Amerikalılar, 1915’te Lusitania gemisinin battığını öğrendikleri andan itibaren hiçbir şey onlar için eskisi gibi olmayacaktı. Bir Alman denizaltısının, içinde 2 bine yakın erkek, kadın ve çocuğun bulunduğu bir İngiliz yolcu gemisini kasten batırdığı bu dehşet verici olayın yarattığı şok, toplumda bir ahlaki öfkeden çok daha fazlasını doğurmuştu. Bu olay, aynı zamanda, Amerikalıların dünyaya bakışını ve dünyadaki konumlarının ne olduğuna dair anlayışlarını yeniden şekillendirerek onları en nihayetinde Birinci Dünya Savaşı’na taşıdı. Ancak ne Almanya’ya duydukları öfke ne de yeniden şekillendirilmiş dış politika görüşleri uzun süre sabit kalacaktı. Olaydan on yıl sonra bile Lusitania hâlâ Amerikalıların hafızasındaki yerini koruyordu, ancak savaşa neden girdiklerini (ya da daha spesifik olarak, geminin batmasıyla başlayan ve sonuçta savaşı tek seçenek olarak görmelerine yol açan bir dizi olay hakkındaki hislerinin ne olduğunu) hatırlamıyorlardı. Bunun yerine, savaşa dâhil olduklarından ötürü pişmanlık duymaya ve onları neyin ya da kimin bu duruma soktuğunu merak etmeye başladılar.
Amerikalılar, 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarından bu yana, yirmi yıldır benzer bir deneyim yaşıyor. Onları Afganistan’a müdahalede bulunmaya sürükleyen korku ve tehdit algısı her geçen gün kaybolurken, geriye bir tek bu kararın sonuçları; yani can ve para kayıpları, kaçınılmaz olarak karışık ve belirsiz nitelik taşıyan çeşitli neticeler ve o günden beri cevaplanamayan büyük bir soru kaldı: Yaşananlar gerçekten buna değer miydi?
Bizler, bir yol gösterenimiz dahi olmadan, hızla gelişen olayların keşmekeşi içinde ilerleyen bir tarihi yaşıyoruz. Diğer yandan, biz insanlar, tarihi değerlendirirken, geçmişte ne yaşandığının bilgisine sahip olmanın gururu içinde, ne yaşandığını umursamadan geriye dönüp bakmakla yetiniriz. Bu durum, ABD dış politikasının, on yıllardır, denizaşırı ülkelerdeki dahlinin yüksek olduğu dönemler ile o bölgelerdeki asker sayısını düşürüp geri çekildiği dönemler arasında bir o yana bir bu yana salınıp durmasını açıklıyor. Birinci Dünya Savaşı söz konusu olduğunda, büyük bir hata olarak görülen askeri müdahaleler sonrasında gelen tepkiler, Amerikalıların Avrupa’daki ve Doğu Asya’daki müdahil pozisyonlarını yirmi yıl boyunca terk etmelerine ve farkında olmadan yeni muharebelere sürüklenecekleri bir sonraki geniş çaplı savaşın fitilini ateşlemelerine yol açtı. İnsan, aynılarının bir gün Afganistan’da da yaşanıp yaşanmayacağını merak ediyor.
Toplumun genelinin, Amerikalıların 11 Eylül sonrasında dünyayı nasıl gördüğünü unutmuş olması, o yıllarda alınan belirleyici kararlara yönelik bakış açımızı gölgeledi. Günümüzde, kamuoyunda, o günlerde Amerikalıların savaşa “neredeyse neşeyle” gittiklerine, Başkan George W. Bush’un, müdahaleyi başlatırken “fırsat verildiğinde demokrasinin gelişeceği” inancına dayalı bir “iyimserlik” taşıdığına ve bu “emperyal kibrin”, Amerikalıları “silahlarımızı ve paramızı kullanarak dünyayı kendi imajımıza göre şekillendirebileceğimize” inandırdığına yönelik bir anlayış oluşmuş durumda. Bugün, söz konusu anlayışı, “ikiz kulelerin ve Pentagon’un ateşi hâlâ tütüyorken, Amerika’nın asker ve diplomat takımında Afganistan halkı ve İslâm âleminin geneli için tarihin yeniden başladığına yönelik bir düşünce hâkimdi” şeklinde değerlendiriyoruz.
