Sağ popülizmin yeniden yükselişiyle ilgili olarak dikkat edilmesi gereken en önemli husus, bu yükselişin sağ tarafından nasıl algılandığıdır. Tek bir retorik sembolün farklı şekillerde evirilip çevrilip tekrar tekrar üretildiğini görüyoruz. Bu yeni popülistler, medyanın ve aşırı solun şiddet içeren dayatmalarına karşı “makul” bir normalliği savunur görünmektedir.
Sağ popülizm taraftarları için; “LGBT+ ideolojisi” nin sürekli baskısı, normal “cis” kadın ya da erkek olanların kendilerini bir şekilde suçlu hissetmelerine neden olmakta, sanki “binary cinsiyet rollerine” sahip olmak başlı başına bir baskı kaynağıymış gibi hissediyorlar… Burada bir “iptal edilme” tehdidi de var; hem de içeriğini bir türlü anlayamadıkları, net olmayan ve sürekli değişen muğlak bir kurallar bütünü ile yüzleşmek durumundalar. Bu muğlak kurallar bütünü içinde bir hafta önce kabul edilir olan bir jest ya da konuşma biçimi, bir hafta sonra sizi zan altında bırakabilecek hale gelebiliyor. Sanki ırkçılık ve cinsiyetçilik insanların özelliklerinden değilmiş gibi sürekli bir hor görülme hissiyle yüzleşmek zorunda kalıyorlar (!)
İşte yukarıda bahsini ettiğim wokeism akımının “boğucu” baskısına bir tepki, elbette yapmacık ve sahte bir tepki olarak Michael Millerman tarafından geldi.
Millerman, Aleksandr Dugin’e sempati duyan bir Heideggerci. Kısa bir süre önce YouTube’da “Neden normal olan her şeye faşist denmeye başlandı?” başlıklı bir podcast bölümü yayınladı. Micheal Millerman’ın kendi kaleminden düşünceleri şöyle:
“Soruyorum size bu ‘hoşuma gitmeyen herkes bir Hitler’ furyası da neyin nesi? Garip ama anlaşılmaz değil. Savaş sonrası liberal bağnazlık ve tabii solcu antifaşizm, pek çok şeyi ‘aşırı sağ’ olarak kodladı. Sonra da her şeyi bir tabu haline getirdi. Bunlara politik ve beşeri hayatı anlayabilmek için ihtiyacımız olan bazı önemli konular da dahildir.”
Millerman’ın podcast’ine gelen ve içeriği netleştiren çok sayıda yoruma da dikkat etmeliyiz:
-“Bana faşist diyorlarsa, doğru bir şey yaptığımı biliyorum.”
-“Arkadaşım etnik-çeşitlilik ve kapsayıcılık ilkelerine göre bir cerrah seçti. Sonra da öldü.”
-“2. Dünya Savaşı öncesinde her normal insan ‘faşistti’. Kan ve toprak (blut und boden), kendinden olanı sevmek, ötekine karşı ihtiyatlı olmak bizim doğamızda var. Gayet doğal bir durum.”
-“Eski bir Müslüman olduğum ve İslam’ı alenen eleştirdiğim için faşist olarak yaftalandım.”
-“Eğer normal olan her şey Faşist ise, o zaman Faşizm!..”
-“Aşırı sağcılığın en iyi tanımı yanlış olmayan her şeydir.”
Marine Le Pen ve çevresindekiler, neo-faşist olduklarını kesin bir dille reddetmelerine rağmen, bu mantığa fazlasıyla bel bağlıyor. Kendi sağlıklı normalliklerini faşizmle karıştıranların solcu liberaller olduğunu iddia ediyorlar. Fakat bu mantığı mantıksal sonuçlarına götürenler de çıkıyor: “Normal olan her şey faşistse, o halde faşizm de normaldir.”
4 Temmuz seçimlerinde İşçi Partisi, Muhafazakâr Parti’yi neredeyse silip süpürerek bir zafer kazandı. Birçok liberal Birleşik Krallık’ın yükselen sağa karşı parlak bir istisna olduğunu düşünüyor. Lakin Birleşik Krallık’taki seçim sistemi nedeniyle millet vekili sayısı beşle sınırlı kalsa da Nigel Farage’ın Birleşik Krallık Reform Partisi’nin 4 milyondan fazla oy almasını küçümsememek gerekir. Muhafazakâr Parti’nin etkin bir şekilde marjinalleşmesi halinde, yerini çok daha açık bir şekilde ırkçı ve popülist yeni sağcı bir hareketin alması oldukça olası bir durum.
