Ana SayfaÖZEL HABER“Devrim artık bir opsiyon değil; planlı veya teorili devrimler çağı kapanmış bulunuyor”

“Devrim artık bir opsiyon değil; planlı veya teorili devrimler çağı kapanmış bulunuyor”

Yeryüzünde doğrudan doğruya sosyalizm uğruna, sırf sosyalizm uğruna, salt ve saf sosyalizm uğruna yapılmış tek bir kitlesel devrim yok. Birincil gündem, daima ya demokrasi (monarşinin ve aristokrasinin devrilmesi), ya da bağımsızlık. Sosyalizm bu tür büyük mücadelelerin kuyruğuna teyelleniyor. Komünist partiler öncelikle ilkine sarılıyor. Ellerinde kalır ve kazanırlarsa, ikincisini icbar ediyor. Gerçek hayatta da böyle, fikir planında da. Marksizm, devrim teorisini kendinden önceki (plansız, teorisiz) devrimlere bakarak kuruyor. Bir bakıma çalıyor, gaspediyor onların mirasını. İşçi sınıfı devriminin teorik meşruiyetini, “burjuva” dediği demokratik devrimlerin reel, tarihsel meşruiyetine dayandırıyor. Böylece hem devrimin masumiyeti diye bir şey bırakmıyor. “Tek yol devrim”i dogmalaştırıyor. Hem de, asıl devrim sonrası diktatörlüğe kılıf hazırlıyor. Oradan demokrasiye geçmeyi büsbütün imkânsız kılıyor.

Bu sohbeti bir 29 Ekim günü yapıyoruz. 1923’ten 2022’ye 99 yıl geçti. Gelecek yıl bugün, Cumhuriyetin 100. yıldönümünü kutluyor olacağız. On gün sonra ise, yani 7 Kasım’da, çok daha dünya çapında bir olayın; Rusya’da Bolşevikleri iktidara getiren ve Sovyetler Birliği’nin kurulmasına yol açan Ekim Devrimi’nin 105. yıldönümü çıkagelecek. Eski takvimle 25 Ekim’de patlak verdiği için Ekim Devrimi diye anılıyor ama bu, yeni takvimle 7 Kasım’a karşılık geliyor.

Nitekim 1927-1990 arasında Sovyetlerde her yıl 7 Kasım’da kutlandı. Ve bir daha da resmen kutlanmadı. 32 yıl geçmiş, ilk sosyalist devrimin “kendi ülkesi”nde, bir bakıma “anavatan”ında artık kutlanmaz olmasından bu yana. Sovyetler ve Sovyet sosyalizmi de artık mevcut değil. Sosyalizmin yerini bir tür kapitalizm aldı. Ama diktatörlüğün yerini demokrasi mi aldı, ya da Putinizm Stalinizmin hangi boyutlarına tekrar sarıldı; tabii orası ayrı bir mesele. Fakat her halükârda günümüz Rusyası, en azından siyasî rejimin hukukî veçhesi itibariyle, devrimden ve sosyalizmden çok farklı bir yerde duruyor.

Bilmiyoruz, aynı şey Türkiye için de söylenebilir mi, veya ne ölçüde söylenebilir. En azından bizde, her Cumhuriyet Bayramı resmen kutlanmaya devam ediyor ve toplumun bir kesimi, herhalde yarısı, belki çoğunluğu da buna kâh coşkuyla, kâh görünüşte coşkuyla katılıyor. Veya “coşkuyla katıldığı”nı gösteriyor, sergiliyor; bir siyasî sembol, bir propaganda mesajı olarak kullanıyor.

Ne diyorsunuz; neden böyle oluyor?