Bu, bir şehir efsanesinden yahut The Washington Post’un Afganistan’a ilişkin yayımladığı kapsamlı raporda kullanıldığı şekliyle bir “yalan’’dan ibaret. Öyle ya da böyle, Amerika Birleşik Devletleri’ni Afganistan’a sürükleyen his korkuydu. Amerika, o zamanlar, Taliban’ın yönetimindeki Afganistan’da konuşlanmış olan El-Kaide’nin ülkeye yeni bir saldırı tertiplemesine; cephanesinde kimyasal, biyolojik ve hatta nükleer silahlar bulunduran diğer grupların olası saldırılarına ve Amerika Birleşik Devletleri’nde saklanan diğer ‘’uyuyan hücrelere’’ (terör örgütlerinin çeşitli yerlerde pasif olarak beklettiği ve her an eyleme geçebilecek yapılar) yönelik ciddi bir korku besliyordu. Uzmanlar, yeni bir saldırının an meselesi olduğu konusunda sürekli uyarıda bulunuyor, toplumdaki korku böylece sürüp gidiyordu.
Pew Araştırma Merkezi’nin 11 Eylül’den bir sene sonra yaptığı bir anket, saldırıların “Amerika’da toplum yaşantısı üzerinde ve devletin kamu politikalarına yönelik süregelen, belki de kalıcı bir iz bıraktığını” ortaya koyuyordu. 10 kişiden 6’sı yeni bir saldırı yaşanacağından endişe duyuyor; 10 kişiden 4’ü ise teröristlerin bu sefer kimyasal veya biyolojik silahlar kullanacağını düşünüyordu. Dahası, Amerikalıların yarıdan fazlası, bir sonraki saldırının failleri olacak kişilerin hâlihazırda Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadığına inanıyordu. Kadınlar, olası bir saldırı konusunda erkeklere kıyasla çok daha endişeliydi. Bu durum, kadınların devletin savunma harcamalarındaki artışa ve askeri harekâtlara verdikleri desteğin erkeklerle aynı düzeye yükselmesine neden oldu. Amerikalılar, yüzde 48 karşısında yüzde 29’luk bir farkla, ABD’nin, terörle mücadele konusunda yurtdışındaki askeri varlığını artırmasının, azaltmasına kıyasla daha etkili bir yol olduğunu düşünüyordu. Bush’un, Irak’a askeri müdahalede bulunma gündemini Kongre’ye taşımasından bir ay önce, ankete katılan Amerikalıların yüzde 64’ü, Saddam Hüseyin’i devirmek için askeri güç kullanılmasını destekliyordu.
Ekim 2001’de Afganistan’da savaşa girme kararı toplumun neredeyse tamamı tarafından destek gördü. Aynı şekilde, Afganistan’da askeri güç kullanma yetkisi de Eylül ayında 98’e 0 oyla Senato’da, 420’ye 1 oyla Temsilciler Meclisi’nde onaylandı. Ancak Amerikan halkı, müdahalenin yaratacağı sonuçlarla ilgili pek iyimser değildi. Savaştan bir ay sonra yapılan ankete katılan Amerikalıların yüzde 88’i müdahaleyi onaylıyordu, ancak yalnızca yüzde 40’ı ABD’nin Taliban’ı devirebileceğini düşünüyordu. ABD’nin Usame bin Ladin’i yakalayabileceğini ya da öldürebileceğini düşünenlerin oranı ise yüzde 28’de kalıyordu. Bu karamsarlık, uzmanların ve hükümet mensuplarının, terör ağlarının güç kazandığına ilişkin durmak bilmez uyarıları ve başka bir saldırının yaşanma ihtimali nedeniyle devam etti. 2006 senesine gelindiğinde, aynı uzmanlar tehlikenin “henüz bitmediği” ve Amerikalıların “cihatçıların düzenleyeceği 11 Eylül benzeri bir trajediye karşı savunmasız oldukları’’ konusunda uyarıda bulunuyorlardı.
Bob Woodward’ın, Bush hükümetinin 11 Eylül saldırılarına verdiği tepkiye ilişkin neredeyse onunla eşzamanlı açıklamasını okuduğumuzda, kibirden ziyade panikle, kafa karışıklığıyla, korkuyla ve suçluluk duygusuyla karşılaşıyoruz. Bush ve danışmanları, Amerikan topraklarına yapılan ve tarihte eşi benzeri görülmemiş bu korkunç saldırıyı önleyememiş olmaktan ötürü hicap duyuyorlardı. Bu nedenle üzerinde durdukları tek konu, saldırının faillerinin yanı sıra onları koruyanlara da gereken cezayı vermekti. Bush, kişisel olarak da intikam almak istiyordu. Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın da iddia ettiği gibi, Woodward’a, Dan Balz’a ve Jeff Himmelman’a göre de Başkan Bush, adeta “birilerini öldürmek istiyordu.” Bu istek, diğer teröristleri caydırmaya yönelik stratejik nedenlere dayanıyordu. Bush’un bunu istemesinin nedeni, kısmen, dışarıdan saldırıya uğramaya alışık olmayan Amerikalıların ‘’ezilmiş ruhlarını’’ yeniden canlandırmaktı. Aynı zamanda, kendi sorumluluğu altında yitirilen canların intikamını almak da istiyordu.
