Bu, 8 Ekim tarihli “Türkiye’nin nomenklaturası nasıl rıza yaratıyor?” başlıklı yazımın devamı… Araya erteleyemeyeceğim bir yazı girdiği için iki yazı peşpeşe gelemedi, o nedenle genişçe bir özetle o ilk yazıyı hatırlatarak başlayacağım.
Sovyetler Birliği’nde iktidarın etrafında toplaşmış sınırlı ayrıcalıklılar sınıfına ‘nomenklatura’ deniyordu. Bürokrasi, ordu, medya, iş ve sanat dünyasından ayrıcalıklıların toplandığı bu kitle kabaca nüfusun yüzde 1,5’una tekabül ediyordu.
Yıldıray Oğur, Türkiye’nin nomenklaturasını anlattığı yazısında (“Nomenklatura’nın çıkarları,” 3 Ekim 2020), bu sınıfın temel karakteristiğini şöyle anlatmıştı: “Talimatla, emirle değil, ayrıcalıklı pozisyonunu korumak için uğraşan bir sınıfın bir mensubu olma bilinciyle hareket ediyorlar. Bu kapalı devre grubun kendi içinde bir ahlak oluşuyor, böylece ayıplanma hissi ortadan kalkıyor, lidere sadakat halka, hakikate, ülkeye, değerlere sadakatin önüne geçiyor, hatta onların yerini alıyor. Kendini böyle ikna ediyorsun.”
Hatırlayacaksınız, ben de Oğur’un yazısından yola çıkarak, tablo bu kadar açıkken bu yeni sınıfın geniş halk kitlelerinde nasıl olup da rıza yaratmaya devam edebildiğini sormuştum. Öyle ya; kendisine vaat edilen refahın yerinde yeller eserken, ayrıcalıklı bir grubun kendisinden koparak yepyeni bir dünya kurmasına ciddi bir itirazının olmaması; hatta sanki ‘yeni sınıf’la aralarına kalın bir perde gerilmemiş gibi, sanki hâlâ aynı ortak çıkar ve tahayyüle sahiplermiş gibi davranmaya devam etmesi rasyonel ölçülerle bakıldığında pek mantıklı görünmüyor.
8 Ekim tarihli yazımda bu sorunun cevabını ararken -elbette muhalefetin yetersizliği vb. siyasi etmenleri ihmal etmeden- bakmamız gereken başlıklardan birinin de “kitleler ve hisler” olması gerektiğini söylemiştim:
“İnsanların tercihte bulunurken esasen somut-maddi çıkar ve beklentileriyle hareket ettikleri değerlendirmesinin eski hegemonik pozisyonunun yerinde artık yeller esiyor. Birçok araştırma, insanların bilinçdışı tarafından yönetilen hislerinin bilinçli rasyonel davranışlarından daha belirleyici olabileceğini ortaya koyuyor. Bu anlamda siyaset de bir yönüyle hislerin yönetilmesi ve yönlendirilmesi mesaisi olarak tanımlanıyor.
“Hisler, bireylerden kitlelere geçildiğinde çok daha etkili bir âmil olarak ortaya çıkıyor. Büyük hedefler, büyük idealler, büyük haklılık duyguları bireylerin ve kitlelerin somut maddi-güncel ihtiyaçlarının ve beklentilerinin önüne geçebiliyor. Bireyler ve kitleler, bu tutumlarını yıllar, bazen on yıllar boyunca sürdürebiliyorlar.”
Sovyetler Birliği örneği
Nomenklaturalar esasen işte yarattıkları bu büyük idealler ve beklentiler üzerinden meşruiyet ve rıza yaratıyorlar.
O yazının sonunda, hislerin, büyük ideallerin, büyük beklentilerin bireyler, özellikle de kitleler üzerinde nasıl bir rol oynadığını bilen Sovyetler Birliği nomenklaturasının halkın bu özelliğini nasıl kendi iktidarları için maddi bir güce dönüştürdüğünü anlatan bir kitaptan söz etmiştim.
Sovyetler Birliği’nin ve Belarus’un önde gelen gazetecilerinden Svetlana Aleksiyeviç’e 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’ni kazandıran “İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu” kitabı, Aleksiyeviç’in, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinin başladığı 1980’lerin sonundan 2012’ye kadar geçen dönemde, olan bitene fiilen tanıklık etmiş sıradan ‘Sovyet insanları’yla gerçekleştirdiği söyleşilere dayanıyordu.
Kitapta anlatılan bütün gerçek hayat hikâyeleri, sıradan insanların büyük bir ideale bağlanma, inandıkları bir otoritenin vaat ettiği yüksek hedeflere ulaşma ihtiyaçlarının, ‘işini bilen’ bir yönetici sınıf tarafından nasıl yıllar, on yıllar boyunca manipüle edilebildiğini gösteriyordu.
O yazıyı bu yazıya bağlayan son paragraf da şöyleydi:
“Sonraki yazıda önce bu örnekleri anlatacak, ardından da Türkiye’nin yeni yönetici sınıfının bu ideal ve maneviyat manipülasyonu alanındaki şapka çıkartılacak başarısını ele alacağım.”
