmuştur. Bu tutar, bu yıl için öngörülen bütçe faiz harcamasının tam 2,7 katıdır.
Mevcut ekonomi yönetiminin iş başına gelmesinden önce Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki payı, yani Türkiye’nin GSYİH’nın küresel üretime oranı, bir başka deyişle küresel refah üzerindeki hak iddiamız yüzde 1,05 iken bu yıl bunun yüzde 0,84’e düşeceği görülüyor. Bir başka deyişle Hükümet sadece Türkiye’nin küresel ekonomideki payını kendisinden önceki düzeyinde korumayı başarabilmiş olsaydı milli gelirimiz bu yıl tam 180 milyar dolar fazla olacaktı. Bu ekonomi yönetiminin sadece son bir yıldaki maliyeti kişi başına 2.138 dolar olmuştur.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmeden önceki son yıl olan 2017’de Türkiye’nin GSYİH’sı 852,7 milyar dolardı. Sonrasındaki performansı ise şöyle: 2018 yılında: 789 milyar dolar, 2019 yılında: 761 milyar dolar, 2020 yılında: 702 milyar dolar. Ekonomi yönetimi milli geliri sadece sabit tutmayı başarabilseydi, başka bir deyişle Türkiye’yi bırakın büyütmeyi ya da küresel ekonomideki payını korumayı, sadece reel olarak küçültmeseydi, akıl almaz uygulamalarla Türk lirasını itibarsızlaştırmasaydı, beş yılda 475 milyar dolar ya da kişi başına 5.875 dolar daha fazla gelirimiz olacaktı.
Yeni ekonomi yönetiminde Merkez Bankası başkanı maliye, Hazine Bakanı DPT kökenli. Cumhurbaşkanı da acı reçeteden bahsetti. Bunlar size yeni ekonomi program hakkında bir fikir veriyor mu?
Yeni göreve gelen yöneticiler şahsen tanıdığım, geçmişte birlikte çalıştığım kişiler. Umarım ekonomi yönetiminde kısmen de olsa umutlanmamızı sağlayan kurumsal devlet aklı diğer alanlarda da kendisini gösterir. Gerçek yurtseverlik, içinde bulunduğumuz koşullarda siyaset üstü bir yaklaşımla bu yolda çaba harcayacak herkese başarılar dilemeği gerektirir.
Teknik yönü güçlü ve bürokrasi deneyimi olan isimlerin tercih edilmesi Hükümetin içinde bulunduğu durumun gerçekten zor olduğunun farkına vardığının göstergesi kabul edilebilir. Geç de olsa, her türlü esnekliği göstermeye, her türlü manevrayı yapmaya açık oldukları görülüyor. Bununla birlikte iyi niyetin, anahtar kavramları doğru cümleler içinde kullanmanın, söylemi değiştirmenin tek başına yeterli olmayacağını da biliyoruz.
Bundan sonra izlenecek politikalara ilişkin şunları söyleyebilirim. Ne yazık ki ekonomi yönetimi son 3 yıldır bir gölge boksu yapıyordu. Bilimin ve akılcılığın karar alma süreçlerine en büyük katkısı kuşkusuz gerçekliğe uygun davranmayı sağlamaktır. Bence ikinci sırada da tutarlılığı güvence altına almasını zikretmek gerekir. Bizim en temel sorunumuz politika belirlemede ve karar alma süreçlerinde aklı ve bilimi hiçe sayan, nesnel gerçeklikle ilgisiz ve tutarsız kararlara mahkûm olmamızdı. En azından bu bakımdan bir iyileşme bekliyorum.
Acı reçeteye gelince, sorun Türkiye’nin kronikleşmiş tasarruf açığından kaynaklanıyor. Toplumun refah düzeyini artırmak, işgücüne katılanlara istihdam olanağı sağlamak için ulaşmamız gereken büyüme gayrisafi yurt içi hasılanın en az yüzde 30’u kadar, hatta biraz üzerinde yatırım yapmamızı gerektiriyor. Oysa biz gelirimizin yüzde 60’ını özel tüketim, yüzde 15’ini devletin cari harcamaları yoluyla tüketiyoruz. Tasarruf için kalan miktar yüzde 25, oysa yatırım için gereken yüzde 30. Tasarrufları artırmak, tüketimin azaltılması anlamına geliyor. Buna da “acı reçete” diyoruz.