Devrimin vadettikleri ile topluma getirdikleri arasında, bir noktadan sonra, en azından gerek Türkiye’de gerekse eski Sovyetler Birliği’nde ve bugünkü Rusya’da çok büyük bir fark olabiliyor. Burada, kestirmeden konuşursak, temel mesele demokrasi. Devrimler demokrasiyi üretemediği için çok ciddi bir sorun ortaya çıkıyor — devrimin devamlılığı açısından, devrimin benimsenmesi açısından, devrimin nasıl hatırlandığı açısından. Devrim çoğu kez demokrasi adına yapılıyor. Var olandan daha demokratik bir rejim amaçlanıyor. Bir statüko var, bir rejim var ve kötü kabul ediliyor. Gerçekten de kötü, pek çok durumda. Devrim bu vaatle çıkageliyor. Ve evet, o eski, kötü, gerçekten kötü rejim yıkılıyor. Ama yerine kurulan, en azından bir noktadan sonra veya bazı çok temel açılardan, eskisinden daha iyi olmayabiliyor. Birçok durumda, eski rejimin yerine yeni bir tahakküm rejimi geliyor. Ve bazı hallerde daha da kötü oluyor. Gelen gideni aratır dedirtinceye kadar, o noktaya kadar daha kötü olabiliyor. Aynı zamanda, devrimin kendisi toplumda derin fay hatları yaratabiliyor. Ya da eski fay hatlarının kapatılmasını ve tek bir toplumun meydana gelmesini önleyici etkiler yapabiliyor. Bu, tabii o devrim sürecinde nasıl bir yer tuttuğunuza, devrimin galipleri mi yoksa mağlupları mı, mağrurları mı yoksa mağdurları mı arasında yer aldığınıza göre değişebiliyor. Burada dolayısıyla çok ciddi bir demokrasi sorunu ortaya çıkıyor. Ekim Devrimi’nin Sovyetlerde demokrasiyi üretememiş olmasını ve Kemalist Devrimin kendi direkt programı, platformu ve özleminin bir parçası olarak Türkiye’de demokrasiyi üretememiş olmasını, her iki ülke örneğinde gayet net görüyoruz.

Devrimler eskiyip yoruluyor mu zaman içinde? Artılarına karşı eksileri mi ağır basıyor? İnsanlık unutuyor mu neler kazandığını? Veya, baştan beri çok önemli değillerdi de abartıldılar mı acaba?

Sondan başlayayım. Bence bu yanlış bir hüküm olur. Benim gerçek tarihsel devrim dediklerim, hani bizim kafamıza devrim kavramını sokmakta birincil rol oynamış olan devrimler, hele hele plansız veya kendiliğinden dediğim devrimler açısından, çok önemli kazanımlar söz konusu. Burada çeşitli kavramlar ortaya atıyorum: Plansız veya planlı devrimler; diğer uçta taklit veya müsvedde devrimler gibi. Bu deyimleri bu sohbetin seyri içinde açmaya çalışacağım.

Fakat esas olan şu ki, bunlar başından beri önemsiz olduklarından değil, özellikle yıktıkları, neyi yıktıkları, nasıl yıktıkları açısından hakikaten benzersiz tarihi olaylar. Somutlamaya çalışayım. Bugün konumuz olanlardan biri Ekim Devrimi. İlk sosyalist devrim; öyle tanınıyor, öyle kabul ediliyor. Yeni niyetine bir şeyler getiriyor. Sosyalizm getiriyor ya da sosyalizm getirmek iddiasında. Onu bir yana bırakalım. Yıktıklarına bakalım. Kanlı, nefret edilen, Rusya’ya felâketten başka bir şey getirmemiş bir savaşı bitiriyor bir kere. Yeni devrimci rejim altındaki Rusya, savaştan kendisi çekilmeyi başarıyor. Berbat bir istibdadı, Çarlık rejimini yıkıyor. Yarı-feodal bir aristokrasiyi temizliyor. On milyonlarca köylüyü, yoksul Rus köylülerini, bu büyük toprak sahiplerinin kamburunu sırtlarında taşımaktan kurtarıyor. Sefaleti bir ölçüde gideriyor ve kalkınma sağlıyor. Modernite getiriyor. Eğitim, sağlık, sanayileşme, asgari geçim düzeyi açılarından hatırı sayılı ilerlemeler gerçekleştiriyor. Ki bu, ileriki yıllarda Sovyet rejimini yeniden düşünenlerin hattâ en eleştirel bakanları açısından dahi yeni bir toplum sözleşmesi gibi kabul edilecek. Yani: demokrasi, özgürlük, çoğulcu siyasi hayat diye bir şey bırakmadı. Bu açıdan tamamen iğdiş etti toplumu, ama karşılığında belirli bir sosyal kontrat verdi, daha ziyade ekonomik konularda görece eşitlikçi, görece bölüşümcü bir toplum sözleşmesi sundu [denilecek]. Bedellerini bırakalım bir yana, şimdilik sadece artılarını konuşuyoruz. Devrimlerin kazanımlarını işaret etmek istiyorum. Sovyet devrimi açısından bunlar söz konusu.