“Yüce olan neyiniz var sizin? Hiç. Bir tek konfor. Her şey mide için”
Hikâyesini Svetlana Aleksiyeviç’e anlatanlardan biri de 87 yaşındaki parti üyesi Vasili Petroviç’ti. Bütün varlığıyla partiye bağlı kaldığı halde başına gelmedik kalmamıştı Petroviç’in. Aklına gelen yegâne ‘suç’ ihtimalini şöyle anlatmıştı gazeteci Aleksiyeviç’e:
“Şehirdeki son parti konferansını hatırlıyordum… Yoldaş Stalin’in selamını okumuştuk ve bütün salon ayağa kalkmıştı. Bağırmıştı hatip: ‘Yaşasın yoldaş Stalin, zaferimizin organizatörü ve esin kaynağı!’ ‘Yaşasın Stalin!’ ‘Yaşasın lider!’ On beş dakika… Yarım saat… Herkes birbirine bakıyor ama kimse ilk oturan olmuyor. Herkes duruyor ayakta. Ben nedense oturdum. Mekanik bir biçimde. Sivil giyimli iki kişi yanıma geldi: ‘Yoldaş, neden oturuyorsunuz?’ Fırladım ayağa! Kurulmuş gibi sıçradım. Ara olunca sürekli etrafıma bakındım. Biri gelip tutuklayacak diye bekledim.”
O gün tutuklanmadı ama bir süre sonra tutuklandı. Karısı ondan üç gün önce alınmış ve bir daha da dönmemişti zaten. Onun neden götürüldüğüne dair de bir fikri yoktu:
“Tiyatroya gitti ve eve dönmedi. Ayakkabı fabrikasında çalışıyordu. Kızıl mühendisti. ‘Anlaşılmaz bir şeyler oluyor’ demişti, ‘Bütün arkadaşlarımızı götürdüler, bir değişiklik var…’”
Kendi tutukluluğu: “Sabaha doğru arama sona erdi. Emir verildi: ‘Toplanın!’ Dadı oğlumu uyandırdı… Gitmeden önce onun kulağına fısıldamayı başardım: ‘Kimseye annen, baban hakkında bir şey söyleme.’ Böyle hayatta kaldı işte.”
Vasili Petroviç’in hikâyesi başına gelen bütün bu felaketlere rağmen ‘mutlu son’la bitecekti. Evet, hapiste korkunç şeyler yaşamıştı ama sonunda davasını yeniden gözden geçirmeye karar veren parti onun ‘suçsuzluğunu’ kabul ettiği gibi orduya girip savaşa gitmesini de sağlamıştı:
“Kırk bir yılı. Herkes ağlıyordu… Ben ise mutluluktan şakıyordum; savaş! Savaşa gidiyorum! Bana bunun için izin veriyorlar. Gönderiyorlar. (…) Eve iki yarayla döndüm. Üç madalya ve nişanla. Parti bölge komitesinden çağırdılar: ‘Ne yazık ki karınızı size geri getiremeyeceğiz. Karınız öldü. Ama onurunuzu geri verebiliriz…’ Parti kimliğimi verdiler bana. Ve mutlu oldum! Mutlu oldum…”
Gazeteci Aleksiyeviç artık bu noktada dayanamaz, görüştüğü kişileri yargılamama tutumunu sürdüremez. Petroviç’in sözünü keser ve “bunu anlayamadığını, hiç anlayamayacağını” söyler. İşte o zaman 87’lik parti üyesinin öfkesi yüzünde patlar:
“Mantık kurallarıyla yargılayamazsınız bizi. Muhasebeciler sizi! Anlasanıza! Bizi ancak dini kurallara göre yargılayabilirsiniz! İnanç kurallarına göre! İnancımız sizi kıskandırır bile! Yüce olan neyiniz var sizin? Hiç. Bir tek konfor. Her şey mide için… On iki parmak bağırsağı için… Göbeğini şişirirsin ve keyiflerle çevrelenirsin…”
Aleksiyeviç’in kitabında, bağlandığı manevi hedefi ve onu taşıdığını düşündüğü otoriteyi başka her şeyin üzerinde tutan böyle yüzlerce tanıklık var. Kitap, bireylerin ve toplumun, manevi bir hedef ve onu taşıyan otorite uğruna kendilerini nasıl önemsizleştirebildiğinin, kendi ihtiyaçlarını nasıl geri plana atabildiğinin çok çarpıcı bir örneğini ortaya koyuyor.
‘Millilik’ hamaseti o kadar etkili olamaz ama…
Sovyetler Birliği nomenklaturasının 70 yıl boyunca ‘sınıfsız toplum’ ideali üzerinden sürdürdüğü hamasetin farklı nitelikte bir benzerini ‘millilik’ üzerinden Türkiye’nin nomenklaturası yürütüyor.
Tabii komünizmin harekete geçirebildiği -gerçekçi olmadığı sonradan ortaya çıkan- maneviyatın (hamasetin) derinliğiyle bugün Türkiye’yi yönetenlerin ‘millilik’ üzerinden harekete geçirebildiği maneviyatın (hamasetin) derinliği arasında dağlar kadar fark var. O maneviyat, kitleleri 70 yıl boyunca etkisi altında tutabildi, Türkiye’nin nomenklaturasının öyle bir şansı yok.
Yine de 70 yıl değil ama 5 yılı 10 yılı götürebilecek bir hamaset imkânından söz edebiliriz ki bu da az şey değil. Şu andan itibaren 5 yıl 10 yıl değil ama; iktidar yıllardır bu hamaseti meşruiyet kaynağı olarak kullanıyor, daha ne kadar kullanabilir, onu bilemiyoruz.
Fakat şu da var: Muhalefet, iktidarın yarattığı “millilik kıskacı”nı kırmanın bir yolunu bulamazsa, iktidarın bu meşruiyet kaynağından daha uzun yıllar faydalanabileceğini düşünebiliriz.