Kazakistan, 2022’nin başlangıcıyla beraber kitlesel halk eylemleriyle çalkalanmaya başladı. Hükümet, eylemlerin genişleyip rejime karşı bir iç ayaklanmaya dönüşmesiyle birlikte kendi güvenlik kuvvetlerini bu eylemleri bastırmak hususunda yetersiz görüp başta Rusya olmak üzere çeşitli yabancı devletlerden askeri birliklerini takviye kuvvet olarak yollamalarını talep etti.
Bu talep, Rusya ve Kazakistan da dahil olmak üzere eskiden SSCB’nin parçası olan 6 devletin üyesi olduğu Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü çerçevesinde yapıldı. Çoğu Rusya’nın askerleri olmak üzere 2500 kişilik bir kuvvet bunun üzerine Kazakistan’a konuşlandırıldı. Her ne kadar bu birliklerin yakında Kazakistan’dan ayrılacağı gündeme gelmeye başlasa[1] da bu birliklerin varlığı hem siyasi açıdan hem de uluslararası hukuk açısından tartışılıyor.
Bu yazıda siyasi tartışmaları bir yana bırakarak bu birliklerin varlığını uluslararası hukuk açısından tartışacağız.
Davete icabet meşrudur
Devletler arasında kuvvet kullanımının ve tehdidinin yasak olması ve devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmaması ilkeleri, günümüz uluslararası hukukunun en temel kolonları arasında yer alıyor. Kuvvet kullanma ve tehdidi yasağının son derece sayılı istisnalarından biri ise meşru müdafaa hakkı. BM Şartı’nda açıkça yer alan bu istisnanın bir biçimi ise kolektif meşru müdafaa. Kolektif meşru müdafaa çerçevesinde, bir devletin daveti üzerine o devletin ülkesine başka bir yabancı devletin askeri birliklerinin yollanması kuvvet kullanma ve tehdidi yasağının ihlâli sayılmıyor. Böylelikle, yabancı bir devlete ait askeri birliklerin ülkedeki varlığı hukuka uygun hâle geliyor. Nitekim Libya, Irak ve Suriye gibi birçok güncel vakada bunun örneğini görebiliriz.
Peki, beni davet eden ev sahibi midir?
Bir devletin kendi ülkesine diğer bir devletin askeri birliklerinin gelmesini talep etmesi mademki yabancı askeri birliklerin varlığını hukuka uygun hâle getirecektir, bu talebin o devleti temsil eden bir merci tarafından yapılması büyük öneme sahip olur. Zira böylesine önemli, kalıcı askeri ve siyasi sonuçlara yol açabilecek bir kararın bu kararı vermeye gerçekten yetkili odaklarca yapılması sağduyu gereğidir. Şüphesiz ki bu odak da devlet mekanizmasının en tepesinde yer alan yürütme ve/veya yasama organları olacaktır. Uygulamaya bakıldığında birçok devlette yürütmenin (devlet başkanı ve/veya hükümet) bu talebi yaptığı görülür.
Ancak bir ülkede meşru karar alma mercii olduğu iddiasında bulunan birden fazla yapı varsa ne olacak? Yahut SSCB’nin zamanında birçok Demir Perde devletinin karşı karşıya kaldığı halk eylemlerini bastırmak için davet üzerine askeri müdahalede bulunduğu vakalarda görüldüğü gibi, bir devletin hükümeti fiilen bir başka devletin kuklası mahiyetindeyse bu hükümetin bağımsız karar alabildiği ne denli iddia edilebilir?
Yahut mevcut hükümetin anayasal olmayan yollarla yönetime geldiği, dolayısıyla artık meşru hükümet olmadığı iddiası söz konusuysa?
Örneğin, 1989 yılının sonlarında ABD tarafından Panama’ya yapılan askeri müdahalenin hukuki dayanağı, Panama’da demokratik yollarla seçilmiş olan hükümetin daveti olarak gösterilmişti. Halbuki söz konusu hükümet, General Manuel Noriega’nın engellemesi ve akabinde yönetime el koyması sebebiyle hiçbir zaman ülkede fiili bir hakimiyete sahip olamamıştı. Burada yabancı devletlerin askeri birliklerini davet etme yetkisine sahip merci demokratik meşruiyet ölçütüyle mi yoksa ülkedeki fiili hakimiyetin kimde olduğu ölçütüne göre mi belirlenmeliydi? Her ne kadar geçmiş devlet uygulamalarında ibre ikincisine daha yakın olsa da ne genel devlet uygulamalarında ne de doktrinde bu sorunun cevabı üzerinde hemfikir olunabilmiştir. Günümüzde hâlâ bu ikilemin birçok örneği görülebilmektedir.
