Cumhur İttifakı’nın Meclis’teki sandalye sayısı yeni bir anayasa yapmaya ya da bir anayasa teklifini referanduma götürmeye yetmiyor. Buna rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bir “yeni anayasa” hamlesi geldi. Nasıl değerlendiriyorsunuz, amaç ne burada?
Cumhur İttifakı’nın sandalye sayısı, anayasa değişikliği yapmak için yeterli değil. Çünkü Anayasamızın anayasa değişikliği usulünü düzenleyen 175. maddesine göre, bir anayasa değişikliğinin TBMM üye tamsayısının en az beşte üçü tarafından kabul edilmesi gerekiyor. TBMM üye tamsayısı 600 olduğuna göre bu asgari rakam 360 sandalyeye tekabül ediyor. Üstelik 360 milletvekilinin kabul ettiği bir anayasa değişikliği, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe konulamıyor. 360 milletvekilinin kabul ettiği bir anayasa değişikliği, Cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna sunulmak zorunda. Böylece yapılacak halkoylamasında kullanılan geçerli oyların yüzde 50’sinden bir fazlası evet olursa anayasa değişikliği yürürlüğe giriyor.
Burada işaret etmemiz gereken ilk nokta, AKP, MHP ve BBP’nin toplam sandalye sayısının 338 olduğu gerçeği. 360 evet oyuna ulaşmak için Meclis’teki diğer partilerden 22 milletvekilinin desteğine ihtiyaçları var. Böyle bir destek ortaya çıkabilir mi? Oldukça şüpheli. Çünkü bu anayasa değişikliği önerisi, Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı tarafından dile getirildi. Muhtemelen Devlet Bahçeli’nin onayını alarak bu öneriyi açıkladılar. Devlet Bahçeli ise Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin kırmızı çizgi olduğunu belirtiyor. Gerek Meclis içindeki gerekse Meclis dışındaki muhalefet partileri ise güçlendirilmiş parlâmentarizme geçişin kırmızı çizgileri olduğunu ifade ediyorlar. Şu halde Cumhur İttifakı’nın 360 evet oyuna ulaşmak için Meclis’teki diğer partilerden destek sağlama ihtimali yok. Bir an için böyle bir desteği elde ettiklerini düşünecek olsak Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini daha da güçlendirmeye yönelik bir anayasa değişikliğinin halkoylamasında kabul edilme ihtimali pek yok. Çünkü yapılan son kamuoyu yoklamaları, seçmenin yüzde 50’den fazlasının parlâmentarizme geçmek yönünde bir talebi olduğunu gösteriyor.
Bütün bu gerçekleri Cumhur İttifakı da görebildiğine göre neden bir anayasa değişikliği projesini kamuoyunun gündemine getirdiler? Asıl can alıcı nokta bu. Burada iki ihtimalden söz edebiliriz. Birincisi, Cumhur İttifakı Türkiye’yi yönetemiyor. Ülke, siyasi tarihinde görülmemiş ölçüde büyük bir ekonomik krizin içinde. İktidar bloğunun çözmesi gereken asıl sorun, ekonomik kriz. Türkiye bugüne kadar başka ekonomik krizler de gördü. Ancak bu krizlerden hiçbiri böylesine uzun sürmedi, böylesine derin ve yakıcı olmadı. İktidar bloğu, medya üzerinde uyguladığı yoğun kontrolle halkın gerçeklerden haberdar olmasını azami ölçüde önlüyor. Buna rağmen, artık sık sık borçlarını ödeyemedikleri, iş bulamadıkları ve umutlarını tükettikleri için intihar eden vatandaşların acıklı hikâyelerini işitiyoruz. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da Zeytinburnu’nda 20’li yaşlarda bir karı koca, bir buçuk yaşlarındaki çocuklarını akrabalarına emanet ederek intihar ettiler. Cesetleri, kira borcunu ödeyemedikleri evlerinde bulundu. Buna benzer çok hikâye var. Çözümü gereken asıl mesele, ekonomik krizi önlemek, istihdamı büyütmek olduğu halde iktidar bloğu, TÜİK rakamlarıyla oynayarak halkı aldatmayı tercih ediyor. Ancak açlık ve yoksulluk gerçeği o kadar güçlü ki bu aldatma çabası nafile. İşte bu nedenle iktidar bloğu, şapkasından çıkardığı anayasa değişikliği projesiyle zaman kazanmaya ve halkı oyalamaya teşebbüs ediyor.
