Kamu bankaları kredi musluklarını açarken özel bankalar kısıyor. Bunlar para kazanmak istemiyorlar mı?
İstiyorlar tabii ki ama para kazanma sevdasının onları zarara sürükleyebileceğinin farkındalar. Bankaların kredi verirken şirket bilançolarına göre karar vermeleri ‘ağır ahmaklığa’ girer ve özel bankalar işin cahili değil. Dolayısıyla ipotek olmadan kredi vermiyorlar ve ipotek edecekleri mülkleri de epeyce iskonto ederek fiyatlandırıyorlar.
Niçin gerçek fiyatı veri alıp ona göre kredi vermiyorlar?
Çünkü bilançolarda önlerine konan rakamlar hemen hiçbir zaman gerçek değil. Adam Anadolu’nun bir yerinde arsa satın alıyor ve 1 liralık şeyi 10 hatta 100 lira gösterebiliyor. Bankaların onlara sunulan rakamlara güvenmelerini beklemek de bir miktar ‘ahmaklığa’ giriyor.
Aslında bankalar şirketlerin performansına göre kredi vermeliler, değil mi?
Açıkçası bunun da pek ‘zekice’ olmayacağını belirtmem lazım. Bu kriterle bir süre davransınlar, hepsi batar.
Ama kamu bankaları kredi vermeyi sürdürüyor?
Evet… Ve batmıyorlar çünkü arkalarında Merkez Bankası ve Hazine, yani devlet var. Devletin batması da son birkaç yüzyılda birkaç kez tanık olduğumuz üzere biraz zaman alabiliyor.
Demek asıl sorun şirketlerin doğru beyanda bulunmaması… Niye böyle davranıyorlar?
KOBİ denen küçük ölçekli şirketler böyle davranmadıkları takdirde kendileri batar. Devlet her aracı kullanarak bu şirketlerin tepesine binmiş durumda. Ödemeleri gereken harç ve vergileri ödediklerini düşündüğümüzde ayakta kalmaları zor.
Ama devlet enflasyon muhasebesi yapmaya izin veriyor…
İyi de hem oranları çok düşük tutuyor, hem bürokratik hammaliyeyi acayip artırıyor, hem de öyle koşullara tâbi kılıyor ki kimse ne kullanıyor, ne de kullanmak istiyor.
Bu durumda KOBİ’lerin maliyetlerini düşürmekten başka çıkış yolları yok gibi…
Nitekim onlar da öyle yapıyor, az adamla ve az gösterilen maaşlarla çalışarak ayakta kalıyorlar. Nitekim memlekette TÜİK diye bir kuruluş var, şirketlere onlarca soru soruyor ve kısa bir zaman içinde cevaplanmasını istiyor. Cevaplamazsanız cezası var… Bu işe ayrı bir adam hasretmeniz lazım. Şirketler ne yapıyor? Cevapları çoğunlukla kafadan atıyor. Hayali rakamlar üzerinden hayali bir istatistik sistemi kurulmuş.
Peki bu maliyet düşürme zorunluluğu bilançolara nasıl yansıyor?
Bilançolar makyajlanıyor. Zaten zar zor enflasyon üstü para kazanan bir şirketinizin olduğunu düşünün. Yaşamak için, aileniz için para çekmek zorundasınız. Ama bunun çok yüksek bir vergisi var. Ne yapıyorsunuz? Parayı çekiyor ama hâlâ kasada gösteriyorsunuz. Ayrıca isteyerek ya da mecburen faturasız aldığınız mal ve hizmetler var. Bunları ödüyor ama defterlerinizde gösteremiyorsunuz. Böylece kasadan bir sürü para çıkıyor ama hepsi sanki kasada varmış gibi bilanço düzenleniyor. Kasa yeterince yüklü gözükünce ‘ortak hesapları’ o da dolunca ‘iş avansları’ hesabı şişiriliyor. Velhasıl bilançoya göre bir sürü varlığa sahip olan şirketler aslında o varlıklara sahip değiller.
Büyük firmaların bu tür sorunları yok herhalde…
Bu saydıklarımız büyükler için küçük sorunlar. Ama büyük şirketlerin başka ve çok önemli bir sorunu var… Özellikle ihale aldıklarında komisyonları nasıl ödeyecekler? Eğer tüm vergilerini vermeye kalksalar ellerinde komisyonun yüzde 25’i kalıyor. Onlar da komisyonlarını tam ödeyip bilançolarında makyaj yaparak durumu geçiştiriyorlar.
Nasıl bir makyaj?