Kısacası, bu sorunun cevabı; siyaset, güç dengeleri ile hukukun son derece iç içe geçtiği ve aralarındaki sınırların belirsizleştiği bir konu olarak müphemliğini koruyor. Neyse ki bu cevaba Kazakistan’da böyle bir durum söz konusu olmadığı için çok da ihtiyacımız yok.
Bir diğer tartışmalı senaryo ise bir ülkedeki iç ayaklanmanın mevcut hükümetin sürdürülebilirliğini tehlikeye atacak kadar güçlendiği durumlardır. Her ne kadar genel devlet uygulamalarında pek bir karşılığı olmasa da doktrinde ağırlığı olan kimi uluslararası hukukçular şu haklı kaygıları dile getirmiştir: İç ayaklanmayı çıkaran örgütlü güçler mevcut hükümeti devirip ülkenin yeni yönetimini tesis etmenin eşiğindeyse, bu olası sonucu engelleyici bir dış müdahale esasında eli kulağında yeni yönetimin ve dolayısıyla, onun yönetmek üzere olduğu devletin iç işlerine karışmak anlamına gelmez mi?[2] Uluslararası ilişkilerdeki güç dinamikleri göz önüne alındığında bu soru fazla hassasiyet sergileyen bir soru olarak görülebilir ancak halkların kendi geleceklerini tayin (self-determinasyon) hakkı gibi başkaca temel uluslararası hukuk ilkeleriyle de ilintili olduğu için, bu yabana atılabilecek bir soru değil. Nitekim Kazakistan’daki halk eylemlerinin ilk günlerde kazandığı büyük ivme göz önüne alınırsa Kazakistan’daki mevcut krizle alakasız bir soru da değil.
Evin içinde yaşayanların hiç mi söz hakkı yoktur?
Farz edelim ki bir devletin tartışmasız şekilde yetkili organlarının davetiyle başka devletlerin askeri birlikleri o devlete gönderilmiş olsun. Dolayısıyla, yabancı devletin birliklerinin varlığı artık kuvvet kullanma ve tehdidi yahut iç işlerine karışma yasağı kapsamında değerlendirilemesin. Bu sebeple de basit bir şekilde, ülkeye konuşlandırılmaları kuvvet kullanmaya dair uluslararası hukuk kurallarına tamamen uygun olsun. Peki, günümüz uluslararası hukuku sadece kuvvet kullanma kurallarından mı ibarettir? Uluslararası insan hakları hukukunun kuralları da böyle durumlarda gözetilmemeli midir? İşte, Kazakistan’a gönderilen yabancı devlet birliklerinin durumu en çok bu açıdan tartışmalıdır.
Bu soruya odaklanan Institut de Droit International’ın (IDI) ortaya koyduğu çalışmalar son derece aydınlatıcıdır. Uluslararası nitelikte bir uluslararası özel kuruluş olması itibariyle IDI’nin raporları elbette bağlayıcı uluslararası hukuk kuralları meydana getiremez. Ancak hem dünyanın dört bir tarafındaki yetkin uluslararası hukukçulardan oluşan kompozisyonu hem de tarihi arka plânı sayesinde, IDI’nin çalışmalarının büyük bir ağırlığa sahip olduğu ve en azından, “olması gereken” uluslararası hukuku tespit etmek hususunda etkili olduğu söylenebilir.
IDI’nin bu konuya ilişkili ilk çalışması, 1975 yılında “İç Savaşlara Müdahale Etmeme İlkesi” adıyla yayımlanmıştır. İç savaşların yoğunlaştığı bir dönemde bu savaşlara üçüncü taraf konumundaki devletlerin müdahalelerini düzenleme ihtiyacı da uluslararası toplumun acil bir ihtiyacı hâline gelmişti. Zira iç savaşın bir tarafına yapılacak yardım, o savaşın ve dolayısıyla iç savaşın yaşandığı devletin akıbetini kökten değiştirebiliyordu.