İkinci ihtimal ise gene anayasa değişikliği hikâyesiyle halkı kandırmak suretiyle oy desteğinin erimesini önlemek. Sanıyorum bu noktada planladıkları strateji şöyle işleyecek: Meclis’te anayasa değişikliği için ihtiyaç duydukları sandalye sayısı mevcut değil. Uzun süre bu hikâyeyle halkı oyalayarak seçimlere sivil anayasa vaadiyle gitmeyi, bu vaatle seçmenleri büyülemeyi; neticede bu sayede seçmenlerini konsolide etmeyi planlıyorlar. Olur da seçmen, bu hayale inanırsa bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar. Hem hayal satarak seçim kazanacaklar, saraylarında oturmaya devam edecekler; hem de bu hayale kapılan seçmenler, onlara yeterli sandalyeyi sunarsa bu sayede iktidarı asla terk etmeyecekleri sürekli bir rejim kuracaklar. Bu, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin daha da güçlendirilmiş bir modeli olacak. Bildiğiniz gibi şu anda Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin karar vericilerini sınırlayacak veya denetleyecek etkili bir mekanizma yok. Görünüşte bir Anayasa Mahkemesi var. Fakat Mahkeme, zaman zaman da olsa Cumhur Bloğunun hoşuna gitmeyecek kararlara imza atabiliyor. Nitekim Devlet Bahçeli bir süre önce Anayasa Mahkemesi’ni Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine uyumlu kılmaktan söz etmişti. Dolayısıyla olur da yeter sayıda seçmeni tavlayarak sandalye sayılarını anayasa değişikliği yapacak orana yükseltirlerse bizler için “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç!” şarkısını söylemekten başka seçenek kalmayacak.
Bu nedenle elimizden geldiğince bu stratejinin işlemesini önlemek, seçmenleri aydınlatmak zorundayız. Umarım başarırız.
1921 ve 24 anayasalarına dönüş ne anlama geliyor? Bu anayasalar bugünkü Türkiye’nin sorunlarına çare olabilir mi?
Sırasıyla cevaplayalım. 1921 Anayasası, ülkemizin siyasi tarihinde özel bir öneme sahip. Çünkü bu Anayasa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi tarafından hazırlanmıştır.
1921 Anayasası’nı siyasi tarihimizde önemli kılan üç faktör mevcuttur. Bunlardan ilki, Anayasayı hazırlayan Büyük Millet Meclisi’nin üye kompozisyonu; ikincisi, Anayasanın yapımı sürecinde ülkenin içinde bulunduğu Kurtuluş Savaşı koşulları; nihayet üçüncüsü, Anayasanın çerçeve bir anayasa olması ve içerdiği hükümler.
1921 Anayasası’nı hazırlayan Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal’in 17 Mart 1920’de yayınladığı İntihabat Tebliği gereğince kurulmuştur. Buna göre Büyük Millet Meclisi’nde her liva (sancak), nüfusuna bakılmaksızın 5 üye ile temsil edilecektir. Bu, ABD Kongresi’nin Senato olarak tanımladığımız ikinci kanadının bir özelliğini çağrıştırmaktadır. Böylece her sancak, Meclis’te eşit bir temsil gücüne sahip olacağından siyasal ve sosyal çoğulculuğu sağlayan bir faktördür. Bu İntibahat Tebliği’ne göre, Büyük Millet Meclisi’nin diğer üyeleri, son Mebusan Meclisi’nin üyeleriyle bu Meclisin Malta’ya sürgüne gönderilmiş üyeleri olacaktır. Bu sayede Büyük Millet Meclisi, çiftçiler, esnaflar, serbest meslek erbabı ve din adamlarının yer aldığı geniş bir sosyal çeşitliliği sergilemiştir. Meclis’in üye kompozisyonunu dikkate aldığımız zaman sonraki tarihlerde kabul edilen 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının hiçbiri, böylesine çoğulcu meclisler tarafından hazırlanmış değillerdir.
1921 Anayasası’nın diğer özelliği, ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde bu sürecin olağanüstü ihtiyaçları gözetilerek hazırlanmış olmasıdır. Bu, birazdan açıklayacağım gibi Anayasanın içeriğine de yansıyan bir özelliktir.