Ancak Bush’un, bu hedefe ulaşıldığında Afganistan’ın akıbetinin ne olacağı hakkında en ufak fikri yoktu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Bush hükümeti, Afganistan’da kendi başının çaresine bakabilecek, istikrarlı ve Taliban, El Kaide ve diğer terörist grupların yeniden güç kazanmasını engelleyebilecek herhangi bir hükümetin yönetimi devralmasından memnuniyet duyacaktı. Ancak Bush, “ulus inşası” sürecine pek sıcak bakmıyordu. Aksine; Bush, ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice ve diğer danışmanları, Clinton hükümetini tam da bundan ötürü (bir eleştirmenin tabiriyle “uluslararası sosyal hizmet” verdikleri için) eleştirmişler ve çok daha ölçülü bir dış politika izleme niyetiyle görevi devralmışlardı. Ancak Afganistan’daki sorunlarla karşı karşıya kalan hükümet yetkilileri, kendilerini pek de hoş olmayan tercihler yapmak zorunda buldular. Tarihçi Fredrik Logevall, bir yandan “Afganistan’ın kaosa sürüklenebileceğinden korktuklarını” söylerken, diğer yandan “ulus inşa etme sorumluluğunu taşımak istemediklerini” yazıyor. Savunma Bakanı Donald H. Rumsfeld’in Afganistan konusunda danışmanlığını üstlenen tarihçi Carter Malkasian, Rumsfeld’in “Amerika’nın Afganistan’daki ortaklarına ülkeden bir an önce ayrılmak istediğini” aktarıyor. Nihayetinde, hükümet yetkilileri, Afganistan’da bir süre daha kalmaktan ve Amerikan askerinin 11 Eylül öncesi dönemin koşullarına geri dönme korkusu taşımadan Afganistan’dan ayrılmasına olanak sağlayacak bir hükümet kurmaktan başka seçenekleri olmadığı sonucuna vardılar.
Bu durum, onları “ulus inşası” olarak tanımlanabilecek, ancak temelde, ABD ordusunun, 20. yüzyılda Vietnam ve Balkanlar’da, bundan on yıllar önce ise Küba’da ve Filipinler’de ve hatta ülkenin güneyinde İç Savaş’tan sonra yaptığı ve yapmaya yeltendiği eylemleri tekrarlamaya itti. Okullar ve hastaneler inşa etmek, yolsuzluğu azaltmaya ve yerel yönetimleri iyileştirmeye çalışmak, ABD’nin neredeyse tüm müdahalelerinin standart prosedürü olmuştur.
Ancak, Amerikalıların “Afganistan bağlamında sürdürülebilir veya uygulanabilir olandan” ziyade bir “Batı demokrasisi” yaratmayı hedeflediği düşüncesi külliyen yanlıştır. “Demokrasi” kelimesi, Balz ve Woodward’ın 2002’deki sekiz bölümlük yazı dizisinde bir kez bile geçmiyor. Amerika’daki üst düzey yetkililer, Afganistan’a istikrar getirmenin bile tek başına zorlu bir iş olacağının farkındalardı. Rice, Afganistan’daki sürecin, en azından, yüzyıllardır kendi içlerinde dini ve etnik çatışmalarla boğuşan Balkanlar’dan daha kolay yürütüleceğini söyleyenlere, “Afganistan, Balkanlar’a rahmet okutacak” yanıtını vermişti.
ABD, Afganistan’daki ulus inşa sürecine, başarılı olacağından emin olduğu için değil, mevcut seçenekler arasında ehveni şer ihtimal bu olduğu için yöneldi. Amerikan halkı, yaşananlardan haberdar bile edilmediği için bu çabaların farkında değildi. Savaştan bir yıl sonra, Amerikalıların yüzde 56’sı “savaş sonrasında ülkeyi yeniden ayağa kaldırma hedefiyle Afganistan’ın yardımına koşmayı” desteklerken, üçte ikisi, öngörülebilir bir gelecek inşa etmek için ABD’nin “sivil düzeni korumak adına Afganistan’a asker göndermeye devam etmesi” gerektiğini düşünüyordu. Yine de Amerikalıların konuyla ilgili şüphe ve endişeleri son bulmadı. Savaşın birinci yılında, toplumun yalnızca yüzde 15’i savaşı başarılı buluyor, yüzde 12’si bunu bir başarısızlık olarak nitelendiriyor, yüzde 70’i ise kesin bir karar vermek için çok erken olduğunu söylüyordu.