Peki hocam, Kemalist devrimi nereye oturtacağız bu durumda?

O da çok önemli bir olay. Bugün konumuz olan tarihsel devrimlerin ikincisi, Cumhuriyetin ilânı veya daha genel olarak Kemalist Devrim. Çünkü hem Milli Mücadeleyi, hem arkasından Cumhuriyetin ilânını ve hattâ 1920’lerin ve 1930’ların reformlarını kapsıyor. Böyle enteresan bir şey var, Kemalist Devrim hakkında. Devrim dediğimiz zaman, hemen kimse, ders kitapları dahil, doğru dürüst bir “tek tarih” veremiyor. Fransız Devrimi için 1789 diyebiliyoruz. Amerikan Bağımsızlık Savaşı için, özellikle 1776’da 4 Temmuz Bağımsızlık Bildirgesi’nin kabulü diyebiliyoruz. Ekim Devrimi için, adı üstünde Ekim 1917 veya Kasım 1917 diyebiliyoruz. Ama Kemalist Devrim başlıca üç şeyi kapsıyor: 1919-1922 Milli Mücadelesini, 1923’te Cumhuriyetin ilânını ve arkasından 1930’lara kadar uzanan reformları ya da inkılap denilen olayları kapsıyor. [Bu, bakımdan, tek bir tarih vermek kolay olmuyor.]

[Her halükârda] Şuna dikkat çekeyim: [Kemalist Devrim] Ekim Devrimi ya da Bolşevik Devrimi’yle aynı tarihsel eşikte yer alıyor. Ve başka bir açıdan gene bir çağ dönümüne işaret ediyor. Bu çağ dönümü, 1875-1914 arasının Yeni Emperyalizm döneminin; Eric Hobsbawm’ın deyimiyle Age of Empire‘ın, İmparatorluk Çağının zayıflama ve gerileme sarsıntılarının bir parçası. Kapitalizmin değil, Yeni Emperyalizmin. Zamanın Marksistleri kapitalizmin çöküş sarsıntıları sanıyorlar ama yanlış. 1910’larda doruğuna ulaşmış olan Yeni Emperyalizmin ve sömürgeciliğin inişe geçmesini, inişe geçmesinin başlangıcını yansıtıyor.

Şöyle düşünelim; imparatorlukların alaca karanlığı yaşanmakta. Wagner’in ünlü Nibelungların Yüzüğü (Der Ring des Nibelungen) dörtlemesinden, birbirini izleyen dört operasından sonuncusunun başlığı Götterdammerung’dur: Tanrıların Alacakaranlığı. [Operanın finalinde Siegrified ölür, Brünnhilde ölür, Yüzük Ren Kızları’na geri döner, Hagen Ren Kızları’nca nehrin derinlerine sürüklenerek boğulur, nihayet Valhalla’yı alevler sarar ve tanrıların da, kahramanların da sonu gelir.] Onun gibi bir şey: İmparatorlukların Alacakaranlığı. Bakın, 1918’de, savaşın sonunda yenilmiş bulunan Almanya’da, Bismarck’ın asıl mimarı olduğu İkinci İmparatorluk, Wilhelm İmparatorluğu yıkılıyor. Avusturya-Macaristan keza yenik ve dağılıyor. Bir daha geri gelmiyor. Biraz öncesinde Bolşevikler Çarlığı yıkmış. Biraz sonrasında Kemalistler Osmanlı devletini yıkıyor. Birbirinden kopuk olaylar gibi bakılamaz buna. Âşikâr ki hepsi aynı dönüşümün bir parçası. Bir kere buna dikkat etmek lâzım.

