Osmanlı Devleti dahilindeki Arap coğrafyasında, 19 ve 20’nci yüzyılın başlarında I. Dünya Savaşı, Batı ülkelerinin işgalleri ve milliyetçiliğin etkisiyle oluşan yerel isyanlar sebebiyle önemli gelişmeler yaşandı. Bu durumların tabii sonucu olarak Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi kurtuluş reçetelerinin yerine daha ulus merkezli bir yaklaşım, Osmanlı elitleri arasında vücut buldu. Bu yaklaşım, devletin hayatta kalması için güney sınırlarının Arapları dışarıda bırakacak şekilde oluşturulmasını da beraberinde getirdi. Pek tabii buna rağmen yüzyıllarca Osmanlı içerisinde yaşayan Arapların tamamının yeni kurulan Türkiye’nin sınırları dışında tutulması mümkün olmadı. Araplar, yeni yüzyılın Türkiye Cumhuriyeti’nde de önemli bir demografik unsur olarak yer almaya devam etiller.
Tek Parti Dönemi
Tarihten gelen kültürel, siyasi ve ticari bağları aşındıran yeni ulus devlet kavramı, Ortadoğu’daki tüm halklar için önemli bir değişimi içinde barındırıyordu. I. Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi’nin getirdiği yıpranma, merkezi hükümetin ihmalleriyle birleşince tek parti döneminde Türkiye’nin doğu ve güney illerinde yaşayan Kürtler, Araplar, Türkler, Süryaniler, Ermeniler ve Grek Ortodokslar komşu ülkelere göç ettiler. Arapların kayda değer bir kısmı maddi kaygılarla Fransız yönetimi altındaki Suriye, Lübnan ya da Britanya yönetimi altındaki Irak’a göç etti. Bu göçlerde baskıcı devlet uygulamalarının, “vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarının ve askerlik süresinin çok uzun olmasının da payı vardı.
1942 yılında CHP Genel Sekreterliği’nin İçişleri Bakanlığı’na yazdığı yazıda “Arap dili ile çevrilen filmler, Adana ve Mersin’de fazla rağbet görmesi ve Türk dilini baltalaması sebebiyle yasaklanmalı” ifadesi, bunun bir örneği olarak gösterilebilir. Tek parti döneminde Suriye’de Kamışlı ve Halep’e, Lübnan’da Beyrut’a, Irak’ta da Musul ve Bağdat’a göç eden Arapların yanı sıra sınırların öte yakasında duran Araplar ile Türkiye Arapları arasındaki akrabalık bağları devam etti.
1939 yılında, II. Dünya Savaşı öncesinde ülkeler arasındaki çelişkilerden de yararlanan Türkiye, bugün en güney sınırı olan Akdeniz’deki Hatay’ı “vatanın son parçası” olarak değerlendirerek anavatana bağladı. Hatay’daki nüfusun ciddi bir oranını temsil eden Arap Aleviler, toprağa bağlılıkları ve siyasi bir bilince sahip olmamalarından ötürü Hatay’ın anavatana bağlanması sonrasında da büyük oranda Suriye ve Lübnan’a göç etmek yerine Hatay’daki varlıklarını sürdürdü. Bu durum, Türkiye’deki Arap nüfusun yeni Cumhuriyet’in inşası sonrasında bir miktar daha artmasına sebep oldu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da beraber yaşadıkları Kürt nüfusa kıyasla “Türklüğe hevesli oldukları” ya da “endişeye mahal vermedikleri” görülse de, devletin burada yaşayan Arap nüfus ile alakalı kaygılarının dönem dönem nüksettiği görüldü.
Soğuk savaş konjonktürü
I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve hızlıca Soğuk Savaş’a geçilmesi, Türkiye’nin güneydeki komşu ülkelerle giriştiği münasebetlerin de değişmesini sağladı. Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesinden iki yıl sonra Türkiye’nin NATO üyesi olması, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlıklarını elde eden Arap ülkelerinin Arap sosyalizmi ve milliyetçiliğinden etkilenmiş olmaları ve Soğuk Savaş’ın farklı bloklarında kalmaları, Türkiye ile rekabetlerini artırdı. Öyle ki ortaya çıkan bu yeni konjonktürün Türkiye vatandaşı Araplara milliyetçi yansımasından ürken hükümet, 50’li yıllarda hatipliğiyle nam salan Arap dünyasının karizmatik siyasi lideri Cemal Abdulnasır’ın Kahire Radyosu’ndaki konuşmalarının, radyonun yayın yaptığı güney şehirlerinde dinlenmesini engelleme yoluna gitti. O dönemki devlet endoktrinasyonu, okullaşma oranı, medya gücü ve henüz Arapların güneydeki akrabalarıyla olan güçlü bağları gibi durumlar da bu kaygıyı güçlendirmişti.