Teröristlerin yeni bir saldırıda bulunma kabiliyetinin bir yıl öncesine göre azaldığını düşünenler halkın üçte birini geçmiyordu. Bush’un keyfi pek de yerinde değildi. Bush, ilk günden beri, Amerikalıların, önlerindeki uzun ve zorlu mücadeleye hazırlıklı olmadığından endişe duyuyordu. 11 Eylül’den birkaç gün sonra Kongre’de yaptığı konuşmada, “tepkilerimiz anlık misillemelerden ve münferit saldırılardan çok daha fazlasını içeriyor” demişti. Kuşkusuz, 11 Eylül’den sonraki ilk birkaç yılda Amerikalılar, tam olarak, her iki tarafın da çok sayıda kayıp verdiği uzun, nahoş bir çatışma görmeyi bekliyor ve bunun gerekli olduğu kanaatini taşıyorlardı. Bush, durduk yere zafer ilan edip askerleri yurda döndürmeyi bir an olsun düşünmedi. “Saldırın, elinizden geleni ardınıza koymayarak Taliban’ın da El Kaide’nin de kökünü kazıyın ve oradan ayrılın” minvalinde bir seçeneğin kimsenin işine gelmediğini, çünkü bunun “radikalizmin daha da güçleneceği bir boşluk yaratacağını” söylüyordu. Bush’un haleflerinin hepsi de başkanlıkları süresince aynı ikilemle karşı karşıya kaldı. Malkasian’ın geçen yıl kaleme aldığı bir yazısında değindiği gibi, “2001’den bu yana tüm ABD başkanları… İşleri, Afganistan’da şiddetin asgari düzeye ineceği veya Afganistan hükümetinin, ABD silahlı kuvvetleri ülkeden çekildiğinde halihazırda yükselen terör tehdidinin ciddi miktarda artmasına mani olacak düzeyde güçleneceği bir duruma getirmeye çabaladı.”
Müdahalenin bu kadar uzun sürmesinin bir nedeni de tam olarak buydu. Bir diğer neden ise, ucu başarısızlığa giden bir sarmal içinde sıkışıp kalmamızdı. Süreç boyunca, Afganistan’daki durumun az çok kontrol altında göründüğü dönemler yaşanmadı değil. Afganistan, 2001 sonbaharında Taliban’ın hızlı biçimde bozguna uğratılmasının ardından, yaklaşık dört yıl süren bir ‘’yalancı barış’’ dönemi yaşadı. Bush, ülkede 10.000 ila 20.000 arasında asker bulundurmayı başarmıştı ve bu yıllarda ölen asker sayısı da nispeten düşüktü. Siyasi yönden bakıldığında, özellikle vurgulanması gereken bir ilerleme yaşandı: Ocak 2004’te, Afganistan’ı yönetenler, adil denebilecek cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerinin yapılmasını ve mutedil bir figür olan Hamid Karzai’nin cumhurbaşkanı seçilmesini sağlayan yeni anayasayı onayladılar. Afganistan’da somut bir “başarı’’ elde edilmesi hâlâ uzak bir ihtimaldi, ancak yaşanan ilerlemeler, Bush hükümetinin, özellikle de geri çekilmenin olası sonuçları göz önünde bulundurulduğunda, sürece bağlı kalması için yeterliydi. Irak’ta ve Afganistan’da beş dönem görev yapmış bir deniz ve istihbarat subayının yakın zamanda ifade ettiği gibi, “20 yıllık Afganistan maceramızı -en azından kendi zihinlerimizde- değerlendirdiğimiz zaman Afganistan’dan çekildikten sonra yaşanacak bir çöküş en fazla bir ya da iki sene uzağımızdaydı.’’
Ancak bu ilerlemeleri sürdürmek hiçbir zaman mümkün olmamıştı. Bush hükümetinin son yıllarında Taliban isyanının güç kazanması, Başkan Barack Obama’nın, danışmanlarının 2009’da Afganistan’a asker sevk edilmesine yönelik tavsiyelerini uygulamasına yol açtı. Bunu, görece ilerlemelerin yaşandığı başka bir dönem izledi. Yapılan asker sevki, sonraki üç yıl boyunca Afganistan’ın önemli bölgelerini istikrara kavuşturdu, Afgan ordusuna ve kolluk kuvvetlerine yeni bir soluk getirdi ve toplumun hükümete olan desteğini artırdı. Gelgelelim, bu durum maddi yönden ABD’ye pahalıya patlayacaktı. 20 yıllık savaş boyunca ölen asker sayısının en yüksek olduğu dönem Obama’nın iktidarda olduğu 2009 ve 2012 yıllarıydı. Bu süreçte 1.500 asker öldü, 15.000 asker ise yaralandı. Mayıs 2011’de Bin Ladin’in öldürülmesi, çoğu Amerikalının görevin başarıyla tamamlandığını düşünmesine sebep oldu ve Obama, “Afganistan’daki ulus inşası sürecine Amerika’dan devam edilmesinin” gerekliliğinden söz etmeye başladı. Ancak Obama, geniş çaplı bir asker sevki için Afganistan’a gönderilen birlikleri geri çekerek ülkeden tamamen çekilme konusunda bir sonraki aşamaya geçmeyi planlarken, Taliban yeniden toparlandı ve Irak’la Suriye’de İslâm Devleti’nin güç kazanmasıyla birlikte dünya çapında terör tehdidinde ciddi bir artış yaşandı.