Yeni popülizmin yaygın cazibesini ideolojik mistifikasyon ve manipülasyona bağlamak çok basit, fakat işin iç yüzü daha incelikli. Yeni popülistlerin yükselişi, biz liberal “aydınların” görmezden geldiği, derinlere işlemiş geleneksel ırkçılığa indirgenemeyecek bir memnuniyetsizlik düzeyinin olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla yeni faşizmi “doğallıktan” ya da “normal”den arındırmak zorundayız. Ancak bunu faşizmin argümanlarını ve odaklandığı meseleleri reddederek yapamayız. Vatanseverlikte ya da kişinin kendine özgü yaşam tarzına bağlılığında içkin olarak yanlış ya da “faşist” olan herhangi bir şey yoktur. George Orwell’in işçi sınıfı yaşam tarzının bir cisimleşmesi olarak İngiliz pub’ını övmesini hatırlayalım.
Yeni sağ popülizmin yaptığı şey vatanseverliğe paranoyak bir yön vermek: Burada kendi toplumundan emin bir şekilde memnun olmak yerine, yabancılardan ve “sapkın” cinsel pratiklerden kaynaklandığını düşündüğü şeylere yönelik kıskançlık ve kızgınlığa odaklanılmaktadır.
Örneğin, TERF’lerin, yani trans-dışlayıcı radikal feministlerin sorunu, akışkan kimliklere karşı çıkma biçimlerinin kimlik politikasının sınırları içine sıkı sıkıya yerleşmiş olmasıdır. Hedeflerinde trans kadın olduğunu iddia eden, ancak TERF’e göre toplumlarımızda kadını tanımlayan yoğun maddi süreçlere etkin bir şekilde katılmadan kadınmış gibi yapan erkekler bulunuyor. Kısacası TERF’ler kadın kimliğini istenmeyen davetsiz misafirlerden korumak için yoğun çaba sarf ediyorlar.
Dolayısıyla yeni popülist sağ homojen bir oluşum değil. Yurtseverliği sahte, kendisinden bile emin değil. Burada ilk paradoksla karşılaşıyoruz: Yeni popülist sağ aşırı vatansever değil, aksine yeterince vatansever bile değil. Bunun yerine yeni popülist sağ daha çok küresel kapitalizme karşı gizemli bir direniş şekli gibi. Ekonomik ve ideolojik olarak sözde sıradan insan kitlesinin müesses nizamın (devlet, büyük şirketler, medya, eğitim vd.) baskısı altında olduğu “gerçeğine” tepki gösterdiğini söyleyebiliriz.
Yeni popülistler, kendilerini müesses nizama karşı sıradan emekçi halkın sesi olarak sunarak, bu duruma açık ve anlaşılmaz bir şekilde müdahale etmektedir. Yeni popülist sağ, kurulu düzene karşı radikal bir direniş iddiasındadır. Trump’ın ideologlarından Steve Bannon bile kendisini bir Leninist olarak adlandırıyor. Fakat böyle olmaktan son derece uzak. Birçok milyarder tarafından desteklenen bu akım, kapitalizmin temel dinamiklerine hiçbir şekilde dokunmuyor.
Ancak, yeni popülist sağa karşı olanlar, benzer bir paradoksa yakalandıkları için öncelikle kendilerini eleştirmelidir. Wokeist sol, egemen elitin manipülasyonu neticesinde felç edici bir süperego rejimini dayatarak fiilen kuşatılmış durumdadır. Kendilerini cinsel, etnik ve ekonomik yönden dışlanmış ve ötekileştirilmiş grupların koruyucusu olarak sunsalar dahi, faaliyetlerinin biçimi son derece baskıcı olup, nihai amaçlarının altını oymaktadır.
İptal kültürüne hâkim olan şey, tartışmaya izin vermeyen bir tutumdur: Bir kişi ya da pozisyon sadece dışlanmaz, dışlanan şey bu dışlamanın lehinde ya da aleyhinde argümanların karşı karşıya gelmesi yerine bizatihi tartışma ortamının ta kendisidir.