1970’ler sonrasında Arap-İsrail Savaşlarında Arap devletlerinin yaşadığı büyük yenilgi, Arap milliyetçiliği fenomeninin bölgesel çapta düşüşe geçmesine sebep oldu. Aynı dönemde Türkiyeli Arap nüfusun da devlet ile daha entegre görüntü vermeye başlaması devletin kaygılarını azaltırken, Arapların daha edilgen ve uyumlu bir demografik grup olduğu görüntüsüne yol açtı. Ortaya çıkan manzara, Türkiyeli Arapların Türkiyeli genel nüfustan ayrışan bir değerlendirmeye tabi tutulmasına dair ihtiyacın oluşmasının da önüne geçti.
Dağınık ve heterojen demografi
Bugün, Türkiyeli Araplar, Akdeniz Bölgesi’nde Hatay, Adana ve Mersin’de yaşayan Alevi, Sünni ve Hristiyan Araplardan oluşan Levant Arapları; Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan Sünniliğin Şafii koluna mensup Mezopotamya Arapları olarak iki gruba ayrılmaktadır. Köyden kente göçlerin hız kazandığı 70’ler sonrasında eskiden göç ettikleri Arap şehirleri yerine batı ve kuzeydeki İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Bursa, Adana ve Mersin gibi büyükşehirleri tercih eden Araplar, daha dağınık ve heterojen bir demografik grup görüntüsü vermektedir.
Türkiye’de yaşayan farklı kimliklerin kültürel özelliklerini, etnik aidiyetlerini ortaya çıkarmak amacıyla 1927’den itibaren resmî kurumlar, araştırma şirketleri ve akademik çalışmalar aracılığıyla, genellikle anadil temellendirmesiyle çeşitli istatistiksel ölçümler yapılmış, bu toplulukların nüfusları ortaya konmaya çalışılmıştır.
1927-1965 yılları arasında, genel nüfus sayımları ile elde edilen anadil temelli etnik topluluklar içerisinde Arapçanın %0,99 ile %1,16 arasında değişim gösteren oranıyla, Türkiye’deki farklı anadiller sıralamasında Kürtçeden sonra ikinci sırada yer alan anadil olduğu söylenebilir. Nüfus bakımından incelendiğinde ise, 1927 yılında gerçekleştirilen nüfus sayımında anadilinin Arapça olduğunu ifade edenlerin sayısı 134.931 (%0,99) kişi olmuş, daha sonraları gerçekleştirilen sayımlarda bu sayı artarak ilerlemiştir. Anadil sorusunun var olduğu son genel sayım verilerinin bulunduğu 1965 yılında gerçekleştirilen sayımda ise, bu nüfusun 364.140 (%1,16) kişi olduğu tespiti yapılmıştır.
1998 ve 2003 yıllarında, Hacettepe Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen ve etnik grup tanımlayıcısı olarak anadil sorularının yer aldığı Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmalarında (TNSA-1998/TNSA2003), Türkiye’de Arapça anadil grubunun yüzde dağılımı bulguları ise aşağıdaki gibidir.
Tek başına anadilin, etnisitenin tanımlayıcısı olamayacağı; etnik grubun tanımlanabilmesi için kullanılan araçlardan sadece bir tanesi olduğu da kabul edildiğinden, Arap nüfusun bugün Türkiye’de 2-2,5 milyon olduğu tahmin edilebilir.
Türkiyeli Arapların oy tercihleri
Türkiye’de yerleşik Arapların oy verme davranışının Kürt seçmenler gibi kimlik temelli politikaları özneleştiren parti ve adaylara oy verme refleksiyle benzeşmiyor oluşu, her ne kadar Türkiye’de yaşayan genel seçmenlerle benzeşen bir görüntü veriyor olsa da esasen Türkiye geneline ve bölgede beraber yaşadıkları Kürt seçmenlere nazaran büyük oranda farklılaşmaktadır. Yine Sünni kimlikli Arapların, Arap Alevilerin yoğun yaşadığı seçim bölgelerinde de oy verme davranışının çok büyük oranda farklılaştığı görülmektedir.
Hatay’ın Reyhanlı, Kumlu ve Altınözü; Urfa’nın Harran, Akçakale ve Eyyübiye ve Mardin’in Midyat, Yeşilli, Artuklu gibi ilçelerinde çoğunluğu Türkiyeli Sünni Arapların oluşturduğu mahallelerde MHP ile AK Parti oyların ezici çoğunluğunu almaktadır. Buralarda yaşayan Sünni-Arap kimlikli seçmenlerin Türk milliyetçiliği ve iktidar kodlarıyla uyum sağlamakta zorluk çekmemesinin yanı sıra Türkiye genelinde Cumhur İttifakı’nın rekor oy aldığı bölgelerin başında bu seçim bölgelerin geldiği görülmektedir.