Birbirini takip eden hükümetlerin Afganistan’daki durumu olduğundan daha iyi göstermek için giriştikleri sözde aldatma faaliyetleri hakkında çok konuşuldu. Ancak bu üç hükümetin de ‘’hakikati otuz yıl boyunca gizlediği’’ iddiası açıkça palavradır. Amerikalı yetkililer, kötü bir durum karşısında her şey yolundaymış gibi gözükmeye çalışsalar bile, hiçbir zaman bu şekilde davranmadılar. General David Petraeus’un Mart 2011’deki ifadesini hatırlayalım. General Petraeus, Kongre’ye iyimser bir tutumla, “geçen sekiz ayda zorlu ama önemli bir ilerleme yaşandığını” söylemişti. Ancak bu ilerlemenin “kırılgan ve tersine çevrilebilir” olduğunu, önümüzde “daha da zorlu sorunlarla mücadele edeceğimizi’’ ve ortada “başarılar kadar aksiliklerin de” olduğunu vurguluyordu.
Birbirini takip eden hükümetlerin temkinli de olsa en ufak iyimserlik göstergesi, her iki partiye mensup senatörler ve milletvekilleri tarafından paylaşıldı. Senato Silahlı Hizmetler Komitesi Başkanı Carl Levin (Demokrat-Michigan), Petraeus’un ifade verdiği aynı duruşmada, Ocak 2011’de Afganistan’a yaptığı ziyarete dayanarak, geçmişte Taliban’ın kalesi olan bölgelerde yaşayan insanların “köylerine döndüğünü” ve “Afgan kuvvetlerinin ve koalisyon güçlerinin asayiş kabiliyetine olan güvenin arttığını” bildiriyordu. Başta Demokratlar olmak üzere çoğu milletvekili ve senatör, ulus inşası hususunda ziyadesiyle hevesliydiler. Kongre, Afganistan’daki harekâtı tamamlamak için sivillerin daha fazla çaba göstermesi talebinde bulundu, milyarlarca dolarlık yardım yapılmasına yönelik kararı onayladı ve hükümetlere bu tür çabaları devam ettirmeleri için devamlı suretle baskı yaptı. Bu yardım, halktan da geniş destek gördü. Bu nedenle, eğer Afganistan’daki ulus inşası kararı bir hata idiyse, bu birçok insanın ortak hatasıydı.
Aslolan şudur ki, ne o zamanlar ne de sonrasında hiç kimse kesin bir zaferin yakın olduğu yanılsamasına kapılmadı. Her ne kadar Petraeus, yaşanan ilerlemeleri son derece nitelikli bir biçimde değerlendirmiş de olsa, Amerikalı istihbarat yetkilileri, Afganistan hükümetinin yönetim sorumluluğunu üstlenme kabiliyetini taşıyıp taşımadığı konusundaki endişelerini kamuoyuyla paylaşmaktan çekinmiyordu. ABD Savunma Bakanlığı İstihbarat Daire Başkanı, o günlerde, ABD birliklerinin Afganistan’a sevkine rağmen, Taliban’ın “savaşma kapasitesinde görünür bir bozulma” olmadığına, Taliban kuvvetlerinin “dayanıklı” kaldığına, “güçlerini koruyabildiklerine” ve ‘’2011 yılına gelindiğinde ABD’nin uluslararası hedefleri için tehdit oluşturduğuna’’ yönelik gözlemlerini aktarmıştı.
Hükümetin halkı Afganistan’da her şeyin yolunda gittiğine inandırdığı yönündeki düşünce, savaş yılları boyunca yapılan anketlerde yanlışlandı. Sadece küçük bir azınlık, ABD’nin Afganistan’daki politikalarının günün sonunda başarılı olacağına ‘’güven duyduğunu’’ söylüyordu. 2005 yazında, halkın yüzde 75’i ya “güvenmediğini” ya da “emin olmadığını” söylüyordu. Bundan beş yıl sonra, yani 2010’da bu oran yüzde 80’in üzerine çıkarken, halkın sadece yüzde 12’si güven duyduğunu ifade ediyordu.
