Ana SayfaHaberler132 askerin hatıratı üzerinden TSK’nın 150 yıllık geçmişini inceleyen doktora tezi

132 askerin hatıratı üzerinden TSK’nın 150 yıllık geçmişini inceleyen doktora tezi

Dr. Hakan Şahin’in ‘Türkiye’de Asker, Toplum ve Siyaset: Askerlerin Yaşam Anıları Üzerinden Bir Okuma’ başlıklı kitabı Beyoğlu Kitabevi Yayınları’ndan çıktı. Tanzimat döneminden başlayıp 2010’lara uzanan, erden mareşale her rütbeden 132 askerin kaleme aldığı 163 hatırat, günlük, defter ve otobiyografiyi inceleyen çalışma, modern Türk ordusunun son 150 yıldaki geçmişine ayna tuttuğu gibi çok kapsamlı bir zihniyet analizi de sunuyor. AGOS’tan Ferda Balancar, Dr. Şahin ile Türkiye’de asker-siyaset ve asker-toplum ilişkilerine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdi.

1839 doğumlu Ahmet Muhtar Paşa’dan 1967 doğumlu üsteğmenlere uzanan geniş bir yelpazede asker anılarını okuyup, araştırmışsınız. Yaklaşık 150 yıllık bu süreçte bir zihniyet değişimi gözlemliyor musunuz?

Benim okuduğum tüm bu anılardan edindiğim izlenim orduda bir zihniyet değişiminden ziyade, belirli bir sürekliliğin olduğu. Ancak şöyle bir ayrım yapabiliriz. II. Meşrutiyet sonrasında hem orduda hem de devlette iktidarı ele geçiren İttihatçı subaylar, II. Meşrutiyet öncesi kadroları tasfiye ediyor. İşte o dönem geçerli olan askeri akıl ve zihniyet sadece II. Meşrutiyet döneminde değil, Cumhuriyet dönemi boyunca belirli biçimlerde aktarılarak günümüze kadar varlığını ve sürekliliğini koruyor. Cumhuriyet dönemi boyunca elbette belli konularda bir değişim var. Teknolojik değişim, iktisadi değişimler vesaire. Ancak ana hatlarıyla düşündüğümüzde askeri akıl ya da zihniyet açısından günümüze kadar uzanan bir süreklilik olduğunu söylemek mümkün. Kitapta şöyle bir yargıda bulunmuştum: Günümüzün bir Türk subayı, çağdaşı bir Amerikalı, Fransız subayından ziyade, yüz yıl önce yaşamış Enver Paşa’yı mesleki açıdan, görevi icra etme, karar verme, sonuçlarını değerlendirme ölçütleri açısından kendisine çok daha yakın hissedecektir. Üniformalar değişmiş olabilir ama askeri akıl, askeri zihniyet açısından o dönem subaylarıyla aralarında belirgin bir süreklilik var.

Kitaptaki ‘asker-toplum’ ve ‘asker-siyaset’ bölümlerini okuyunca, 12 Eylül’den sonra çok tartışılan ‘askeri vesayet’ kavramı akıllara geliyor. Siyaset bilimci Ümit Cizre de kitaba yazdığı sunuş yazısında buna dikkat çekiyor. Aslında alıntıladığınız asker anıları bize ‘askeri vesayet’ kavramının uygulamaya nasıl yansıdığını gösteriyor, diyebilir miyiz?

Ben kitapta ‘askeri vesayet’ kavramını kullanmayı tercih etmedim ama nihayetinde anıların genelinde hissedilen şey bu. Ben bunu bu kitabı okuyanların, değerlendirenlerin yapmasını tercih ettim. Nitekim dediğiniz gibi Ümit Cizre de sunuş yazısında buna dikkat çekti. 14 yaşında askeri okula adım atmış genç bir subay adayının o yapıya girdiği andan itibaren hissetmeye başladığı ama adını koyamadığı bir durum bu. Kitapta ‘eşitler arası birinci’ başlıklı bölümde de ifade etmeye çalıştım. Şöyle bir anlayış yok askerde: “Biz bu toplumun vasisiyiz, buraya vesayet edeceğiz.” Asker dili böyle kurmuyor. Onun yerine şöyle diyor: “Biz Türk toplumunun içinden çıktık, onun ordusuyuz ve onun hizmetindeyiz. Ancak demokrasimiz yeterince kurumsallaşmadığı için, cumhuriyetimiz henüz genç bir cumhuriyet olduğu için, toplum yeterince gelişmiş olmadığı için ülkeyi içine yuvarlanacağı tehlikelerden koruyacak güçlerin başında biz geliyoruz. Biz sorunların çözülmesi için sabırla bekleriz ancak sorunlar ülke için tehlikeli bir hale gelirse de müdahale ederiz.”

Bu yaklaşımın adı ‘askeri vesayet’tir. Ancak bunun dersi yok. Yani ne askeri lisede ne harp okulunda ne de harp akademilerinde derslerde öğretilen bir şey değil bu. Tıpkı, varsayıldığının aksine, Atatürkçülük, Kemalizm gibi yoğun dersler olmadığı gibi… Ama bundan daha etkili bir şey var. Bu o kuruma entegre olan askerler tarafından zaman içerisinde içselleştirilen bir şey. Mesela daha 1938’de Atatürk’ün ölümüyle birlikte “Peki şimdi ne olacak? Ülke nereye gidecek?” soruları subaylar arasında sorulmaya başlıyor. “Eğer olumsuz bir şey olursa, biz görevimizin başındayız” anlayışı o günlerde bile orduya hâkim. Ve düşünün ki İsmet Paşa’ların, bütün o İstiklal Harbi neslinin hayatta olmasına rağmen.

Ordunun dışarıdan bakıldığında homojen bir görüntü vermesine rağmen içerden bakıldığında farklılıklar olduğunu belirtiyorsunuz. Ancak topluma ve siyasete bakışta ortak bir tavır olduğunu söylüyorsunuz. Bu ‘ortak tavır’ nedir?

Toplumun hangi kesiminden gelirse gelsin, bir kişi ordunun kurumsal yapısı içine adım attığı andan itibaren o kurumsal yapı tarafından dönüştürülüyor. Kitapta da yer verdiğim gibi total kurum dediğimiz şey söz konusu burada. Machiavelli’nin bir sözünü, tam da bu bağlamda bölüm başlığı yapmıştım: “Biri orduya mı katıldı, anında kentin giysisini ve tavrını terk eder” diyor. Bunu, son zamanlardaki bazı güncel tartışmalarla ilgili de düşünebiliriz. Yani orduyu belli dini veya ideolojik grupların ele geçirme tehlikesiyle ilgili. Ordunun kurumsal yapısı içinde o kişi yeniden belirleniyor. Hangi geçmişten geliyorlarsa gelsinler subayların çalışma tarzı, sahip oldukları kurum kültürü aşağı yukarı aynıdır. Topluma mesafeleri benzerdir. Bir “sivil”e aşağı yukarı aynı biçimde bakarlar. Özellikle sorun çözme ve sorunu tanımlama biçimleri açısından ortaktırlar. Son günlerde birçok kişi “Bu ordu nereye gidiyor?” diye düşünüyor. Son yıllarda değişik toplumsal arka planlardan binlerce yeni insan ordu içine alındı. Bu kişilerin inançları, ideolojik yönelimleri ne kadar etkili olacak sorusu soruluyor. Ancak ben tahmin ediyorum ki orduya egemen olan kurum kültürü onları da bir şekilde yoğurup dönüştürecek. Bu kültür Türkiye özelinde çok sağlam, çok yerleşik ve bence galip gelen, orduya egemen olan o kurum kültürü olacak.

Peki, diğer NATO üyesi ülkelerin ordularıyla ne fark var?

Aslında her ülkenin ordusuna ayrı ayrı bakmak lazım. Her birinin kendi tarihinden getirdiği farklı özellikler var. Mesela şöyle bir anım var: 2011’de Suriye meselesi gündemde idi. Ben İtalya’da NATO karargâhında görevli idim. Bulunduğumuz yerin başında Amerikalı bir oramiral vardı. Suriye’ye müdahaleyle ilgili hazırlık planlaması emri verdi. Böyle bir yetkisi yoktu, çünkü içinde sivillerin de bulunduğu Brüksel’deki NATO karargâhından gelmesi gerekiyordu emrin. Böyle bir direktif olmamasına rağmen bu planlama emrini verdi. Hukuken boşa düşmemek için de “Ben bunu eğitim amaçlı yaptırıyorum” dedi. Planlama biriminin başındaki Alman albay ise emre karşı çıktı. “Bu emri yerine getiremem çünkü hukuken sakıncalı.” Amerikalı oramiral ısrar edince Alman albay, “Benim ülkemin tarihini biliyorsunuz. Benim ülkemin, askerlerin emir almadan giriştiği eylemlerin sonuçlarını tecrübe ettiği bir tarihi var. Siz bilmiyor olabilirsiniz ama ben ve halkım bu tarihi çok iyi biliyoruz. Emrinizi yerine getiremeyeceğim için üzgünüm. İsterseniz bu durumu Alman disiplin amirlerime aktarabilirsiniz” demişti.

Söylemek istediğim, her ülkenin belli bir tarihi ve kültürü var. Alman tarihinin Yahudi tecrübesi o Alman subayını nasıl biçimlendirmişse, Türkiye tarihi de Türk subayını biçimlendiriyor. Bizim ordumuzdan bir albay olsaydı bu emri muhtemelen yerine getirirdi. Çünkü bizde yasal olmayan emrin ast tarafından nasıl karşılanacağı konusu hâlâ bulanık bir konu.  

