Türklük de aile de haddinden fazla, bağıntılı bağıntısız göreve çağırılan yorgun iki kavram toplumumuzda. Cumhuriyetle beraber, resmi devlet aklı, Türklüğü yücelik ve aşkınlıkla eşleştirirken, aileyi de kutsallık ve dokunulmazlıkla çerçevelemiştir. Osmanlı imparatorluk tebaası “millet” adıyla dinsel kimliklere bölünmüş, ayırt edici özelliklerini dinlerinden alan bir toplumken, ulus devlet hamlesiyle beraber, kimlik ırka sıkıştırılmış, gündelik yaşamı şekillendiren kültürel unsurlarsa dini saiklerle “kutsal” aile kavramının içine gömülmüştür. Böylece, Türk aile yapısı, müthiş bir melezlemeyle, laik kutsallarla dini kutsalları harmanlamıştır. Öyle olunca da, bu iki kavram, tartışılması sakıncalı bulunan her konu ve alanda, ihtiyaca göre şekillendirilerek bol bol kullanılmış ve haliyle epeyi aşınmışlardır.
Türk aile yapısı, ilk anda tekil bir hedef için tasarlanmış bir toplum mühendisliği aygıtı olarak duyulsa da, cumhuriyet tarihine bakınca tam olarak öyle bir işlevi yerine getirmediği kolaylıkla görülüyor. Kitleleri zapturapt altına almak için hemen her zaman kullanışlı bir araç olmuşken, ontolojisi gereği zımnen amaçladığı toplumu dizayn etme işindeyse pek başarılı olduğu söylenemez. Bu iddiamı test etmek için tarihsel kanıtlardan başka bir yöntem de mümkün.
Özellikle 1994’te RTÜK’ün kurulmasıyla gündelik hayatımızda daha sık duyulmaya başlanan bu Türk aile yapısı nedir? Herkesçe kabul gören ortak bir yanıtı var mı, yoksa 7 bölge, 81 il, 84 milyonda sayısız varyasyonla mı yanıtlanıyor? Kişiler arası güven endekslerinde son sıralarda çıkan Türkiye için ikincisinin daha doğru olduğunu söylemek pek mesnetsiz bir iddia olmaz. Birbirini tanımayan ve öngörülemez bulan kişiler güven yerine şüphe duyarlar karşısındakilere. Bu bakışla, Türk aile yapısında ortaklaştıklarını, aynı değerleri benimsediklerini, haliyle birbirlerini tanıdıklarını iddia eden kişilerin birbirlerine bu denli şüphe ve güvensizlikle yaklaşması pek tutarlı bir tutum değildir.
Bu noktada karşımıza bir başka soru çıkıyor; her muhatabı tarafından farklı anlaşılma potansiyeline sahip bu kavram tercih edilmiş bir muğlaklığa mı sahip, yoksa başarısız bir toplum mühendisliği girişimi mi yalnızca? Elbette bu sorunun spekülasyonlardan öte bir yanıtı yok, fakat yine de iki ihtimal de üzerine düşünülmeye değer. Açıkçası benim daha yakın olduğum seçenek ilki. Elinizde kimsenin -meşruiyet sınırları içinde kalarak- karşı çıkamayacağı “kutsal” aile ve “yüce” Türklük ile koruma altına alınmış bir kavram varsa, o kavramın tanımını ve içeriğini ihtiyaca göre belirleyebilirsiniz. O an neye müdahale etmek istiyorsanız Türk aile yapısı ona göre tanımlanabilir ve devletin meşru yumruğuna dönüşebilir. Fiiliyatta da olup bitenin bundan pek farklı olduğu söylenemez. İlliberal demokrasilerin kullanışlı muğlaklıkları…
İkinci ihtimali düşünmeye başlamak için ihtiyacımız olan ilk veri, Türk aile yapısının tanımı, maalesef. Her sosyo-kültürel sınıf için tanım farklılaşsa da temeli teşkil eden ortaklıkları tespit ederek başlayabiliriz. Ulus fikri, etnik kimlik ve kültürel değerler açısından ortaklık talep ettiğinden, kurucu akıl, Türk ulusunun inşası için etnik kimlik olarak Türklüğü, kültürel değerler içinse sünni islamı tercih etmiş. Bir hayali cemaat olan ulusun çerçevesini çizmekten daha zor olan, çizilen