Buna rağmen, Amerikan halkının çoğunluğu, Amerika’nın bölgedeki dahlinin sürmesini devamlı surette destekledi ve 2009’da halkın büyük bölümü Obama’nın ciddi miktardaki asker sevkine arka çıktı. Kuşkusuz ki seçmen, Obama’nın Afganistan politikasından, ekonomideki ve sağlık hizmetlerindeki performansına kıyasla çok daha memnundu. Aynı hükümet gibi, halk ve Kongre de savaşın pek de iyi gitmediğinin farkındaydı, ancak hepsi, Afganistan’dan ayrılmaya karşı çıkarak ABD’nin ülkedeki taahhüdünün kapsamının genişletilmesini savunmayı tercih etti. Günümüzde çoğu kişi bunu hatırlamakta güçlük çekse de, Amerikalıların aşağı yukarı hepsi aynı düşüncedeydi.
Afganistan’daki çabalar, sürecin başından beri ciddi kısıtlamalarla karşılaştı. Afganistan’ın işgali, Amerikan tarihi boyunca birçok defa görüldüğü gibi, müdahale anından itibaren ortamdan tüymek için her an hazırlıklı olan ABD politikalarının klasik bir örneğiydi. Bütün bunlar Bush hükümetiyle başladı. Afganistan’daki ve Irak’taki savaşların ortak özelliği, Rumsfeld ve adamlarının, her iki müdahalenin de ABD kuvvetlerinin geniş çaplı bir taahhüdü olmaksızın sürdürülebileceğine olan inancıydı. Bu inancı ülkeyi idare edenlerin kibrine atfedenler olabilir. Ancak aslında bu, Amerika’nın etki alanını asgari düzeyde tutma çabasından ibaretti. 2002-2003 yılları arasında Afganistan’daki koalisyon kuvvetlerinin komutanlığı görevini üstlenen General Dan K. McNeill, hükümet müzakerecilerine, Pentagon’daki üstlerinin birincil önceliğinin Afganistan’da konuşlandırılan ABD birliklerinin sayısını azaltmak olduğunu söylemişti. Özellikle Rumsfeld, bölgeye daha fazla asker sevk edilmesine yönelik her türlü ifadeden illallah etmiş durumdaydı. Bazıları bölgeye daha fazla asker sevk edilmesini istiyordu, ancak bu kişilerden biri olan Richard Haass’ın ilerleyen yıllarda altını çizdiği gibi “Afganistan’da derin bir alternatifsizlik duygusu vardı.” Bunun yerine, Pentagon, aynı Irak’ta olduğu gibi, yönetimi devralabilecek bir Afgan ordusu kurmaya çalıştı. ABD yetkilileri, bu süreçte hem sayıları şişirme hem de Afgan ordusunun kabiliyetini abartma eğilimindeydi. Neden mi? Tabii ki Afganistan’a daha fazla Amerikan askeri sevk edilmesine veya o günkünden daha uzun vadeli bir taahhüde gerek olmadığını göstermek için. Afganistan’daki NATO kuvvetlerinin İngiliz komutanı, 2006’da Rumsfeld’e “yeterli sayıda askerimiz ve kaynağımız yok” dediğinde Rumsfeld, “Sayın General, size katılmıyorum. Siz işinize bakın” demişti.
