2022 senesinin ortaları. Valeria’yla buluştuk, canı çok sıkkın. Ülkede ufacık bir dalgalanma Arjantin’in kırılgan ekonomisini yerle bir ediyor, enflasyon Türkiye’deki rakamları ezip geçiyor. Toplum çözüldü çözülecek, halk isyanın eşiğinde. Valeria’yla bu buluşmaları senede birkaç defa gerçekleştiriyoruz. Hep aynı hikâye. Yıl içinde birkaç büyük kriz yaşanıyor, kimilerinin çoktan çöktü dediği ekonomi bir türlü düzelmiyor, her seferinde daha çok yoksulluk, daha çok tehlike, birbirinden deli gibi korkan bir halk; güvenlik sorunu çığrından çıkıyor.
Latin Amerika dünya için özel, Arjantin ise Latin Amerika içinde daha özel bir vakadır. Yalnızca futboluyla değil, tarihi, siyaseti, kültürü ve toplumuyla da öyle. Ama futbolun yeri ayrıdır. Bu ülkede belli siyasi liderler ne kadar sevilip tutulsa da hiçbiri bütün toplumu aynı çatı altında birleştirici güçte değildir. Keza tarihi kahramanları da öve öve bitiremedikleri tangosu da doğası da sanatı da toplumun ayrışmasına, kavgacılığına, öfkesine, birbirine düşmanlığına engel olamaz. Arjantin tarihinde bütün toplumu birleştiren tek bir figür vardır ve o figür de Maradona’dır. Yani düne kadar öyleydi.
2022 dünya kupasının başlamasına saatler kalmış, iki gün sonra Arjantin ilk maçını oynayacak. Buenos Aires yavaş yavaş beyazlı-gök mavili bir şehre bürünüyor. Metro girişlerinde avokadolar, muzlar satan amcaların, teyzelerin yerini formalar, bandanalar, yüz boyaları satanlar almış. Etrafımda usul usul yükselen bu coşkuyu izleyerek yürüyüp pilates dersimin yolunu tutuyorum. Her zaman Arjantinli olmayışımı bahane edip aksanımla eğlenen, bir şekilde bana takılmanın yolunu bulan pilates hocama bu sefer ben açıyorum konuyu, “Eee” diyorum, “maçı izleyecek misin?” Cevabın olumlu yönde geleceğinden epey eminim ama şaşırtıyor beni. “Kocam evde, o izliyor, o varken ben izlemem.” “Hayrola, neden?” “Çok duygulanıyor, ağlıyor zırlıyor, ne yapacağını bilemiyor.” Ben daha aldığım cevaba gönlümce şaşıramadan ekliyor: “Aman ondan da değil ya aslında, Maradona yok yani, niye izleyeyim ki?”
Yıllar evvel tanıştığım bir kadınla yediğim akşam yemeğine gidiyor aklım. Arjantin’in şarabını konuşmuş, çeşitliliğini, lezzetini övmüştük, milli kimliğini oluşturan unsurlardan söz etmiştik. Bir an durmuştu, “Yok, aslında Arjantin’in esas milli kimliği Maradona’dır” demişti. Bunu öyle kuvvetli bir kanaatle söylemişti ki bir an irkilmiştim. Sohbet ilerledikçe yemeklerinden, tangosundan, edebiyatından, çok bayıldıkları mangal kültüründen, mate çayından söz etmiştik. “Peki ya bunlar, bunlar da milli kimliğinin unsurları değil mi?” diye zorlamıştım kışkırtıcı bir muziplikle. Düşündürmeyi başarmasına başarmıştım ama ne yaptıysam başka bir şeye ikna edememiş, o alana başka hiçbir şeyi dahil edememiştim. “Hayır,” deyip durmuştu, “bunlar da önemli ama Maradona başka.”
Buenos Aires’te bir dönem Maradona’nın mahallesinde de yaşadım. Fabrika cephelerinin, dükkân kapılarının, araba camlarının Maradona resimleriyle, grafitileriyle dolup taştığına da şahit oldum. Maradona’ya tapılmayan tek bir köşe yoktu. Başka bir şeydi hakikaten, neydi peki onu bu kadar özel kılan?