Yine MHP’nin 2018 seçimlerinde en yüksek oy aldığı, geleneksel olarak da güçlü olduğu Osmaniye, Yozgat, Kırıkkale, Kayseri, Niğde illerinin de içerisinde olduğu 10 şehrin ortalamasıyla karşılaştırıldığında da Sünni-Arap yoğunluklu ilçe ve mahallelerde MHP oyunun bu kentlerin dahi önünde olduğu görülmektedir.
Nusayri olarak adlandırılan Arap-Alevi nüfusun çoğunluğu oluşturduğu ilçe ve mahallelerdeyse önümüze farklı bir tablo çıkmaktadır. Buradaki mezhep ayrışmasının oy verme davranışını neredeyse tamamen değiştirdiği görülmektedir. Cumhur İttifakı’nın oyların kahir ekseriyetini aldığı Sünni-Arap bölgelerin aksine Arap-Alevilerin tamamına yakınının CHP ve HDP’ye yöneldiği göze çarpmaktadır. AK Parti karşıtlığının güçlü olduğu bu bölgede Suriye Savaşı’nın etkilerinin de oy verme davranışında belirleyici bir rol oynadığı söylenebilir.
Sünni Arapların Cumhur İttifakı ve milliyetçi çizgiye yakınlığı ile Arap Alevilerin CHP ve genel olarak sola duydukları yakınlığı anlatabilecek üç eğilim şöyle formüle edilebilir.
- Kürt yoğunluklu nüfus içerisinde yaşayan Araplarda genel siyasal eğilim; Kürtlüğe karşı resmî tezlere ve düzene yakınlık.
- Türk yoğunluklu nüfus içerisindeki Araplarda genel eğilim; Türklükten dışlanmayı, mahrum bırakılmayı engellemek üzere milliyetçi eğilimlere yakınlık.
- Alevi Araplar arasında Sünni yapıya karşı seküler, Kemalist, sol siyasal eğilimlere yakınlık.
Bu üç eğilim de varoluşsal bir stratejinin tedavülde olduğunu göstermenin yanında kitlelerin yaşadıkları yerin hâkim ayrışma çizgilerine karşı geliştirdiği refleksi ortaya koyuyor.
Suriyeli Araplar ve sığınmacılar meselesi
Özellikle 2010 yılında başlayan Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçraması, bu hareketin bir süre sonra iç savaşa evrilmesi, Türkiye’de son yıllarda ciddi bir Suriyeli sığınmacı nüfus oluşmasına neden oldu.
Suriye’ye komşu olan sınır illeri ve büyük şehirler başta olmak üzere bugün 6 milyona yakın Suriyelinin Türkiye’de yaşadığı tahmin ediliyor. Son dönemde artan mülteci karşıtı dalga sebebiyle Suriyeli Araplar siyasetin birincil gündem maddelerinden biri olmaya başladı. Geri gönderme ve entegrasyon ikiliğinde tartışmalar döne dursun, önümüzdeki dönem Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de yerleşik bir nüfus haline gelmesi kuvvetle muhtemel. Suriyelilerin yerleşik Araplar ile benzer şekilde “Türklüğe hevesli” bir politik sürece uyum mu sağlayacaklarını yoksa kimlik taleplerini politik düzleme taşıyacakları bir yola mı gireceklerini bugünden tahmin etmek zor.
Türkiye’de sayıları yaklaşık olarak 2-2,5 milyon arası değişen yerleşik Arapların yanına eklemlenmeye aday 5 milyonun üzerinde Suriyeli Arap var. Bu karşılaşmanın ilerleyen dönemlerde Türklüğe eklemlenme görüntüsündeki yerleşik soydaşlarına tekrar Arap kimliğini hatırlatma ihtimali de belirebilir. Osmanlı’nın son döneminde yaşanan gelişmelerin ihanet olarak algılanması, bedevi kültür, Suriyeli sığınmacılar tartışmaları ve zengin Körfez Arapları şeklinde özetlenebilecek Arap algısının olduğu Türkiye toplumunun öncelikle bu karikatürleşmiş ve homojenize edilmiş Arap algısından kurtulması faydalı olacaktır. Irkçılığa teşne siyasetin, mahcubiyeti üzerinden atarak cüret kazandığı son dönemlerde Türkiye’nin en önemli kimlik sorunu olmaya aday mülteciler meselesi, Türkiye’de Kürt sorunu ile anılan kimlik tartışmalarını yeni dönemde farklı boyutlarıyla konuşmaya alan açacağa benziyor.