Nihayet 1921 Anayasası’nın diğer özelliği, bu Anayasanın çerçeve bir anayasa olması, sadece 23 madde ve 1 ek maddeden oluşmasıdır. Anayasa, böylesine kısa bir metin olduğu için temel hak ve hürriyetlere ilişkin herhangi bir düzenleme içermemektedir. Öte yandan Anayasa’da yargıya ilişkin bir hüküm de bulunmamaktadır. Bunun sebebi, Kurtuluş Savaşı’nın icap ettirdiği olağanüstü ihtiyaçlar dikkate alınarak Anayasa’nın hazırlanmış olmasıdır. Bu yönüyle düşünüldüğünde 1921 Anayasası, anayasalcılığın gereği olan devlet gücünü sınırlama fonksiyonundan yoksundur. Tam aksine, devletin bir organı olan yasama meclisinin elinde bu Anayasa ile sınırsız bir güç temerküz etmiştir. Bunun nedeni, Meclis’in bir yandan Kurtuluş Savaşı’nı idare ederken diğer yandan fiilen çökmüş olan imparatorluk yerine modern bir devlet düzenini inşa edecek olmasıdır. Bu fiilî durum, Meclis’in sınırsız yetkileri haiz olmasını gerektirmektedir.
Anayasa’nın kısa bir metinden oluşması, elbette onu önemsiz kılmıyor. Anayasa’nın 1. maddesi, “Hakimiyet bila kaydü şart milletindir” hükmüne yer vermek suretiyle aslında dolaylı olarak saltanatın ilga edileceğini ima ediyor. Nitekim saltanat, 1 Kasım 1922 tarihli bir Meclis kararıyla kısa bir süre sonra ilga ediliyor. Bu, siyasi tarihimiz bakımından fevkalade önemli. Böylece meşruiyetini dünyevi esaslardan alan modern bir devlet düzeni kurulmuş oluyor. Haliyle bu belge, ülkemizin modernleşme ve laikleşme sürecinin ilk adımını oluşturuyor.
Öte yandan Anayasa, yasama ve yürütme yetkilerinin Meclis’e ait olduğunu, yürütme yetkisinin İcra Vekilleri Heyeti eliyle yerine getirileceğini, İcra Vekilleri Heyeti’nin Meclis tarafından seçileceğini ve gerektiğinde düşürüleceğini belirtmek suretiyle meclis hükümeti modelini benimsiyor. Meclis hükümetinin önemli bir özelliği, bu sistemde bir devlet başkanlığı makamının olmamasıdır. Nitekim 1921 Anayasası da devlet başkanlığı makamına yer vermiyor. Ancak meclis başkanı statüsünü düzenliyor. Meclis hükümeti, sıkça rastladığımız bir hükümet sistemi değildir. Daha ziyade olağanüstü koşullarda rastlanan bir modeldir. Nitekim Fransa’nın 1792-1795 yılları arasındaki Konvansiyon Döneminde de kabul edilmiştir. Burada haklı olarak şu soru sorulabilir: Anayasa neden meclis hükümetini benimsemiştir? Bu sistemin en önemli özelliklerinden biri, Meclis’in, yani yasama organının devletin en güçlü organı olmasıdır; tüm yetkilerin bu organda toplanmasıdır. O günün Kurtuluş Savaşı koşullarında Meclis, aslında bu savaşı idare eden organdır. Dolayısıyla böyle bir hükümet modeli, günün koşullarına en uygun olanıdır.
Nihayet bu Anayasanın önemli bir başka özelliği, toplam 23 madde ve 1 geçici maddeden oluşan bu metnin 14 maddesinin yerinden yönetim esaslarına hasredilmesidir. Bu da Anayasanın ne ölçüde adem-i merkezî bir yapıda olduğunu gösteriyor. Ancak hemen işaret edelim ki Anayasa’da anayasanın üstünlüğünü düzenleyen bir hüküm yok. Bu belge, katı değil; esnek bir anayasa. Yani içerdiği hükümlerin değiştirilmesinde özel yöntemler uygulanmıyor. Anayasa’ya aykırı bir kanunun kabul edilmesini önleyecek bir mekanizma mevcut değil. Anayasa’ya aykırı kanunlar, anayasa değişikliği olarak kabul ediliyor. Anayasaya aykırı olmamakla beraber 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan eden ve Cumhurbaşkanlığı makamını yaratan değişiklik, adi bir kanun niteliğindeki Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun ile gerçekleştiriliyor.