Amerika Birleşik Devletleri’nin başarı şansı ne olursa olsun, bu şans ‘’bir ayağımız içeride, diğeri dışarıda’’ anlayışıyla gelişmedi. Taliban, Amerikalıların ülkeden ayrılmaya ne kadar hevesli olduğunu görebiliyordu. Bu yüzden sabretti ve harekete geçmek için doğru zamanı bekledi. Ancak Amerika’nın Afganistan’daki ortakları üzerindeki etkisi de bir o kadar önem taşıyordu. Amerika’nın bölgedeki askeri taahhüdünün belirsiz oluşu, kendi ayakları üzerinde durabilecek bir hükümet ve ordu kurma çabalarıyla çelişiyordu. Afganistan’da görev yapmış bir Amerikalının da işaret ettiği gibi, bunun sonuçlarından biri de ülkedeki yolsuzluğun artmasıydı. “Afganistan’dan çıkmak üzere olduğumuza dair verdiğimiz tutarlı mesajlar, ülke yönetiminde yer alan Afganların, hayatta kalmanın tek yolu olarak yolsuzluğu -özellikle de kişisel kazanç elde etmek uğruna ülkenin kaynaklarını hortumlamayı- benimsemeye teşvik etti. Yolsuzluk, ülkede makul bir Afganın çocuklarına güvenli bir gelecek sağlamak için yapacağı bir seçim, tabiri caizse bir finansal acil durum planı haline geldi.’’ Afgan savaşçılar da bu süreçte bir tercih yapmak zorunda kaldılar. Afganlar, Taliban’a karşı mücadelede hava desteği de dâhil olmak üzere Amerika’nın yaptığı yardımlarla ayakta kalabilmişlerdi; Amerika’nın yokluğunda ayakta kalabileceklerini neden düşünsünler ki? ABD hükümetinden hiç kimse, Afganistan ordusunun kendi başına ayakta kalabileceğine inanmıyordu. Hükümet yetkilileri, bir tek Afgan hükümetinin ne kadar sürede çökeceği konusunda yanıldılar. Kuşkusuz bu durum onlar için utanç vericiydi, ancak şaşırtıcı olduğunu söylemek güç. Her halükârda, Amerika’nın Afganistan’daki ortaklarının “yozlaşmış” olduklarını söylemek onlara haksızlık etmek olur. Hayatları, Amerika’nın bölgedeki şüpheli konumu hakkında doğru karar vermelerine bağlıydı. Üstelik bu tür hesaplamaları yapmakla yükümlü olanlar yalnızca Afganlar değildi. ABD dış politikasının önündeki en büyük engellerden biri de Pakistan’ın Taliban’a destek vermeyi sürdürmesiydi. Pakistanlı üst düzey yetkililer, kartları kapalı oynadıklarını gizlemiyorlardı. Pakistan istihbarat teşkilatı başkanının o zamanki Pakistan Büyükelçisi Ryan Crocker’a söylediği gibi, ‘’bir gün bizimle işiniz bittiğinde çekip gideceksiniz, ama biz hâlâ burada olacağız… yeterince sorunumuz var ve şu an isteyeceğimiz son şey Taliban’la kanlı bıçaklı olmak. Bu yüzden evet, kartları kapalı oynuyoruz.’’
Crocker’ın 2016’da söylediği gibi, dengeleri değiştirmenin tek yolu, ortada Afganistan’dan çekilmek için belirli bir takvim olmadığını ve ABD’nin Afganistan’daki birliklerini ülkede gerektiği kadar tutmaya hazır olduğunu açıkça belirtmekti. Aynı Crocker’ın dediği gibi, “Amerikalılar kısa vadeli hareket eder. Düşmanlarımızın bel bağladığı, müttefiklerimizin ise korktuğu şey işte tam olarak budur.” Gelinen noktada, Bush hükümeti ve ardılları, Afganistan’da oradan her an tüymeye hazır bir biçimde 20 yıl geçirmek yerine, ülkede 20 yıl daha kalmaya hazır olduklarını söyleselerdi, dünyadaki çeşitli aktörlerin bu karara nasıl tepki verecekleri konusunda anca varsayımda bulunabiliriz.
İronik olan bir diğer konu, Amerikalıların zaten on yıllardır başka ülkelerde asker bulundurmasıdır. Kore’de, resmi olarak hiçbir zaman sona ermeyen ve her an yeniden patlak verebilecek bir savaşın yeniden başlaması ihtimaline karşı 70 yıldır asker tutuyorlar. Amerikan askerini Avrupa’da Soğuk Savaş süresince, Asya’nın başka yerlerinde ise daha bile uzun süre tuttular. Balkanlar’da on yılı aşkın süre boyunca Amerikan kuvvetleri varlık gösterdi. Gerçek şu ki, Amerikalılar, verdikleri zayiat asgari düzeyde kaldığı müddetçe, uzak yerlerde onlarca yıl boyunca asker tutmaya devam edecekler. Peki, Afganistan’da işler farklı ilerleyebilir miydi? Bunun cevabı ‘’muhtemelen evet’’ olacaktır, ancak ilgili tüm tarafların eğilimleri göz önüne alındığında bu pek olası görünmüyor. Birbirini takip eden Amerikan hükümetleri, halkın, hele ki 11 Eylül’ün yarattığı korku ve öfke ikliminin etkisini kaybetmesiyle birlikte, Afganistan’da kalıcı bir başarıya ulaşmak için gereken bedeli ödemeye sıcak bakmadığına inanıyordu. Ancak Afganistan’dan çekilmenin bedeli de en az bunun kadar yüksekti. Bu şartlar altında, birbirini takip eden başkanların, seleflerinin seçtikleri yolda yürümeye devam etmeleri şaşırtıcı değil. Bazı durumlarda uygulanacak taktik ve strateji konusunda farklı fikirler olabilir. Ancak bu, farklılıkları kaldıracak bir durum değildi. Zira bu sefer cevap herkesin gözünün önünde tüm açıklığıyla duruyordu ve bunu göremeyen tek insan grubu ülkedeki ideologlardı. Öyleyse yetkililere neden böylesine acımasız suçlamalar yöneltildi? Amerika’nın her başarısızlığı, neden her seferinde ahlaki bir mesele, bir günah keçisi arayışı ve genel anlamıyla Amerikan dış politikasına yöneltilen bir suçlama halini alıyor? ABD, 11 Eylül’ün ardından Afganistan’a tamamen sağlam temellere oturan gerekçelerle müdahalede bulundu. Ancak kabul edilebilir bir sonuç elde ettikten sonra kendisini işin içinden ne şekilde kurtaracağı konusunda bir fikri yoktu. Peki, yaşananlar neden bunca kişi tarafından bir günah ve kibir öyküsü olarak ele alındı?