bu çerçevenin muhatapları tarafından benimsenmesidir. Türk aile yapısı da bu noktada hayatımıza giriyor. Toplumun en küçük örgütlü yapısı ailenin dizaynı, ailelerin birleşiminden oluşan toplumun dizaynı için tümevarımcı bir mühendislik hamlesidir. Bunun için gerekli olan yöntemse, kurucu akıl tarafından, “Türkler asker millettir” şiarının içinde bulunmuştur. Türk ailesi askeri bir birlik gibi dizayn edilmiş, erkek egemen, cinsiyetçi, yaşçı ve haliyle hiyerarşik yapılanmıştır. Makbullük itaat ile eşleştirilmiştir. Yeni dönemde “Babaya itaat allaha itaattir”, “babaya itaat devlete itaattir”e dönüşmüştür. Demem o ki, asıl dizayn edilmek istenen, koşulsuz itaat eden, böylelikle istenilen şekle girebilecek bir toplum oluşturmaktır. Geri kalanı ise, itaatte aynılaştırılmış bu insanları yüzeyde ayrıştıran kimlik belirteçleridir sadece. Giyim kuşam, baş örtüsü mü şapka mı, çay mı rakı mı gibi göstergeler iktidardaki fraksiyonun tercihlerini görünür kılar.
İtaat esaslı, baskıcı ve esas ödevi makbul vatandaş olduğunu diğerlerine kanıtlamak olan Türk aile yapısının doğal meyveleri, maalesef yalan, riya ve mutsuzluk olmuştur. Kadınların cephe gerisinde eve hapsolmuş, değiş tokuş değeri olan meta pozisyonu, askeri düzende ganimet değeri olan menkul kıymetlerle aynılık gösterir. Erkeklerse babaya itaatleri oranında makbul sayılır ve rütbe sahibi olabilirler. Emir-komutayı terk ettikleri anda da imtiyazlarını kaybederler. Bireyin varoluşuna izin vermeyen ve birey olma girişimlerini sertçe cezalandıran bu yapı, Türk tipi mutsuzluğun üretim merkezi olmuştur. Tam da bu yüzden, tıpkı güven endeksleri gibi mutluluk endekslerinde de Türkiye son sıraları kendine mesken tutmuştur.
Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’da Bazarov’a söylettiği gibi, insan kainatta bir zerre dahi olmasa da, yine de arzu ve ihtiraslarla dolu. Hiçbir baskı ve yasak insanların istek, arzu ve ihtiraslarının peşinden koşmasına engel olamamış, fakat sık sık bunların yeraltına kaymasına, marjinalleşmesine, hastalıklı biçimlere dönüşmesine sebep olmuş. Bu bağlamda, toplumumuzdaki ensest, çocuğa ve kadına cinsel istismar, psikolojik ve fiili şiddet, kadın cinayetleri gibi kronikleşmiş, hastalıklı davranış bozuklukları politikten ziyade kültüreldir. Toplumun tabanına yayılmış dehşetli sorunlardır.
Türkiye’nin gençlerin geleceklerini kurmak istedikleri, yaşamaktan mutlu olacakları, özgür, huzurlu, güvenli, müreffeh bir ülke olması için verilmesi gereken mücadele, belki de politik olandan da önce kültürel olandır. Bu baskıcı, boğucu, emir-komutaya bağlı, yalana ve riyaya teşvik eden Türk aile yapısı tartışmaya açılmalı. İtaatkar makbul vatandaşın üretim merkezi olarak görülen aile anlayışı terk edilmeli. Özgür, mutlu, kendini ifade edebilen, özgüvenli bireylerin yetişmesine imkan sağlayan bir kültürel iklim için mücadele etmeliyiz. Aksi halde özgürleşmek için babasının evinden kocasının evine kaçan ve asla özgürleşemeyen kadınların, doğduğu şehirden içinde kaybolabileceği metropollere kaçan yalnız ve tedirgin gençlerin ülkesi olmaktan öteye gidemeyiz, tıpkı yüz yıldır gidemediğimiz gibi. Bastırılmış isteklerin, kabullenilmiş mutsuzluğun yarattığı şiddet sarmalından çıkmayız.
Doğru, Türkiye’de sorunlar politiktir, fakat o sorunları doğuran da epeyi sorunlu olan kültürel iklimimizdir.