Türkiye-Yunanistan arasındaki ikili ilişkilerin on yıllardır süregelen gündemi “klasik” sayılabilir: 1) Ege’nin bölüşülememesi (kıta sahanlığı, hava sahaları, Kardak gibi adacıkların hâkimiyeti gibi konular), 2) Kıbrıs açmazı ve 3) Azınlıkların acıklı durumu. Bu anlaşmazlıklar yıllardır çözülemedi; ama daha kötüsü, çözülemeyecek duygusu da pekiştirildi. Arada inişli-çıkışlı gidişler olmadı değil: Kimi zaman savaşın eşiğine gelindi, bir ara “komşularla sıfır sorun” dendi. Bunlara da klasik gidişin sürprizleri diyelim. Böyle geçti ömrüm, en azından yarım yüzyılım!
Bu çözümsüzlüğün arka planına bakınca, kanımca ve iki kelimeyle söylersem, karşılıklı güvensizlikler görünüyor. Güvensizlik, karşı tarafın her hareketinin kötü niyet olarak görülmesine neden oluyor ve tepki de ona göre veriliyor. Tepkiye tepki ise durumu bir sarmala dönüştürüyor ve ortaya Türk-Yunan ilişkileri çıkıyor!
Son yıllarda yeni olan ise a) “Doğu Akdeniz” ve b) CB Erdoğan faktörü. Doğu Akdeniz’de bir su altı servetinin saklı olma ihtimali bir dinamik oluşturdu. Enerji kaynaklarının sahiplenmeleri veya kontrolü genellikle gerilimlere neden olur. Ama ortama farklı bakmaya da. Bir ara, belki Kıbrıs sorunu da çözülür diye düşünmüştüm. Çıkacak gazın Türkiye üzerinden satılması çok doğaldı. Çözüm sağlansa herkes kârlı çıkacaktı. Olmadı. Güvensizlikten…
CB Erdoğan ise yeni bir diplomasi anlayışı ve uluslararası ilişkiler paketi oluşturdu. Çok yanlı ve güce dayalı girişimler Yunanistan’ı ama pek çok ülkeyi de önce şaşırttı. Rusya ile ileri ilişkiler -örneğin S400ler- Batı’da kaygılara neden oldu. Birçok cephede savaşan bir Türkiye yeniydi kuşkusuz: Suriye ve Libya’da savaşta taraf olmak, Irak’a aralıklı müdahaleler, ülke dışında üsler. AB’ye “göçmen gönderirim” tahdidi Avrupa ülkelerinde kaygılara neden oldu. Ülke içindeki genişletilmiş bir terör tanımıyla yürütülen baskılar pek çok ülke kamuoyunda tepkilere neden oldu.
Bazı davranışlar, Batı dünyasında zaten kötü olan “Türk imajını” (önyargısını) daha da kötü yaptı. ABD’de CB Erdoğan’ın korumalarının protestocuları dövmesi, Batı’nın aralıklı ve bir bütün olarak emperyalist, ırkçı, ikiyüzlü olarak eleştirilmesi, ülke içinde yargının araçsallaştırılması ve Türkiye’nin demokrasi indeksinde çok aşağılara inmesi, taleplerin “gun-boat” diplomasisini anımsatırcasına gündeme taşınması ülkenin imajını daha da bozdu.
(“Türkiye’nin imajı” terimi konusunda bir not: Bu terimin iki okunuşu var. Birincisi, Türkiye’yi ötekiler nasıl görüyor anlamındadır. İkincisi, Türkiye’nin ötekiler hakkında ne tür bir yargısı/imajı vardır anlamındadır. Türkiye ötekilerini emperyalist, ırkçı vb. diye görüyorsa, hem davranışları ona göre sert ve tepkisel olacak, hem de ötekiler Türkiye’yi kendilerine düşmanlık eden bir ülke olarak göreceklerdir.)
CB Erdoğan’ın sembolik bir iki davranışının da bu imaj alanında olumsuz sonuçları oldu. Ayasofya ve arkasından Kariye kiliselerinin camiye dönüştürülmesi, Batı’da şok etkisine neden oldu. Bu uygulama en son beş yüzyıl önce yaşanmıştı. Bir Hıristiyan mabedinin yirmi birinci yüzyılda camiye dönüştürülmesi önyargılı Osmanlı imajının yeniden canlanmasına neden oldu. Orta Çağ yeniden yaşanır gibi oldu! Bu ortamda Türkiye’nin haklı olduğu konular arka plana itiliyor ve bu imaj pek çok çevrede öne çıkıyor.
Güce dayanan sert siyaset üslubu Türkiye’yi yalnızlaştırdı. Her sindirilmek istenen hasım düşmana dönüştü. Türk-Yunan ilişkilerinde yeni olan da bu. Şu an Yunanistan, İsrail, Mısır, Kıbrıs, Fransa ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ortak askeri eğitim manevraları yapıyor. Avrupa Birliği’nden Yunanistan’a dayanışma mesajları geliyor. ABD “tansiyon düşürülsün” derken Türkiye’yi kastediyor.
Yani Türk-Yunan ilişkileri ikili olmaktan çıkmış, uluslararası bir boyut edinmiştir. İlerde ne olabilir? Pek çok ülkenin önerdiği ve umduğu iki ülkenin diyalog ile bir uzlaşmaya varmasıdır. Diyalog gerilimi azaltabilir ama uyumu ve çözümü sağlayacağını beklemek aşırı bir iyimserliktir. Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Alan konusunun çözümü için en azından 5-6 ülkenin bir araya gelmesi gerekiyor. Ancak Türkiye Kıbrıs’ı tanımıyor ve öteki ülkelerle de küs. Bir anlaşma sağlanacaksa bu ancak hakem veya uluslararası bir mahkeme kararı sonucunda olur. Ama bu güvensizlik ortamında bu ülkeler nasıl bir araya gelecek?
Yeni olan çözümsüzlük değildir; gündemin daha da genişlemiş olması ve uluslararası bir boyut edinmiş olmasıdır. Bir yarım yüzyıl daha çözüm aranırsa torunlarım şaşırmamalı!