“Terörizmle savaş” neden günümüzde Amerika’nın sahip olduğu problemlerin büyük bölümünün semptomu ve hatta kimilerine göre kaynağı olarak görülüyor? Doğrusunu söylemek gerekirse, “terörizmle savaş”, şaşırtıcı biçimde başarılı oldu. Eğer 11 Eylül’ün hemen ardından bir grup Amerikalıya, 20 yıl boyunca Amerikan topraklarına geniş çaplı başka bir saldırı yapılmayacağını söyleseydiniz, aralarından çok azı buna inandığını söylerdi. O dönem toplumdaki hâkim düşünce, yalnızca başka saldırıların da yaşanacağı değil, aynı zamanda bunların 11 Eylül’den bile daha şiddetli olacağı yönündeydi.
Harvard Üniversitesi’nin önde gelen dış politika uzmanlarından Graham Allison, 2004 senesinde, teröristlerin sonraki on yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri’ne bir nükleer saldırıda bulunma ihtimalinin “bulunmama ihtimalinden çok daha yüksek” olduğunu iddia etmişti. Geçmişte Obama hükümetinde de görev yapmış olan Biden hükümeti yetkilileri Rob Malley ve Jon Finer’ın üç yıl önceki tespitleri hâlâ geçerliliğini koruyor: “Sayısız faal komployu bozan ve birçok terör örgütü ile terör hücresini imha eden Amerikan makamlarının olağanüstü çabaları sayesinde, hiçbir kişi ya da grup, yurtiçindeki ve yurtdışındaki ABD vatandaşlarına yönelik 11 Eylül’e yakın ölçekte bir saldırıda bulunmayı bir daha başaramadı.’’
Amerikalıların, Afganistan konusunda fikir yürütürken bu gerçeği çoğunlukla göz ardı ediyor olmaları dikkat çekicidir. Eğer ABD, 11 Eylül’den sonra Taliban’ı ve El-Kaide’yi oldukları yerde hiç ellemeden bırakmış olsaydı, bölgedeki çabaları böylesine başarılı sonuçlar doğurabilir miydi? İlginçtir ki, günümüzde pek çok Amerikalı bu uğurda ödenen bedelin haddinden fazla olduğunu düşünüyor. Sıkça gördüğümüz gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi topraklarında başka bir saldırıya uğramamış olması, aslında ortada hiçbir zaman böylesine bir bedel ödemeyi gerektirecek kadar ciddi bir tehdit bulunmadığı fikrini toplum nezdinde güçlendiriyor.
Burada bir kez daha, tarihi yaşarken ileriye, yargılarken ise geriye doğru bakmak arasındaki yaklaşım farkıyla karşılaşıyoruz. Eğer biri, 11 Eylül’den sonra Amerikalılara ülkelerine yönelik başka bir saldırıya şahit olmadan yirmi yıl geçirebileceklerini, ancak bunun 4.000 Amerikalının ve on binlerce Afganın canına ve harcanacak 1 trilyon dolara mal olacağını söyleseydi, bunun çok maliyetli olacağını söyleyip reddederler miydi? Muhtemelen hayır.
2001’de savaşa girdiklerinde, Amerikalıların büyük bölümü, öylece oturup beklemenin yarattığı tehlikenin çok büyük olduğuna, dünyada hem uluslararası terörizmin hem de kitle imha silahlarının yarattığı tehdidin arttığına ve bunlara karşılık vermek için ciddi bir çaba göstermek gerektiğine inanıyordu. Bugün, Amerikalılar arasında, geçmişteki bu algıların yanlış olduğuna, hatta bunun belki de birileri tarafından üretildiğine duyulan inanç gitgide artıyor. Amerika’nın Afganistan’dan ayrılmasıyla, hangi tarafın haklı olduğunu belki artık öğrenebiliriz.
Çeviren: Deniz Karakullukcu
Makalenin orijinali için: