60 yaş üstü iki kadın aceleyle eve geliyorlar. Bir koşuşturma içinde evin her yerinde bir zarf arıyorlar. Çekmeceler, hiç açılmayan ve içi ıvır zıvır dolu kutular, kitaplığın en tozlu köşeleri…
Sonra iki kadından biri üzerinde “Good bye” yazan zarfı buluyor. Yaşasın!!!
Amaç hasıl oluyor.
Zarfın kendisi değil, içindeki önemli. İçinde internetin karanlık köşelerinden zar zor temin edilmiş bir hap var. İntihar hapı ya da ötanazi hapı diyebiliriz.
Kadınlardan biri, Martha (Tilda Swinton), ölümcül devrede kanser hastası. Son ana kadar kanserle cebelleşme fikrini sevmiyor. Son zaten belliyse, ölüm kaçınılmazsa, o potansiyel çok kötü anları yaşamak istemiyor. Hâlâ iyiyken vedalaşmak istiyor hayat ile. Ama vedalaşırken de yalnız olmak istemiyor. İyice kötülemeden hapını aldığında “Yandaki Oda”da bir yakını olsun istiyor. Çok anlaşılabilir bir durum.
Bu ötanazi hapını buluyor bir yerlerden. Bu iş tamam. Peki yanında kim olacak?
Birkaç yakın arkadaşı kabul etmiyor bu son yolculukta ona eşlik etmeyi. Nereden baksak ağır bir yük. Sonra bir süredir görüşmediği Ingrid (Julianne Moore) tam bir Almodovar tesadüfüyle hasta olduğunu öğrendiği Martha’yı hastanede ziyaret ediyor. Teklif ona da gidiyor. Ingrid kabul ediyor. Martha hayattan ayrılırken yandaki odada Ingrid olacak.
Bir süre sonra Martha ile birlikte bir dağ evine gidiyorlar. Aşağı yukarı bir ay içinde, Martha iyice kötüleşmeden, Ingrid’in ve hatta Martha’nın bile henüz bilmediği bir günde işlem gerçekleşecek. Her şeyi hazırlıyorlar. Fazla hazırlanacak şey yok aslında ama “illegal” bir şey yapacaklarından, arka planını iyi ayarlamaları gerekiyor. Ingrid’in konudan habersiz olduğunun iyi kurgulanması lazım. Sonra başına bir dolu yasal iş almasın tabii. Ayrıca, Martha’nın pek annelik yapamadığına inandığı kızına, diğer yakınlarına nasıl haber verilecek gibi ölüm sonrası detayları… Sorun yok.
Fakat, Martha ötanazi hapını yanına almadığını fark ediyor. Hapı satın aldığında bir zarfın içinde evin bir köşesine gizlemiş. Kimse bulmasın, kimse karışmasın, kimse yargılamasın. Dağ evine giderken de o önemli zarfı evde unutmuş. İşte yazının başında anlattığım, o zarfı arama ve bulunca rahatlama sahneleri bundan. Filmin ne olduğunu en iyi anlatan akış bence bu.
Sonrası yumuşacık bir kadın dostluğu hikayesi. Ölüme bunca yakınken, iki kadının birlikte hayattan razı olma hikayesi, ölümü içtenlikle karşılarken huzur duyabilme hikayesi.
Martha gazeteci, savaş muhabiri. Ingrid yazar. Eksikleri, gedikleri ve pişmanlıklarıyla birer hayat geçmişte duruyor. Neyi neden yaptıklarını konuşuyorlar. Pişmanlık ayrı bir şey tabii ama anlıyorlar kendilerini. O zamanki kafadan o yaşantılar çıkıyor işte. Çok az insana nasip olduğunu düşündüğüm insanın kendisi olabilmesini kucaklama cesareti de böyle bir şey işte. İlk anda pişmanlık sandığınız şeyin eliniz kolunuz gibi bir parçanız olduğunu anlayınca fark ettiğiniz rahatlama. ‘Şimdiki aklım olsaydı’ bunları yapmazdım ama şimdiki aklım aslında bunları yaptığım için oldu. Yani hayatı bu denli kestirmeden giderek yargılamak eşyanın tabiatına aykırı. Anlamak, aslında bütünü görmek.
Pedro Almodovar’ın 2024 yapımı “Yandaki Oda” (The Room Next Door) filmini, İzmir’de küçük sinema salonunda, sadece ikisi erkek olan yirmi kadar kişi birlikte izliyoruz. Yaş ortalaması filmin kahramanlarının yaş ortalaması civarında geziniyor. Yanımda çok eskiden tanıdığım bir kadın arkadaşım var. Filmin arasında ve sonunda filmi izleyen kadınlar olarak, birbirimize hep birlikte bir sırrı gururla taşıyormuşuz gibi bakıyoruz. Ben diyeyim anlayış, siz deyin şefkat… Kesin olan bir şey var: Almodovar, yine, yeniden tam bize göre bir film yapmış.
Hayata yenilmiş ama bunu mesele yapmayacak kadar çok sevmiş, anıları eşeleme yöntemlerini değiştirebilmiş, hayatı merhametle kabul ettiği kadar mutlu, mesut ve mağrur karakterler…
Capcanlı renklerle bezenmiş şaşırtıcı ve zaman zaman hüznünü rengarenkliğinden alan mekanlar…
Uzun ve sıkıcı olduğu kadar ilginç ve insanın içine işleyen diyaloglar…
Hiç gösterişe kaçmayan, karşılaşmalara ‘sevinç çığlıkları’ eklemeye gerek duymayan, sessiz sakin dayanışma anları…
Üstüne üstlük, Tilda Swinton ve Julianne Moore’un nüanslı ama drama merakından uzak derinlikli oyunculukları…
Senaryo da Almodovar’ın kaleminden çıkmış. Sigrid Nunez’in “What are you going through?” romanından uyarlanmış bir senaryo. Almodovar’ın hemen hemen diğer filmlerinin tamamında da aynı şeyle karşılaşmıştık: Konu çok kasvetli görünüyor ama film tam tersine, o olası kasveti eğip büküp hayatın değeriyle iyimserliğe, hatta aşina ve razı olma üzerinden bir nevi neşeye dönüştürüyor. Ölümün hayatın bir parçası olmasını gayet anlamlı bulabiliriz mesela bu filmi izledikten sonra. Ya da 74 yaşında ve zaman zaman hastalıklarla boğuşmuş biri olarak Almodovar’ın bir ‘ötanazi’ aktivisitine dönüşmesini. Filmde, ötanazi yolunda sakince yürüyen Martha’yı canlandıran Tilda Swinton da bir röportajda, “Martha ile aynı şekilde davranmayacağımı söyleyemem” diyor. Her ikisi de, daha önce benim de birkaç yazımda bahsettiğim, çağımızın “ne olursa olsun hayat devam etsin” görüşünden duyulan sıkıntıya dikkat çekiyorlar bence. Hayatın uzaması başka şey, ölümün uzaması başka.
Film 107 dakika. Almodovar ilk kez İngilizce film çekmiş. İspanya’da değil ABD’de New England’da geçiyor. İlk gösterimi Venedik Film Festivalinde yapılmış ve En İyi Film seçilerek Venedik’ten Altın Aslan Ödülü ile dönmüş.
Bu kadar övgüden sonra filmi izlemenizi tavsiye etmeme gerek kalmadı sanıyorum. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: 2024’te en çok Almodovar’ın “Yandaki Oda” filmini sevdim.