Gelelim can alıcı olan asıl meseleye. Bugün iktidar bloğunun temsilcileri, sözüm ona yeni bir anayasa vaat ederken neden 1921 Anayasası’nın adını telaffuz ediyor? Bu kanımca, kurnazca seçilmiş olan bir yöntem. Birincisi, 1921 Anayasası özellikle siyasal ve sosyal çeşitliliği olan çoğulcu bir Meclis tarafından kabul edildiği için Prof. Ergun Özbudun ve Prof. Bülent Tanör gibi önemli anayasa hukukçularımızın övgüsüne mazhar olmuş bir belgedir. Böylece bu Anayasa’ya verilen referansla iktidar çevreleri, Türkiye’deki aydınların desteğini elde etmeyi hayal ediyor. İkincisi, bu Anayasanın adem-i merkezîyetçi bir içeriğe sahip olması, özellikle Kürtlerin sempatisini uyandıran bir husus. Böylece 1921 Anayasası’na verilen referansla Kürtlerin desteğinin kazanılması hedefleniyor.
Nihayet son nokta şu: Bu Anayasa, esnek ve çerçeve bir anayasa. Esnek olduğu için anayasanın üstünlüğü ilkesine ve anayasa yargısına yer vermiyor. Böylece Meclis’e hâkim olan siyasi çoğunluk, kadir-i mutlak oluyor. Şu anki iktidar bloğu için eşsiz bir fırsat. Öte yandan çerçeve bir anayasa olduğundan, bu Anayasa metninde çoğunluğu frenleyecek ve dengeleyecek etkili hükümler yok. Kısacası kanun yapma gücüne sahip olan bir çoğunluk, böyle bir anayasayla ülkeyi dilediği gibi yönetebilir.
Özetleyecek olursak 1921 Anayasası siyasi tarihimizde çok önemli ve özel bir yere sahip. Ülkenin işgal kuvvetlerinden temizlenmesinde Kurtuluş Savaşı’nın idaresini sağlayan Birinci Meclisimizin çok değerli bir hukuk belgesi. Ancak bu metin, bugünün koşullarına uyarlanacak mahiyette değil. Çerçeve bir anayasa olması nedeniyle bugünün karmaşıklaşmış devlet ve toplum düzeninin ihtiyaçlarını karşılayamaz. Daha önemlisi, bu Anayasa’ya referansla yeni anayasa yapacağını beyan edenler, bana pek iyi niyetli görünmüyorlar. Özledikleri bu tür bir anayasa ise bu, şu anlama geliyor: Bugünkünden daha da sınırsız iktidar yetkisi istiyorlar. Şunu unutmayalım: Birinci Meclisimiz, 1921 Anayasası’nın kendisine sunduğu sınırsız yetkilerle Anadolu’yu işgal kuvvetlerinden temizledi. Modern ve bağımsız yeni bir devlet düzeni kurdu. Bugün 1921 Anayasası’na referans verenler, neyi yıkacaklar ve yerine neyi kuracaklar? Cumhuriyeti ve onun dayandığı temel değerleri yıkarak bambaşka bir rejim kurmayı amaçlıyorlarsa toplumun büyük çoğunluğunun bu amaca karşı direneceğini akıllarında tutmalılar.
1924 Anayasası’na verilen referansla ilgili olarak neler söylenebilir?
Buradaki cevabım da benzer olacak. 1924 Anayasası’nı anayasacılık tarihimizde önemli kılan, bu Anayasanın normal bir seçimle belirlenen olağan bir Meclis tarafından hazırlanmasıdır. İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1876 tarihli Kanun-i Esasi resmen ilga edilmediği için, 1921 Anayasası da çerçeve özelliği sebebiyle ihtiyaca cevap veremeyeceği için, yeni bir anayasa yapma yetkisini kendisinde görerek 1924 Anayasası’nı hazırlamıştır. Bu, ilk bakışta demokratik bir anayasa yapma yöntemi gibi düşünülebilir. Gerçekten Cumhuriyetin sonraki anayasaları, 1961 ve 1982, askerî müdahaleleri takiben bu müdahalelerin lider kadrolarının etkisiyle hazırlanmıştır. Bu açıdan baktığımızda 1924 Anayasası’nın olağan bir parlâmento tarafından hazırlanması, elbette olumlu bir özelliktir. Ne var ki 1924 Anayasası’nı hazırlayan İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde sadece tek bir partinin, CHP’nin temsilcileri vardır. Üstelik CHP, bu Meclis’in seçimleri öncesinde içindeki muhalif unsurlardan arınarak monolitik bir yapı kazanmıştır. Bu, TBMM’nin de monolitik bir yapı sergilemesi anlamındadır. Nihayet o tarihlerde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmadığından nüfusun yarıya yakını, bu Meclis’te temsil edilmemiştir. Dolayısıyla bu Anayasanın yapımı süreci, ilk bakışta demokratik görünmekle beraber, bu sıfatın ne ölçüde mevcut olduğu tartışmalıdır.