IDI, iç savaşı şöyle tanımlamıştır: “Bir devletin ülkesinde patlak veren, uluslararası nitelikte olmayan ve mevcut hükümet ile onu devirmeyi yahut devletin siyasi, ekonomik veya toplumsal düzenini değiştirmeyi yahut kendi yönetimini kurmayı hedefleyen ayaklanma hareketleri arasında gerçekleşen silahlı çatışmalar.” Bu tanımın kapsamına yerel çapta karışıklıklar ve isyanlar sokulmamıştır.
İç savaş durumlarında, üçüncü devletlerin iç savaşın taraflarına herhangi bir askeri yardımda bulunmaktan, hatta iç savaşın neticesini etkileyecek nispette ekonomik yardım yapmaktan kaçınması gerektiği belirtilmiştir. Yalnızca insani yardımlara ve iç savaşın neticesini kayda değer bir derecede etkilemeyecek nispette teknik ve ekonomik yardımın yapılmasına cevaz verilmiştir. Ancak iç savaşın taraflarından birine bu kurallara aykırı bir şekilde dış yardımın verilmesi söz konusuysa, öbür tarafa da üçüncü devletlerin normalde yapmaması gereken yardımları yapabilmesinin önü açılacaktır.
IDI, 1975 tarihli raporunun ardından gelişen genel devlet uygulamasını göz önüne alarak 2011 yılında doğrudan “devletlerin talebi üzerine yapılacak askeri yardıma” dair bazı ek kurallar önermiştir. Önerilen kurallar, Cenevre Sözleşmelerine Ek 2 Numaralı Protokol’de tanımı yapılan uluslararasılaşmamış silahlı çatışma eşiğinin altında kalan ülke içi ayaklanmalara ve yaygın şiddet olaylarına uygulanmak üzere tasarlanmıştır. Yani kapsamı 1975 tarihli rapordaki iç savaş kavramının kapsamından daha dardır. Bu sebeple, Suriye İç Savaşı gibi uluslararasılaşmamış silahlı çatışma eşiğini aşan vakalar bu rapor kapsamına girmeyecektir. Ancak açıktır ki Kazakistan’daki mevcut halk ayaklanmaları 2011 tarihli raporun kapsamına girmektedir.
Rapora göre, bu tip durumlarda yabancı devletlerin ayaklanmaları bastırmak amacıyla askeri yardım talep eden hükümete yapacağı askeri yardımın her şeyden önce yardımın yapıldığı devletin ülkesindeki insan hakları ve temel hürriyetlere tam saygı içerisinde gerçekleştirilmesi gereklidir. Dahası; BM Şartı’nı, bir devletin iç işlerine karışmama ilkesini, halkların diğer haklarla eşit haklara ve kendi geleceklerini tayin hakkına sahip olduğu ilkesini ve genel olarak kabul edilmiş insan hakları standartlarını ihlal edecek bir şekilde askeri yardımın yapılmaması gerekir. Öyle ki yabancı devletlerin yapacağı askeri yardım, yardım talep eden devletin uluslararası yükümlülüklerinden kurtulmasını hiçbir şekilde sağlamayacaktır.
IDI’nin bir devletin sadece kendi ülkesi içerisinde, yani bir şekilde kendi halkına karşı kullanmak üzere başka devletlerden talep edeceği askeri yardımların hiçbir hukuki sınıra tâbi olmadığı anlayışını kırmak üzere geliştirdiği kural önerileri, dünyanın dört bir köşesinde birçok halk ayaklanmasına tanık olunan çağımızda dikkate alınmalıdır. Sadece kuvvet kullanmaya dair geleneksel uluslararası hukuk kurallarına odaklanıp uluslararası hukukun insan hakları gibi birey odaklı alanlarda kat ettiği yolu görmeden yabancı devlet birliklerinin bir diğer devletin ülkesine, o devletin hükümetinin daveti üzerine gittiği her vakayı peşinen uluslararası hukuka uygun görüp tartışmamak isabetli olmaz.
*İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Milletlerarası Hukuk Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi.
[1] https://www.nytimes.com/2022/01/11/world/europe/kazakhstan-russia-troops.html
[2] Quincy Wright, “US Intervention in the Lebanon’, 53 AJIL, 1959”; Richard Falk, “Legal Order in a Violent World”, Princeton, 1968, s. 227–228.