Oysa girişimci dostu bir iş ortamı, yatırımcı dostu bir yatırım ortamı oluşturulursa, öngörülebilirlik, istikrar ve güven sağlanabilirse bugünkü ortamda küresel sermayeyi çok uygun koşullarla çekmek ve bu kaynaktan yararlanmak mümkün. Türkiye’nin büyüme potansiyeli dolayısıyla sermaye getirisi yüksek olduğu için hem gelen yabancı sermayenin makul bir kazanç sağlaması hem ekonominin sürdürülebilir yüksek büyümeye ulaşması mümkün olabilir. Geliriniz belli bir düzeyin üzerine çıktığında ise zaten yurt içi tasarruflarınız da artar ve sorun çözülmüş olur. Bunun için ise bazı yapısal reformlara gereksinim vardır. 2014-2018 dönemini kapsayan Onuncu Kalkınma Planı bu çerçevede yapılması gerekenleri son derece iyi biçimde ortaya koyan bir belgeydi ama ne yazık ki uygulanma olanağı bulamadı.
Ekonomi kadrosunun değişimi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “reform” mesajları piyasalara olumlu yansıdı. Sizce bu bir yanılsama mı yoksa samimi bir değişimin ve ekonomide iyileşmenin ilk adımları mı?
Dediğim gibi, sadece göreve getirilen kişilerden hareketle umutlanmak çok mümkün değil. Bu noktaya nasıl geldiğimizi unutmamak lazım. Sadece ekonomi ile de sınırlı olmayacak biçimde izlenen politikalarda son 3 yılda belirgin biçimde akılcılıktan, kurumsallaşmadan ve iyi yönetişimden, hukuk devleti ve demokrasiden, serbest piyasa ve dışa açık ekonomiden adım adım uzaklaşıldı. Aslında bu gidişin ilk işaretleri daha öncesinden de görülmeye başlanmıştı. Yaklaşan krizi görenlerin gerçekleşmesinden endişe ettikleri felaketi önlemeye çalışma çabaları boşa çıkarıldı. Bu bilinçli bir yönelimdi ve buna uygun kadrolar devlet yönetimine getirildi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişle birlikte sistemde hiçbir fren kalmadı. Kuvvetler ayrımının, denge ve denetim mekanizmalarının yokluğunda akraba ve eş-dost kayırmacılığı egemen oldu. Ehliyet ve liyakat, akıl ve bilgi neredeyse görevlendirmelerde dezavantaj haline geldi. Kurumsal yetkinlikler aşındırıldı.
Hükümetin bir şeyleri değiştirmeye çalıştığı ortada ancak ne kadar bir hareket alanı kaldığı sorusu önem kazanıyor. Sonradan Roma İmparatoru olacak Julius Sezar’ın ordusuyla Roma’ya doğru ilerlerken Rubikon nehrini geçmesine işaretle geri dönmenin mümkün olmadığı sınırların aşılması “Rubikon’u geçmek” diye adlandırılır. Korkarım ekonomide de belli sınırlar çoktan aşılmış durumda. Şu anda olumlu mesajlar veriliyor olması oluşan kayıpları telafi etmeye ne yazık ki yetmiyor. Geçtiğimiz dönemde oluşan tahribat, kapsamlı bir reform programıyla birlikte sarsılan güveni yeniden sağlayacak bağlayıcı taahhütler verilmesini, ilk sorunuzu yanıtlarken işaret ettiğim sistem sorununun çözümlenmesini ve acil finansman gereklerini karşılayacak güçlü bir finansman bulunmasını da zorunlu kılıyor.
Yarın (19 Kasım) Merkez Bankası’nın toplantısı var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Merkez Bankası Başkanı Ağbal’ın ve Bakan Elvan’ın açıklamalarının ardından toplantıda faiz artırımı geleceğine dair kuvvetli bir algı oluşmuş durumda. Siz nasıl bir karar bekliyorsunuz?