Baba tarafından İspanyol ve Guarani, anne tarafından İtalyan kökleri taşıyan Diego Armando Maradona, yalnızca olağanüstü yetenekli bir oyuncu olarak futbol tarihine geçmekle kalmamış aynı zamanda yaşadığı sıradışı hayatla, sansasyonel açıklamalarıyla, ele avuca sığmaz isyankârlığıyla da bir fenomene dönüşmüştü. Sekiz çocuklu, kalabalık ve yoksul bir ailenin beşinci çocuğuydu, pek çok akranıyla aynı imkânlara sahip olarak büyümemişti, haliyle öfkeliydi. Büyük bir kısmı Güney İtalya’nın göçmenlerinden meydana gelen Arjantin toplumunda, İtalya hükümetinin adaletsizliklerinden, Güney İtalya’ya yapılan ayrımcılıklardan bahsederek Arjantin’in hislerine ayna tutmuştu. Sonra ergenlik yıllarını dikta yönetimi altında geçirmek zorunda kalmıştı; diktatörlük çocuklarının hepsinin duyduğu, sonraki yıllarda topluma damgasını vuracak isyankârlığıyla, öfkesiyle, ne yapacağını bilmez haylazlığıyla da bir kuşağın sesi olmuştu. Falkland Savaşı sırasında daha 22 yaşında bir gençti, kendi gibi gencecik çocuklar bu savaşta yok edilirken o hayatta kalmış, ölen çocukların aileleri gibi İngiltere’ye ve dünya devlerine karşı bilenmiş, ’86 dünya kupasında İngiltere karşısında galibiyeti sağlayarak herkesi kendine hayran bırakmıştı. Bildiğimiz anlamda aile kurumuna da sığamıyordu, ele avuca gelmiyordu, sağlığı umurunda değildi, alkolle, uyuşturucuyla, gece hayatıyla yoğruluyordu. İşte bir dönemin halk kahramanı böyle oluşmuştu.
Ama bir yandan Arjantin kanlı tarihiyle bir bir yüzleşmeye, savaşları, diktatörlükleri geride bırakmaya, kendine yeni bir toplum modeli kurmaya başladı. Her ne kadar mükemmellikten fersah fersah uzak da olsa bu toplum bir arada durmanın yollarını aramaya, bunun nasılı üzerine kafa yormaya koyuldu. Adalet talep etti, kayıplarını aradı, hafızasını geri kazandı; tartışmayı, sanatı, diyaloğu elden bırakmayarak, taşları üst üste koyarak haklarını eline geçirdi. Şimdi soru sormak, sorumluluk almak, elini taşın altına koymak zamanıydı. Barış herhalde böyle bir şey olsa gerekti.
İşte dikta yönetiminin tam sonunda, 1986 yılında, Arjantin’in mütevazı bir kenti olan Rosario’da Lionel Andrés Messi Cuccittini böyle bir toplumsal iklime doğdu. O da Maradona gibi yetenekliydi, erkenden profesyonel futbola başladı. Yirmi yaşında Arjantin Milli Takımı’na katılarak ilk dünya kupasında yer aldı. Ama Maradona neyse Messi tam tersi oldu. Uslu çocuktu, isyan etmeye niyeti yoktu. Çocukluk aşkıyla aile kurdu, evlendi, üç çocuk babası oldu. Maradona futbolculuğa veda etti edeli Arjantinliler futboldan aynı tadı alamaz olmuştu, bir devir kapanırken bayrağı birisinin devralması gerekti ama Maradona gibisi bir daha gelir miydi? Messi, Maradona’nın yerini doldurabilecek miydi? Arjantinliler futbol karşısında ne kadar coşkulansalar da bu soruların yarattığı belirsizlikle biraz mesafeli başladılar bu sene dünya kupası macerasına. Suudi Arabistan maçındaki mağlubiyet de tuzu biberi oldu. Herhalde bunda da yenilirse kupadan çekileceği için Arjantin’in gruptaki son maçını izlemek istedim. Mavi-beyaz elbisemi giyip mahallemin barının yolunu tuttum. İrili ufaklı gruplar masalara dağılmış, gözlerinde çekingen bir umutla maçı izliyorlardı. Çoğunluğu kalabalık erkek gruplarıydı ama bir kenarda da çoluklu çocuklu bir aile vardı. İkide bir telefonuna bakan 15-16 yaşlarındaki gencin sırtında eski, mor bir Messi forması. Diğerleri gündelik kılıkları içindeydi. Kocaman bir heyecan yaşanmıyordu belki ama oradaydılar. Futbol coşkusunu yakından tanımayan biriydim ama bana bile biraz sıradan gözükmüştü. Artık kimse şöyle esaslı bir umut taşımıyordu sanki.
Ne var ki Messi’nin vazgeçmeye pek niyeti yoktu. Beşinci ve artık son dünya kupasını oynayacaktı. Bu takımı neredeyse çocukluğundan beri ilmek ilmek örüyordu. Diğer futbolcuların hemen hepsini de çocukluklarından beri tanıyordu. Yalnızca takım kaptanı değil, hepsinin abisiydi. Herkesin yükünü sırtlamıştı ve pek güzel, pek vakur, pek gururla taşıyordu sanki. Ben futbolun teknik kısmından pek anlamam ama Messi’nin katıldığı bu son dünya kupasında doğaüstü bir performans sergilediğini bilebilmek için futbol gurusu olmaya gerek olmadığı açıktı. Ondan sonra Polonya, Avustralya derken sanki birisi bir düğmeye basmış gibi ufak ufak bir hareketlenme başladı şehirde. Restoranlar, kafeler, balkonlar Arjantin’in sevimli bayrağıyla doldu. Futbol konuşmayan, dünya kupasından kareler paylaşmayan tek bir insan kalmamıştı neredeyse. En sevdiğim kitabevi bile Twitter hesabından gol fotoğrafları paylaşıyordu.