Anayasanın içeriğine gelince, bu Anayasa, çoğunlukçu bir anayasadır. Meclis’e hâkim olan çoğunluğu sınırlayacak etkili bir mekanizmadan yoksundur. Anayasa katıdır ve anayasanın üstünlüğü kuralına yer vermiştir. Ancak kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyecek bir anayasa yargısı mevcut değildir. Genel yetkili mahkemeler de bu Anayasa’nın yürürlüğü döneminde ABD’de olduğu gibi anayasaya uygunluk denetimi yapma yetkisini kendilerinde görmemişlerdir.
Anayasa, sadece klasik haklara yer vermiştir. Yani sosyal haklar mevcut değildir. Anayasa, içerdiği hakların alanını tayin etmemiş; sadece bunların isminden söz etmiştir. Hakların alanını tayin yetkisini kanun koyucuya bırakmıştır. Kanun koyucu, hakların alanını tayin ettiği gerekçesiyle bu hakları kullanılamaz hale getirecek kanunlar yapabilmiştir. Çünkü anayasa yargısı yoktur. Böylece Meclis’e hâkim olan çoğunluk, ülkenin kaderini tayin konusunda sınırsız yetkilere sahiptir.
Görüldüğü gibi 1924 Anayasası’nın çoğunlukçu modelini geri getirmek için hiçbir haklı gerekçe yoktur. Kaldı ki bugünkü Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi de özünde çoğunlukçu bir demokrasi yaratmıştır. Yani seçmenin çoğunluğunun desteğini alan iktidar bloğu kadir-i mutlaktır. Anayasada yer alan yargı mekanizmaları, bugün için kâğıt üzerindedir. Çünkü yargı bağımsız değildir. Bu, anayasa yargısı dahil yargının tamamı için geçerlidir. Burada şu soruyu sormak gerekiyor: Acaba bugünkü çoğunlukçu modelin hangi vasfı, iktidar bloğu için kâfi imkân sağlamıyor da 1924 Anayasası’nın çoğunlukçuluğuna özlem duyuluyor?
Siz 2007’de AK Parti için Anayasa taslağı hazırlayan Ergun Özbudun başkanlığındaki bir heyette yer almıştınız. O günkü iklimle bugünkü iklimi yeni bir anayasa açısından karşılaştırabilir misiniz? Yeni bir anayasanın konuşulması için nasıl bir ortam gerekir?
Bugünle kıyaslandığında 2007 Türkiye’si, özgürlüklerin ve demokrasinin geleceği yönünden ümit vaat eden bir Türkiye’ydi. Çünkü 1995, 2001 ve 2004 anayasa değişiklikleriyle bunların gereği olan yasal değişiklikler sayesinde Türkiye’de demokrasi rüzgârları esiyordu. Demokratikleşme paketleri olarak adlandırılan bu reformlar sayesinde Türkiye, 2005’te Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde müzakerelere başlama şansını yakalamıştı. O günkü Türkiye’de, bugünle kıyaslandığında canlı, güçlü ve etkili bir sivil toplum vardı. Medyada bir çeşitlilik ve çoğulculuk hakimdi. İfade hürriyeti, bugünküyle kıyaslanamayacak ölçüde genişti.
Buna rağmen meşhur 367 krizinin yarattığı ortamda Türkiye kamuoyunun neredeyse yüzde 50’sinin beklentisi, çoğulcu ve demokratik bir anayasa düzenine kavuşmaktı. Özellikle yargının sadece hukukîlik denetimi yapan bağımsız bir organ olması hayal ediliyordu. İşte biz 2007 sivil anayasa taslağını böyle bir ortamda hazırladık.
