Nedir taşra?
Ürpertici bir çöldür. Can sıkıcı bir griliktir. Hizayı bozmamak gerektiğini; bozarsan ezileceğini, parçalanacağını bilmektir taşra. Eşsiz bir ikiyüzlülüktür bu nedenle aynı zamanda.
“Ben”e düşman bir toplumsal bencillik dünyasıdır. Bireyin aykırı sesini; “icat çıkarmayı” sevmez. İtaat ister. Alışılmış olana, ataerkil hiyerarşiye sadakat bekler.
Köyden çıkıştır. Sadece tabiatla ve neredeyse hepsi akraba olan yüz yıllık komşularla baş başa yaşanan; kendi içinde dönüp duran o kapalı, yoksul, sade, zorlu hayattan, hülyalı dünyalara doğru güdük bir adımdır. Köyden kurtuluşun sunduğu boş zamanların, yeni umutların bedelini, tekinsizliğin içimize sürdüğü korkuyla ödediğimiz kirletici bir sıkışmışlıktır.
Yerliliğin, hemşeriliğin yüceltildiği ama kimsenin ötekine güvenmediği bir hayattır; boğazına kadar riyadır taşra.
Yabancıyı sevmez, korkar ondan. Kendisi gibi olmayanla karşılaşmaya, hayat kurmaya hazırlıklı değildir.
Köy gibi kapalı değildir. Yanıltıcı bir gözden kaçırıcılığı vardır. Sanki özgür kılar. Oysa herkes her şeyi bilir. Kural şudur: görünür olma; göze batmadan gemiyi yüzdür. Ahlakın kalın örtüsünün altında ne yaparsan yap; o örtüyü yırtma, bozma, zedeleme…
Köyün yalana ihtiyacı yoktur. Oysa taşra yalan olmazsa yaşayamaz, düzen kuramaz. Kant kasabaları görseydi intihar ederdi.
İnanç; köyde, var olmanın, huzur bulmanın, umut etmenin sığınadır. Taşrada, gerçeği ve kendini gizlemenin…
Köy güzellemesi yapıyorum zannedilmesin. Köy artık bugünün dünyasının dışındadır. Tükenmiş bir çağdır. Eski acılar, unutmak istediğimiz yoksulluklar, dönüşü olmayan dağlardır köy…
Derdim taşrayla. Hepimizin derdi de taşrayla olmalı bence…
Çünkü, yarım yüz yıldır sıçramalarla kentlileşen; renklenen, renklendikçe bununla nasıl baş edeceğini bilemeyen, eski düzene asla sığmayan ama yeni gelenin de kuşatamadığı, bocaladığı ve taşraya savrulduğu bir memleket oldu burası.
Oysa hikâye böyle başlamadı.
Dışarıda tutulanların güçlenip merkeze yürüdüğü; eski düzeni yıkarken kendi taşra kabuğunu kırar gibi olduğu bir macera yaşadık. Arzın merkezine seyahat gibi bir şeydi bu. Eğer Cumhuriyet modernleşmesinin ağır ön yargılarıyla körleşmemişseniz tarihin bu büyük cilvesine kayıtsız kalmanız çok zordu. İnsanlık tarihinden süzülmüş, evrensel kabul görmüş değerlerle temas kuran bir yön tutturur gibi olduk. Gelişmiş dünya, bize yabancı ve düşman değil tersine içinde yer almak istediğimiz bir medeniyet gibi görünmeye başlamıştı. Medeniyetler ittifakından, Avrupa Birliğine katılmaktan, ileri demokrasiden konuşuyorduk. Taşra, kanatlanmış uçuyordu… Eski köhne düzen taşralaşmıştı sanki. Türkiye’nin paçasından tutmuş, kendi sınırlarına çekmeye çalışıyordu.
Bu maceranın nasıl ve nereden geri döndüğünü tartışmak değil bu yazının konusu. Defalarca yazılmış şeyleri tekrar yazmayacağım.
Dikkat çekmeye değer bulduğum şey şu: Bugün bize anlamlı bir değermiş gibi sunulan yön taşralaşmaktır. Taşranın yükselişi, dönüp dolaşıp Türkiye’ye dünyanın taşrası olmasını önermiştir. “Tam bağımsızlık, anti emperyalizm, yerli ve milli duruş” cilasıyla önümüze koyulan menü budur.
Olmamıştır. Türkiye, kendi taşrasının yükselişiyle kendisini aşıp medeni dünyanın kişilikli bir parçası olmayı başaramamıştır.
Türkiye’yi yöneten siyasi elit yozlaşmış, çareyi taşra ruhunu istismar etmekte bulmuş, onun değerlerine sığınmıştır. Hamasi ultra milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, siyasi rakipleri iç düşman olarak kriminalize etmek… Bunlar kasaba söylemleri. Sonuçta geldiğimiz yer yönetilemez bir kriz.
Sorumluluğu ideolojik terimlerle tanımlamak doğru gözükmüyor. Sorun, muhafazakarlık, sağcılık, İslamcılık üzerinden anlamlandırılamaz. Muhafazakâr, dindar ve sağcı orta sınıflar, kentlileştikleri oranda bu siyasete mesafe koyuyorlar. İktidardan desteklerini çekiyorlar. Yerel seçimler bunu gösterdi.
İktidar gittikçe taşraya sıkışıyor.
Sonuç: Türkiye’nin geleceğini kentli orta sınıflarla, metropollerin periferisi ve Anadolu’nun taşrası arasındaki mücadele belirleyecek.
Ben taşranın kaybedeceğine inanıyorum.