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var; Temmuz sonundan bugüne TCMB’nin piyasaya verdiği paranın ağırlıklı ortalama maliyeti zaten 600 baz puan arttı. Para piyasasında TL referans faiz oranı artık yüzde 14,75. Merkez Bankası’nın politika faizi olarak ilan ettiği yüzde 10,25’in hiçbir anlamı yok. Zira bu seviyeden piyasaya fonlama yapılmıyor. Dolayısıyla şu anda Merkez Bankası’nın yapacağı aslında başını kuma gömme görüntüsünden kurtulmak ve zaten gerçekleşmiş olan bir durumu kabul etmekten ibaret.
Ben Para Politikası Kurulu’nun yüzde 10,25 olan politika faizinde en az 475 puan hatta belki biraz da üzerinde bir artırım yapmasını bekliyorum.
Faizler artırılırsa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sürekli tekrarladığı teori ve ekonomik model çökecek. Bunun siyasi sonuçları ne olur? Erdoğan, siyaseten bu yükü almamak için yine faiz artırımını engellerse bunun ekonomik sonuçları ne olur?
Ekonomimiz ne yazık ki geçmişte defalarca tecrübe ettiğimiz, birçok başka gelişen piyasa ekonomisinin de (İngilizce ifadesiyle emerging market) yaşadığı bir sıkıntıyla karşı karşıya. Buna kur-faiz açmazı diyebiliriz. İzlenen yanlış politikalar, güvenin sarsılması, artan riskler ve benzeri nedenlerle TL‘nin değerinde ciddi bir düşüş oldu, USD kuru yıl başına göre yüzde 40’ın üzerinde artış kaydederek 8,50 düzeyinin üzerine çıktı. Kur artışı büyük bir sorun, bunu durdurmak için para ve kredi koşullarının sıkılaştırılması, faizin artırılması gerekiyor.
Öte yandan bu sıkı para ve kredi koşullarının sürdürülebilmesi kolay değil. Son üç yıllık dönemde olağan faaliyet gelirleri ile borçlarını geri ödeyebilme gücü kalmamış birçok firma banka kredileriyle ayakta tutuldu. Korku filmlerinde “zombi”ler vardır, yaşamını kaybettiği halde yürüyen ve çevresindeki sağlıklı insanlara da saldırarak zarar veren hortlaklar… İşte bundan esinlenilerek böyle şirketlere de “zombi firmalar” denilir. Sorun sadece bunlarla sınırlı değil. Bu sınıfın dışında da krediye bağımlı hale gelmiş ciddi sayıda işletme var. Sıkılaşan para ve kredi koşulları bunları soluk alamaz hale getirir.
Bankaların durumu da farklı değil. Düzenlemelerdeki değişiklikler sayesinde canlı gibi gösterdikleri ama tahsil olanağı bir hayli azalmış sorunlu krediler üzerlerinde yük olarak dururken bir de Nisan-Ağustos döneminde ortalama yüzde 10-12 faizle verdikleri 400 milyar TL’den fazla kredi şu anda fonlama maliyetlerinin ciddi biçimde altında kaldı.
Hazinenin finansman gereği de sıkı para koşullarını zorlayacak gibi. 2021 yılında, Hazine kamu kurumları hariç piyasaya 400 milyar iç borç geri ödemesi yapacak. 245 milyar TL de bütçe açığı öngörülüyor. Bir başka deyişle; Hazine iç piyasada 650 milyar TL finansman baskısı yaratacak. Bu tutar, son açıklanan verilere göre bankacılık sektörünün şu anda elinde tuttuğu TL cinsi iç borç senedi toplamından fazla.
Yani faiz artışı bu bakımdan sıkıntı yaratacak. Para musluklarının açılması durumunda ise olacak olan belli. Ekonomi, 1990’lı yıllardaki yüksek kur artışı-enflasyon-tekrar kur artışı-daha yüksek enflasyon sarmalına düşebilir. Üzerinden çok zaman geçtiği için o dönemi hatırlamakta yarar var.