Burada miktarlar büyük. Yani büyük meblağları massedecek bir bilanço kalemine ihtiyaç var. Verdiğiniz komisyon kadar miktarı ya eldeki bina ve benzeri varlıkların değerine ya da (muhasebe usulünde 290-299 sıra numarasıyla kaydedilen) ‘sabit varlıklar’ hesabına ekliyorsunuz. Bu maddelerde mükellefe esneklik tanınmış. İstediğiniz gibi ‘sabit varlık’ yaratabilirsiniz. Sonuçta bilançonuzda sabit varlık olarak gözüken milyarlar var ama aslında hiçbir varlık yok.
Niye doğrudan ‘gider’ yazılmıyor?
Çünkü zaman içinde biriken o kadar büyük miktarlardan söz ediyoruz ki, bunları gider yazsanız bilançodaki tüm sermayeyi eritebilir.
Bankalar bu durumun farkında tabii ki…
Farkındalar ve bunların ne tür sabit varlık olduğunu soruyorlar. Şirketler de ‘sabit varlık işte…’ diye yanıtlıyor. Eğer sıkışırlarsa ‘şu sayılı af yasasına göre sabit varlık’ diyerek işin içinden çıkıyorlar.
Nasıl yani? Bu uygulamayı devlet onaylıyor mu?
Onaylamaz mı? Devlet bu sistemin sürmesi, ya da bitmesinden ürktüğü için 3-4 yılda bir af çıkarıyor. Nitekim bugünlerde de bir iki ay içinde yeni bir af bekleniyor. Bu aflar sayesinde biriken karşılıksız paraları yüzde 3 ödeyerek ortadan kaldırıyorsunuz. Böylece çark yeniden kuruluyor.
Yine aynı noktaya gelinecek…
Tam o nedenle şirketler de devlet de geleceğe matuf bir tedbir almak istiyor. Nasıl olsa bilançolar karşılıksız varlıklarla dolacağına göre, acaba önceden bir miktar ‘tampon değer’ üretme imkânı yaratılabilir mi? Yani ortada bir değer yokken ve henüz karşılıksız harcama yapılmamışken bile, gelecekte ödenecek komisyonları şimdiden karşılayacak hayali bir varlık üretebilir miyiz? Bunun adına ‘stok affı’ deniyor. Elinizde kayıt dışı stok varsa KDV’nin takriben yarısını vergi olarak ödeyip, o stoku kayda geçiriyorsunuz. Ama asıl cazip kısmı elinizde olmayan stoku da sanki varmış gibi kayda geçirmek. Böylece ileride ödeyeceğiniz komisyonları vergi dışı dağıtmak mümkün hale geliyor.
Stoklar şişerse?
Sorun değil. Hayali stokları imalata yediriyorsunuz. Bir inşaata harcanan demirin ne kadar olduğunu sonradan kim söyleyebilir? Defterlerde ne yazarsa onu kabul etmek durumundasınız. Bu şekilde her şeyin ötesinde bir de vergi avantajı elde ediyorsunuz. Stokta gözüken hayali varlığı maliyete ekleyince kâr düşüyor. Eklenen hayali stokun yüzde 22’si kadar bir Kurumlar Vergisi avantajı doğuyor.
Denetleme olmuyor mu?
Maliyenin stok sayması, gerçek bir denetleme yapması bir başka hayali durum… Bu olayda devlet-millet el ele üretilmiş bir yozlaşmanın hasadı biçiliyor.
Sağlıklı bir sisteme dönüş mümkün değil mi?
Mümkün. Birincisi, piyasayı bütünlük içinde ele almak ve şeffaf kriterlerle yeniden düzenlemek lazım. İkincisi, devletin piyasayı sömürerek kendi beceriksizliğinden ve yanlış kararlarından doğan israf ve yolsuzluğu finanse etmesinin önüne geçilmesi lazım. Üçüncüsü, toplumun ve devletin kendisine yalan söyleme alışkanlığından kurtulması lazım. İstediğiniz kadar bilanço makyajlayın veriler orada duruyor ve gerçeğin üzerini örtmüyor…
Ben Kingsley’in oynadığı ‘Sibirya Ekspresi’ diye bir film hatırlıyorum. Kingsley bütün bir tren yolculuğu boyunca iki ajana sorular sorarak sonunda onları çelişkiye düşürür ve yakalar. Bir yerinde ajanlardan birine şöyle der: “Yalanlar seni çok uzağa götürebilir… Ama geri getirmeye yetmez.”
Türkiye de kendisine söylediği yalanlarla geri gelemeyeceği bir yere doğru gidiyor olabilir.