[İkincisi] Kemalist Devrimin hem bir hanedan devletine son verme boyutu var, hem de bağımsızlık boyutu var. Ve ikisi zaten iç içe. [Sadece] Analitik olarak ayırıyoruz. İmparatorluk çökmüş, parçalanıyor; toptan paylaşılmak üzere, parça parça sömürgeleştirilmek üzere. Osmanlı veya Osmanlı Türkiyesi o zamana kadar hiç sömürge olmamış. Yeni Emperyalizm karşısında yenilmiş, gerilemiş, toprak kaybetmiş, iktisadi tavizler vermeye zorlanmış. Borçlanmış [ve iflâs etmiş], Düyun-u Umumiye kurulmuş. Ama hiç bağımsızlığını ve devlet egemenliğini toptan yitirmemiş. Şimdi ise [1918’de] parça parça sömürgeleştirilme tehlikesiyle ve bu doğrultuda bir yabancı istilâsıyla yüz yüze. [Buna karşılık] İmparatorluğun gerileme ve parçalanma sürecinde, hele son on yılında, 1912-1913’ten, Balkan Savaşları’ndan itibaren bir Türk milliyetçiliği yükselişe geçmiş. [Osmanlılığa karşı] Türkçülük deniyor buna; Türk milliyetçiliği, Türk milliyetçiliğinin ilk nesli. İttihatçılık ile özdeşleştirebileceğimiz bir nesil. Avrupa içinde tabii milliyetçilik epey zamandır kesif olarak mevcut. Ama Avrupa dışı milliyetçilik olarak düşündüğümüzde, oldukça erken bir milliyetçilik.  1914-1918 arasında Birinci Dünya Savaşı’na kuvvetle damgasını vuruyor. İster Çanakkale boyutuyla, ister Arap ayaklanmalarına karşı boyutuyla, ister gene 1915’teki Ermeni soykırımı boyutuyla, çeşitli biçimlerde damgasını vuruyor. Ve sonra 1919-1922’ye kadar devam ediyor. Bu doğrultuda bir Milli Mücadele veriliyor. Ve belki beklenmedik biçimde, ilk başlarında o kadar da âşikâr olmayan biçimde, başarı sağlıyor. Zafere ulaşıyor. Osmanlı İmparatorluğu’ndan, imparatorluğun enkazından yeni bir Türk ulus-devletinin var olabileceği düşüncesiyle, Anadolu toprağını esas olarak kurtarmayı başarıyor.

Budur Milli Mücadele’yle olan — ve çok önemli. Bunu sağlayan asker-bürokrat zümreye çok büyük bir itibar kazandırıyor (veya önceden varolan itibarlarını iade ediyor). Yani 1918’de eski İttihatçıların itibarı âdetâ sıfırlanmışken, 1922’ye gelindiğinde yeni Kemalistlerin itibarı çok büyük ölçüde iade edilmiş oluyor. Onların şahsında asker-bürokrat zümre büyük bir rehabilitasyondan geçiyor. Bu itibar sayesindedir ki o eskimiş, çürümüş, miadını doldurmuş hanedan devletine son vermeleri mümkün oluyor. Kazanamasalar böyle bir şey olmayacak. Ama mümkün oluyor ve ardından Sovyetlerde de olduğu gibi gene modernist kurumlaşma ve ulusal kalkınma programları geliyor. Bunlar da önemli. Bedellerini şimdilik bir kenara koyuyorum. Zaten en başta söylediğim gibi, demokrasi açısından çok büyük bir bedel ödeniyor. Hiçbir şey tarihte, toplumsal gelişmede bedava olmuyor. Daima takaslar var, değişimler var. Bir şeyler kazanıyorsunuz, başka şeyleri kaybediyorsunuz. Bu da böyle bir sonucu beraberinde getiriyor.