Bugüne baktığımızda Türkiye, 2013 Gezi protestolarından başlayarak demokrasiden, özgürlüklerden ve hukuk devleti mekanizmalarından tedricen uzaklaşarak otoritarizmin kucağına sürüklendi. Bu otoriterleşme sürecinin ilk dalgası, 2013’teki Gezi protestoları; ikinci dalgası, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları neticesinde yargının kuşatılması ve bu kuşatmanın fasılasız olarak günümüze kadar uzanması; üçüncü dalgası, 15 Temmuz darbe teşebbüsü ve bunun ardından başlayan iki yıl süren olağanüstü hal rejimi. Böylece hukuk devletinin askıya alınması; özgürlüklerin alabildiğine ortadan kalkması, özellikle ifade hürriyeti ve bu hürriyetin yansıması olan basın hürriyeti, toplanma hürriyeti, bilim ve sanat hürriyeti gibi alanlarda devlet otoritesinin kuvvetle tezahür etmesi; ceza yargılaması ve bu yargılamanın bir unsuru olan tutukluluğun iktidarın sopası haline gelmesi, böylece muhalif olan her sesin yargı aracılığıyla bastırılması ve yok edilmesi; nihayet dördüncü dalga, olağanüstü halin baskıcı ortamında Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilerek bu hükümet sistemiyle OHAL’siz OHAL koşullarının sürekli hale getirilmesi. Yani kuvvetler birliği esasına dayanan, yargı bağımsızlığının ve hukuk devleti mekanizmalarının yol edildiği bir baskı ortamının sürekli hale getirilmesi.
Gördüğünüz gibi, 2007 koşullarıyla bugünkü koşullar, bir uçtan diğer uca savrulmayı ifade ediyor. Daha net ifade edecek olursak, demokratikleşmenin ılık rüzgârlarından otoriterleşmenin fırtınalı koşullarına geçtiğimizi gösteriyor. Dolayısıyla bugünün iklimi, yeni bir anayasa üzerinde konuşmak şöyle dursun, herhangi bir konuda serbestçe tartışmayı önlüyor. Bakınız Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin ve öğretim üyelerinin anayasal bir hakkı kullanarak gerçekleştirdikleri protestoların sonuçlarına: gözaltılar, nezarethaneler, kötü muameleler, ev hapisleri ve tutukluluklar… Oysa eleştiri ve protesto, demokrasinin olmazsa olmazıdır. Bu ortamda mı yeni bir anayasayı konuşacağız?
Yeni bir anayasa yapabilmek için öncelikle anayasal özgürlükleri, yargı bağımsızlığını ve hukuk devletinin diğer tüm unsurlarını, medya çeşitliliğini yok eden Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini ilga etmek gerekiyor. Bu ise Anayasa’nın neredeyse üçte ikisinin değiştirilmesi anlamına geliyor. Böylesine kapsamlı bir anayasa değişikliği yaparak güçlendirilmiş parlâmentarizme geçişi sağlarsak bu, yeniden demokratikleşmenin ılık iklimine kavuşabileceğiz demektir.
Böylece ifade, örgütlenme ve yarışma hürriyetleri, tüm siyasi partiler bakımından eşit hürriyet alanlarına dönüşürse, sivil toplum canlanabilir ve güçlenebilirse, medyada çeşitlilik sağlanabilirse, yargı iktidarın sopası olmaktan çıkıp hukukun üstünlüğü ve adaletin güvencesi haline gelebilirse yeni anayasa hayalimizi tekrar canlandırabiliriz.
Varsayalım ki o noktaya gelebildik. Siyasi partilerin tamamı, kendi anayasa projelerini kamuoyuna açıklayarak seçmenin desteğini talep etmeli. Böylece yapılacak bir seçimde kurulacak parlâmentonun yeni anayasa yapacağı önceden halka beyan edilmeli. Seçmen oyunu bu gerçekler ışığında kullanmalı. Yeni anayasayı yapma yetkisiyle kurulan parlâmentonun çalışmaları, kamuoyunca serbestçe izlenebilmeli. Kamuoyu çeşitli vasıtalarla bu çalışmalara katılabilmeli. Parlâmento bir anayasa taslağı oluşturmayı başarırsa bu metin serbest bir ortamda halkın oyuna sunulmalı. Gördüğünüz gibi bu noktaya gelebilmek için yapacağımız pek çok iş var. Türkiye henüz o noktada değil. Keşke olabilseydi.