Çeyrek finalde artık heyecana dahil olmamam imkânsızdı. Formamı giyip barın yolunu tuttum. Taraftar daha da canlıydı. Herkes gülüşüp şakalaşıyordu. Yan masamdaki kadın Türkiye’den geldiğimi duyunca “Merhaba” dedi, “naber?” Türkiye’ye bayılıyormuş, birkaç defa gitmiş, daha da gidecekmiş. Orada Arjantin aşığı biriyle tanışmış, üzerindeki forması da onun hediyesiymiş. Tesadüfler birbirini kovalarken ben de ilk defa uzatmaları da geçip penaltılara kalan bir maçın heyecanını orada gördüm. Herkesin yüreği ağzına gelmiş, ama sonunda gelen galibiyetle gerginlik ortadan kalkmış, neşeli hava kat kat artarak geri gelmişti. Garsonlar müşterilere sarılıp ağlıyor, birkaç gezgin bu şen ortamın fotoğrafını çekip insanlarla Instagram hesaplarını paylaşıyordu.
Yarı final maçında artık bar ortamı falan kalmadı. Buenos Aires belediyesinin şehrin en büyük parklarına yerleştirdiği dev ekrandan izleyecektik maçı Valeria’yla. Başka türlüsü mümkün değildi. Büyük bir şeyler oluyordu, onun büyüklüğüne yaraşır bir hareket yapmak lazımdı. Yapmam gereken işleri klavyenin tuşlarına neredeyse ellerim titreye titreye vurarak son dakikada bitirdim. Yine de geç kalmıştım. İlk yarıyı görmek için bir pizzacıya attım kendimi. İlk golü orada gördüm. Biraz içim rahatladı, sokağa fırladım. Maçın ortasında araç bulabileceğimden emin değildim ama maç da olsa çalışması gerekenler vardı. Karşıdan beni üzerimde formayla gören bir taksici kornasını örttürmeye başladı bir kutlama havasında. El ettim, atladım içeri. Radyodan maç yayınını dinleyip parka doğru ilerlemeye başladık. Beş dakika geçti geçmedi, dışarıda bir gürültü koptu gol diye. “Yine mi?” diye sordum şaşkınlıkla. Biz neden duymamıştık? Taksici mahcup bir yarı gülümsemeyle açıkladı, “Biz radyodan dinliyoruz ya, buraya geç geliyor.”
Parka vardım, Valeria’yı buldum. Üzerinde beyazlı-gök mavili, 10 numara Messi forması olmayan hiçkimse kalmamıştı artık şehirde. Oyun alanında zıp zıp zıplayan çocuklar Arjantin diye tezahüratta bulunuyor, anneler babalar sevinçle gülümsüyordu onlara bakıp. Devre arasında haberlere baktım, bir gazeteci “Arjantin’in bu sevince öyle ihtiyacı var ki artık” diyordu, “bizim için bir dünya kupasından çok daha fazlası bu; bu birbirinden kopmuş bir halkın birlikte sevinebilmesinin ihtimali.”
Maçtan sonra Valeria’yla oturduk bir yere yine. Aslında kendisinin futbolla zerre alakası yoktur ama onun bile her zamanki şikâyetçi halinden eser kalmamıştı o gün. “Aslında düşününce biz harika bir ülkede yaşıyoruz,” dedi. “Baksana, yıllardır savaş travması yaşamıyoruz mesela. Bir üçüncü dünya ülkesi için ne kadar ender bir durum bu.” Sonra “İyi ki geldin buraya” diye ekledi, sarıldık. İyi ki gelmiştim hakikaten.
Arjantin finale kalmıştı. Sokaklardaki eğlencenin, neşenin tarifi yoktu. Artık kupayı alıp almamasının önemi de yoktu. Messi bayrağı devralmıştı. Maç sonunda sesi tir tir titreyen bir gazeteci Messi’yle konuşurken tam olarak şunları söylüyordu: “Senin bugün elde ettiğin, bir maçtan çok fazlası. Bugün kalbine dokunmadığın tek bir Arjantinli kalmadı. Bugün gerçek olsun sahte olsun, üzerinde Messi forması olmayan, sana inanmayan tek bir Arjantinli yok ülkede. Final maçını almışsın almamışsın, önemli değil, sen bir halkı kazandın, bunu kimse senin elinden alamayacak.”
Ama umutlar gerçek oldu. Arjantin, Maradona’nın en son 1986’da taşıdığı kupaya ilk defa yeniden kavuştu. Yeni bir devrin yeni umudu olan yeni kahramanıyla. Bir dünya kupası Arjantin’in yaralarını sarmaya elbette ki yetmeyecek, ama bütün bir ülkeyi birleştiren bir sevince şahit olmak tarif edilemez bir his, arkasından gelecekleri izlemek muazzam bir heyecan.