Hegel olsaydı bu noktada Lacan’ın ifade edilen içerik ile ifadenin altında yatan tutum arasındaki fark olarak adlandırdığı şeyi devreye sokardı: Çeşitliliği ve kapsayıcılığı savunuyorsunuz, fakat bunu kendi çeşitlilik ve kapsayıcılık tanımınıza tam olarak uymayan herkesi dışlayarak yapıyorsunuz, böylece yaptığınız tek şey insanları ve tutumları kalıcı olarak dışlamak oluyor.
Bu şekilde, kapsayıcılık ve çeşitlilik mücadelesi, Doğu-Alman güvenlik teşkilatı benzeri bir şüphe ve ihbar atmosferini doğurmuş oluyor. Böylesi bir atmosferde, şahsi bir yorumunuzun ne zaman kamusal alandan tasfiye edilmenize yol açacağını asla bilemezsiniz.
Sizce de burada son yamyamı yemekle ilgili esprinin aşırı bir versiyonu yok mu? “Grubumuzda çeşitlilik ve kapsayıcılık karşıtı kimse kalmadı çünkü sonuncusunu dışlayıverdik hepsi bu…”
Bu nedenle elinizdeki tek seçenek süperego zorbalarınız ile özdeşleşmekten, diğerlerinden daha sert olmaktan ve süperego kurallarına ne kadar çok uymaya çalışırsanız kendinizi o kadar çok suçlu hissedeceğiniz gerçeğine boyun eğmekten ibaret olacaktır. Hiçbir zaman şöyle diyebileceğiniz bir an olmayacak: “Sonunda başardım, artık rahatlayabilirim ve nasılsam öyle davranabilirim!”
Yeni popülist sağın temel hamlesi tam olarak şunu söylüyor: “Rahatla, olduğun şeyle gurur duy.” Bunu açıkça dile getirmek bile mevcut çıkmazı kıracak ve duruma taze bir hava getirecek gibi görünüyor. Fakat popülistler mevcut baskın yaşam biçimini sürdürmek isterken, bugünkü gerçekliğimiz olan dinamik dünyaya acımasızca müdahale etmek zorunda kalıyorlar. Wokeist sol kesim radikal değişimi savunurken, öngördükleri değişim eski bilgelik anlayışıyla mükemmel bir şekilde örtüşüyor: “Bir şeyleri sürekli değiştir ki hiçbir şey gerçekten değişmesin.”
O halde çifte paradoksla bitirelim! Teni popülist sağ yeterince vatansever değil, wokeist sol ise yeterince radikal değil.
Yeni popülist sağ açıkça Avrupa-merkezciyken ve bunu savunurken, wokeist sol tam da biçimsel hali ile Avrupa-merkezci kalmakta, başka bir deyişle marjinalize edilmiş ve dışlanmışları koruyan ayrıcalıklı bir tabaka gibi davranmakta. Ezilenlerin çıkarına olanın ne olduğunu ezilenlerden daha iyi biliyormuş gibi davranarak ve ezilen gruplar “doğru” şekilde davranmadıklarında onları hiçbir kısıtlama olmaksızın azarlayarak ve tepeden bakarak hareket ediyorlar.
Ezilenlerin çıkarına olanın ne olduğunu ezilenlerden daha iyi biliyormuş gibi davranarak ve ezilenler doğru şekilde davranmadıklarında onları hiçbir kısıtlama olmaksızın azarlayarak tepeden bakan bir şekilde hareket ediyorlar.
Kısacası, “politik doğrucu” woke söylemi, nihayetinde ezilen ötekilere gerçekte ne olduklarını söylemektedir. Toplumun ötekileştirilmiş gruplarını ideolojik evren içinde uygun bir yere yerleştirmekte (bu yer, hiçbir yere ait olmayan bir ötekilik sunulsa bile). Bu nedenle toplumun ezilen grupları histerik bir tepkiye doğru itilmekte: “Ne diye bana olduğumu iddia ettiğiniz şey oluyormuşum?”
Dolayısıyla yeni popülist sağ ve wokeist sol hareketi birleştiren derin bir suç ortaklığı var: Bu ikisi aynı madalyonun iki yüzü gibi. Bugün hepimizin karşı karşıya olduğu muazzam sorunlardan kaçınmanın iki farklı yolu. Ve her ikisi de günümüz küresel kapitalizminin tam kalbine kazınmış olan antagonizmaları görmezden gelmektedir.
Kaynak: https://english.hani.co.kr/arti/english_edition/english_editorials/1149192.html
Çeviri: Hasan Ayer.