Programın tamamını Serbest TV’de izlemek için:
Bugün siyaset ve muhalefet ilişkisinden bahsetmek istiyorum.
Türkiye’nin şu anda kilitlendiği ana konu mevcut siyasi iktidarın seçimlerde gönderilip yerine başka bir iktidar alternatifin gelip gelmeyeceği. Bütün tartışmalarda; ekonomi tartışmalarından uluslararası politika tartışmalarına kadar altta yatan ana soru bu.
Siyasi iktidarın değişmesi beklentisi muhalif kesimde son derece kuvvetli. Bu, bir eşik tanımlıyor. Bir umut eşiği, aynı zamanda bir zıplama eşiği.
Bu konuda pek çok kamuoyu araştırması yapılıyor. Güvenilir şirketlere baktığımız zaman ortak bir bulgu var. Bu, siyasi iktidarın erozyona uğradığı, oy kaybettiği, buna karşılık muhalif cephe partilerinin muhtemel toplam oyunun her geçen gün biraz daha arttığı yönünde. Muhalif cephede yorumlar iktidarın, büyük bir sorun olmadan, sandıkta yenileceği yönünde. Ancak bu verilerin, iktidarın yaşadığı erozyonun, muhalefet kanadındaki büyümenin iki farklı okuma biçimi var.
Biri şu; iktidarın kötü politikaları git gide artan bir seviyesizlik ve sorun üretiyor. Bu, özellikle ekonomi açısından böyle. Adalet, yargı mekanizması ile ilgili araştırmalar hemen her kesimde büyük bir memnuniyetsizliğin altını çiziyor. Daha otoriter, daha ataerkil bir söylemi önemseyen partizan bir kitle dışında çok sıcak karşılanmıyor politik gidiş. Dolayısıyla, “Bu kötü politik gidişte muhalefetin seçimleri kazanması ya da iktidara gelebilmesi için siyaset yapımına ihtiyaç yok” şeklinde bir görüş var. Buna göre, “iktidar kötü, seçmenler oylarını kötü olana vermezler, muhalefete yönelirler. İktidarın kötü seyri seçimleri kaybetmesi için yeterlidir.”
Pek çok ülkede geçerli olabilecek bu durumun Türkiye’de her zaman geçerli olamayacağını, olmayabileceğini çeşitli deneyimlerimizle biliyoruz.
Bu görüşü savunanlar, muhalefetin sadece eleştirel bir siyaset yapmasını, yani mevcut siyasi iktidarı eleştirip kendi politikalarını söylemsel bir seviyede tutmasını yeterli görüyorlar. Bu, aslında muhalefetten çok siyasi iktidardan yola çıkan bir görüş. Burada siyasi iktidarın yetersizliği, muhalefetin doğal olarak yeterliliği formülüne dönüyor.
Örnek çok. Kürt seçmen devşirme, yani HDP seçmeni peşinde koşma dışında Kürt meselesinin nasıl çözüleceği hakkında bir gelecek tanımı yok muhalefetin. Ya da kurumsallaşma açısından büyük kriz yaşayan devletin nasıl restore edileceği bilinmiyor. Bugünkü iktidar ittifakına baktığımız, devletin bu ittifakın içindeki yerine dikkat ettiğimiz zaman, bu yapıyla ilgili fikir beyanı da yok.
İkinci görüş, ki ben bu ikinci görüşün savunucularından biriyim, muhalefetin iktidara gelmesi, mevcut siyasi iktidara alternatif olması için siyaset elzemdir fikrine dayanıyor. Başka bir deyişle eleştirel siyaset, iktidarın zaafından kaynaklanan muhalefet güçlenmesi yetersizdir, bunun yanında kurucu bir siyaset lazımdır.
Bu görüş önemli, çünkü biliyoruz ki, bugüne kadar Türkiye’de iktidarlar hiçbir zaman vaat olmadan, hülya olmadan, gelecek tarifi olmadan, değişim umudu olmadan bir çırpıda değişmedi. Değişen iktidarlar ise genel olarak bizde işte 28 Şubat sonrası olduğu gibi birtakım garip koalisyonlar üretti. Kişiliksiz, siyasetsiz koalisyonlar da başka tür sorunlara yol açtılar. Örneğin Ecevit hükümeti bunlardan bir tanesiydi. Dolayısıyla değişim fikriyle siyaset fikri arasındaki ilişki pek çok bakımdan önemli görünüyor.
Bu iki görüşün tabii farklı vurguları var. Burada bir şüphe yok. Eleştirel bakış elbet önemli, muhalefetin bu kadar kötü seyreden bir iktidar performansı karşısında kuvvetli bir eleştiri yapması onun potansiyelini arttırıyor. Ancak bu yeterli mi sorusunu bazı rakamlardan hareketle sorabiliriz. Mesela şu önemli bir veri, AK Parti anketlerde hâlâ birinci parti. Yani yüzde 30 ila 35 arası değişen bir oy oranından bahsediyoruz. Bu oy oranı hâlâ toplam seçmenin üçte birini ifade ediyor. Sadece üçte birini ifade etmiyor, Cumhuriyet Halk Partisi karşısında da, yani ikinci partiye oranla da en aşağı yüzde 8’lik yüzde 9’luk bir farkı ifade ediyor. Bunun bir anlamı olmalı. Bu kadar kötü seyreden bir siyasi iktidarda çözülmenin doğal olarak daha hızlı olmasını beklersiniz, ama gelin görün ki bu böyle olmuyor.
Kaldı ki cumhurbaşkanlığı seçimleri psikolojik faktörlerin ve bizim siyasi kültürümüzün bazı hassasiyetlerinin devrede olduğu seçimler olacak. Çünkü kişiselleşmiş seçimler bunlar, kişiler yarışacaklar. Muhalefet ve iktidar kadar iki kişinin yarışını izleyeceğiz. İlk tur ikinci tur fark etmez. Aynı tablo karşımıza çıkacak ve burada tabii psikolojik algı, siyasi kültürün liderlere verdiği anlam şu anda karşımıza çıkan rakamlardan çok daha farklı bir resim karşımıza çıkarabilir. Çok güçlü alfa bir karakter olan Erdoğan’ın karşına daha beta tip bir siyasi aktör çıkarsa buradaki dengeler değişebilir, buna çok şaşırmamak gerekir. Seçim ânına doğru gidişte, bu bakımdan Erdoğan’ın eli daha güçlü gözüküyor. Uyguladığı bağımsızlıkçı ve gelecek merkezli milliyetçi tahkimat politikaları nedeniyle…
İkinci bir veri de şu; kararsız seçmen oranı anketlerde çok yüksek gözüküyor fakat anket şirketleri bu rakamları dağıtıyor. Neye göre dağıtıyorlar, o ankette siyasi partilerin aldığı potansiyel oy oranına göre. Eğer AK Parti %30 almışsa kararsız seçmenin %30’u AK Parti’ye, diğeri %15 almışsa %15’i o diğer partiye dağıtılıyor, fakat bu çok gerçekçi değil. Fazla eşitlikçi ve çok dolaylı bir yöntem. Çünkü kararsızlarla yapılan araştırmalar bize şunu söylüyor: Kararsızların çoğu iktidar partisine oy vermiş kişilerden oluşuyor. 3’te 2’si MHP’ye, özellikle AK Parti’ye oy vermiş seçmenler.
Bu aynı zamanda şu şekilde de okunabilir. Bu seçmenler çizginin öteki tarafına geçmiş değiller. Bu seçmenler tarafsız alana kayarak muhalefeti güçlendirmiş değiller ya da çok dolaylı bir güçlendirme bu. Eşik henüz aşılmış değil. Kararsızlık AK Parti’ye oy verip vermemek kararsızlığı çerçevesinde karşımıza çıkıyor. Bu dikkate alındığı zaman bugün karşımıza çıkan rakamlar birazcık da törpülenmesi gereken rakamlar.
Tabii 7 milyon genç seçmen devreye girecek. Yine çeşitli anketler bize buradaki ağırlığın hâlâ iktidar partisine yönelik olduğunu söylüyor. Yani Z kuşağının potansiyel olarak mevcut siyaset karşıtı ya da ataerkillik karşıtı davranış kodu beklentisi ile bu ülkede Tayyip Erdoğan ikliminde büyümüş, onun kucağına doğmuş çocuklardan oluşan bir kuşağın siyasi eğilimleri, siyasi sosyalleşmeleri arasında bir paradoksun olduğunu da söylemek lazım.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki dengeler çok baş başa. Muhalefetin bu kararsızları ikna etmesi için, bir dalga yaratması için siyasete açıkça kuvvetle ihtiyacı var.
Muhalif alana baktığımız zaman partiler yelpazesinde üçlü bir skala çıkıyor karşımıza.
İYİ Parti bir ucu temsil ediyor. İYİ Parti tümüyle siyasetsiz bir parti. Siyasetle ilgili hemen hemen hiçbir önerisi yok. Gücü Akşener’in eleştirel dili iyi kullanmasından; iktidarı hırpalamasından; siyasi merkezde durup “ben merkezin dışına çıkmayacağım. Kimseyi tedirgin edecek bir istikamete gitmeyeceğim, size sürpriz yapmayacağım” diyen garantili, riski düşük bir siyasi pozisyon almasından; bu anlamda merkeziyetçi olmasından, en nihayet Kürt meselesinden tutun devlet meselesine kadar pek çok konuda siyasete mesafeli olmasından kaynaklanıyor. Dikkat edecek olursanız Akşener’in akılda kalan iki vurgusu var. Biri HDP ile katiyen masaya oturmamak, ikincisi göçmenler meselesinde karşı hassasiyeti kuvvetli bir şekilde temsil etmek. Dolayısıyla İYİ Parti’nin bir uçta vurguladığı şey siyasete karşı bir mesafe alarak bir muhalif güçlenme. Bu aynı zamanda dün yaşananları yani son 20 yılın tüm analizlerini, bütün pozisyonlarını dışlayan, onları sıfırlayan bir bakış. Burada, ideal olana geri dönüş arayışının, yeni modernizmin, bir tür gizli Kemalizmin dalgalarını da görmek pekâlâ mümkün.
Diğer uçta tabii Gelecek Partisi ve DEVA var. Bunlar oldukça güçlü bir şekilde siyaset üretme çabasındalar fakat bu küçük partilerin rüştünü henüz ispat edememiş olmaları bazı ilişki sorunlarına yol açıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi’yse malum daha çok arada duran bir siyasi parti. Aslında İYİ Parti’den çok uzak değil siyasete bakışı itibariyle, ama siyasi iklim tanımı itibariyle biraz daha farklı. Daha çatışma karşıtı. Dünün sıfırlanmasından çok (öyle bir boyutu da var, fikri olarak, siyasi olarak), dünün negatif yönlerinin törpülenmesine yöneliyor. Örneğin çatışmacı kültürün devre dışı bırakılması, merkezde bir toplumsal buluşma, farklı eğilimlerin buluşması tarzı bir melodiye sahip burada son dönemlerde. HDP’ye yönelik çıkışları, en son Kavala ile Demirtaş ile ilgili açıklaması var Kılıçdaroğlu’nun. Tezkereye hayır demeleri bu bağlamda önemliydi. Kürt meselesiyle ilgili olarak, HDP’yi çözüm merkezi olarak ilan etmeleri de önemliydi. Dolayısıyla biraz siyasete değmeye çalışan bir konumu var. Bu yeterli değil.
Sonuçta siyasetsizliğin kol gezdiği bir muhalefet görüntüsü var.
Şunun da altını çizerek bitireyim; popülizmden şikâyet ediyoruz. Doğal olarak popülizmin birçok özelliği var. Bunlardan bir tanesi iktidarın kişiselleşmesi… Bu kişiselleşme Tayyip Erdoğan’la ne kadar önümüze çıkıyorsa, eksik siyaset üstüne kurulu muhalefette de o denli ortaya çıkıyor. Bu ne demek? Siyasi önerilerin yerine kişilerin ön plana çıkması demek. Mansur Yavaş mı, İmamoğlu mu, Kılıçdaroğlu mu ya da bir başkası mı aday olsun diyen; siyasi performansı bilinmeyen, bilinemeyecek bir şahıs üstünden, sadece ‘gelin bana doğru ben doğruyu temsil ediyorum’ diyen bir siyaset anlayışı…
Böyle bir tablo, muhalefet seçim kazansa bile karşımıza iki tür popülizm yarışması çıkarır ki bunun ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum.
Velhasıl Türkiye’nin en önemli meselesi muhalefet ve siyaset ilişkisi meselesidir.