Kitapta, “subaylarda burjuvaziye karşı öfke ve nefret var” diyorsunuz. Gayrimüslimlere yönelik olarak da benzer bir öfke var mı?

Burjuvazi ya da zenginlere yönelik öfke “Boğaz’da viskisini yudumlayan” cümlesiyle tasvir edilmiştir genellikle. Asker dağlarda terlerken, onlar Boğaz’dadır. Anılarda gayrimüslimlere yönelik bir öfke görmedim. İlginç olan, gayrimüslimlere yönelik anılarda çok az şey olması. Aslında bu olmama hali de bize bir şey anlatıyor. Anılarda bazı konulara neredeyse hiç girilmediğini görüyoruz. Mesela Kürtlerle ilgili de pek bir şey bulamazsınız. Bulabileceğimiz şeyler, onların bu toplumun etle tırnak gibi parçası olduğu, ama aralarında birtakım kandırılmışlar olduğudur. Yanılmıyorsam 1940’larda yapılan bir düzenleme var. “Soyunda dönmelik olanların” askeri okula girişine şerh düşen bir uygulama. Kitapta yer verdiğim bir anekdot var. Adı Bedros olan bir er ile bir subay arasında geçen bir diyalog. Bu er atışlarda başarılı oluyor ve subay onu takdir etmek istiyor ama Bedros’a ısrarla Bedri diye hitap etmeye çalışıyor. Bu diyalog aslında gayrimüslimlere yönelik tavrı gösteriyor. “Bedros”, “Bedri” oluveriyor. Bedros’u Bedri olduğu takdirde kabul edebiliyor. Ama şunu da eklemeliyim, 2000’li yıllardan itibaren bu konular gündeme gelince, askerlik yapan gayrimüslim yurttaşların dini bayramlarını kutlayabilmesine yönelik düzenlemeler de yapılmıştı.

Asker anılarının yayınlanmadan önce kontrol edilmesi, varsa sakıncalı yerlerin sansür edilmesi söz konusu mu?

Hayır, öyle bir şey yok ancak yazılan kitap çok ses getirirse sorun olabiliyor. Anılarından ötürü soruşturmaya uğrayan bazı subaylar olmuş, kitapta buna da değindim. Ama yazarların emekli olması, yani artık asker olmaması ve dolayısıyla askeri mevzuata tâbi olmaması hukuki yaptırımı zorlaştırıyor.  

Hrant Dink’in cinayetten önce kamuoyunda hedef haline getirilmesinde Sabiha Gökçen’in bir Ermeni yetimi olduğuna dair habere Genelkurmay’dan gösterilen tepki oldukça etkili oldu. Genelkurmay bu habere neden sert tepki gösterdi?

Bu konuyla ilgili somut bilgim yok ancak akıl yürütebilirim. Ben Harp Akademisi’ndeyken bir kurmay albay, ki kendisi aynı zamanda tarih doktoru idi, ATASE Arşivi’nde (Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi) Ermenilerle ilgili çalışma yapmak istediğini, ancak kendisine izin verilmediğini bize sitemkâr bir şekilde aktarmıştı. Şunu demek istiyorum, TSK’nın bazı konularda aşırıya varan bir hassasiyeti var. Sonuçlarını kestiremeyeceği bir işin içine girmekten özenle kaçınıyor. Sabiha Gökçen’in köken olarak Ermeni olmadığına dair arşivlerde bir kayıt olsaydı bunu kamuoyuyla paylaşırlardı diye düşünüyorum. Ancak bunu yapmayıp sadece bu iddiaya tepki gösterdilerse durum daha farklı olabilir.

Neden?

TSK’nın kurucu unsurlarından biri Türklük. Biraz önce sözünü ettiğim “soyunda dönmelik olmayacak” ifadesi de bunu gösteriyor. Ordu Sabiha Gökçen’i Cumhuriyet’in alıp yükselttiği bir kadın, asker, pilot ve Türk olarak görmek istiyor. Etnik kökeninin tartışma konusu edilmesini istemiyor. Ordunun kurum kültüründe tartışmaya pek yer yoktur. Askerler tartışmayı pek sevmezler. Bu tür tartışmaları yönetememe gibi bir korku da söz konusu olabilir. Bu nedenle de tartışmalı konuların gündeme gelmesi pek istenmez. Aslında benim bu konuyu çalışmamın bir nedeni de bu. Gerçeğe ancak tartışarak ulaşabiliriz. Ordu mensupları kendileriyle, sahip oldukları kurum kültürüyle ilgili olarak düşünsünler ve tartışsınlar istiyorum.

- Advertisment -