[Fakat sonuçta] Türkiye için hep söylüyoruz ya, Doğu ile Batı arasında bir köprüdür diye. Doğru aslında. Ve Kemalist Devrim de böyle; hem bir Avrupa devrimi, hem bir Avrupa dışı devrim. Sonradan gelecek adıyla, henüz çok ileride olan olaylardan söz edecek olursak, bir Üçüncü Dünya devrimi boyutu da var veya böyle ögeler de taşıyor.  Çok abartmamak lazım. Gerçek anlamıyla, doğru anlamıyla bir ulusal kurtuluş savaşı değil. Bu Türkiye’de çok yaygınlaştı. Çok harcıâlem bir şekilde kullanılıyor. Tamamen yanlış. Teorik bakımdan, tarihsel bakımdan tamamen yanlış. Bir milli veya ulusal kurtuluş savaşı değil. Çünkü Türkiye sömürge değil, demin de söylediğim gibi. Osmanlı Türkiyesi son demlerinde bile sömürge olmamış ve dolayısıyla sömürgelikten kurtuluş söz konusu değil. 1919-1922 arasının düşman işgalini de sömürgelikle bir tutmamak lazım. [İşgal kısa süreli, gelip geçici, son tahlilde yüzeysel kalan bir şey.] Ona bakarsanız İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’nın Naziler tarafından işgal edilmişliğini de sömürgecilikle bir tutmuyoruz. Her işgal kolonizasyon anlamına, sömürgeleştirme anlamına gelmiyor. Sömürgeleştirilmenin çok derin bir anlamı var. Yabancı işgalcinin kurduğu kurumsal düzenin [ve kültürün] toplumun gözeneklerine derinlemesine nüfuz etmesi anlamına geliyor. İster ordusunun, jandarmasının, polisinin, askerinin; ister eğitim kurumlarının, ister tanıdığı yerel hakların, ister oluşturduğu hukukun… elli, altmış, seksen, yüz, yüz elli yıl gibi bir süreç boyunca o toplumu (kültürü dahil) çok derinden şekillendirmesi anlamına geliyor. [Türkiye’de] Böyle bir şey yok. İki üç yıllık bir işgalde bu mümkün değil. Zaten böyle bir deneme de mevcut değil, ne İstanbul’daki İngiliz varlığı açısından, ne Yunan işgal bölgesi açısından, ne de zaten çok daha geçici olan güneydoğudaki Fransız işgal bölgesi açısından. Sözüm ona İtalyan işgal bölgesini, Antalya ve civarını ise hiç saymıyorum bu bağlamda.

Dolayısıyla bir sömürgelikten kurtuluş değil ama başka bir şey söz konusu. Hâlâ da mevcut, ama çok zayıflamış bir bağımsızlık var. Yokolma noktasına gelmiş. Bu bağımsızlığın korunması, kurtarılması, onarılması, pekiştirilmesi, ulus-devlete dönüştürülerek yeniden inşası söz konusu. Olan budur. Bir işgal var. En ciddi boyutu Yunan işgali. Yunanistan’ın, yani megali idea’cı, irredantist Yunan milliyetçiliğinin, galip emperyalist Büyük Devletler adına, en fazla da bir yerden sonra tek başına kalan İngiltere adına verdiği bir vekâlet savaşı söz konusu. O zamanlar bu terminoloji söz konusu değil ama Yunan işgal ordusunun, Yunanistan’ın yaptığı şey tam bu. Bir vekâlet savaşı veriyor. Ardından yenilgiye uğratılıyor bu işgal. Bunun ardından Lozan’daki diplomatik mücadele de söz konusu. Ki ben bunu da önemsiyorum; karalamıyorum, silip atmıyorum. Günümüzde çok ileri geri şeyler, rastgele lâflar ediliyor Lozan hakkında. Efendim şöyle teslim olmuşlar, böyle teslim olmuşlar; şu tâvizi vermişler, bu tâvizi vermişler; Halep ve Musul’dan da vazgeçmişler, Osmanlı borçlarını da kabullenmişler vesaire.

Doğru: bir uzlaşma. Yapılabilecek olanı yapıyorlar. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’den bahsediyorum. Tamam, Anadolu’daki savaşı kazanmışlar ama her şeyi yapmaları mümkün değil. Son zamanlarda birtakım aşırı milliyetçi cahillerin söylediği gibi Ege Adalarını almaları da mümkün değil. Osmanlı borçlarını toptan reddediyoruz demeleri de kolay değil. Güneydeki İngiliz, Fransız egemenlik bölgelerine karşı illâ Musul’u ve Halep’i ve petrol sahalarını da alacağız demeleri de mümkün değil. İngiltere savaşı sürdürebilecek durumda değil ama Kemalistler de savaşı sürdürebilecek durumda değil, bir yerden sonra. Birinci Dünya Savaşı’ndan müthiş bıkkın çıkan İngiliz ve Fransız kamuoyunun yeni bir savaş macerasına girmeye karşı eğilimlerinden, Mustafa Kemal sonuna kadar yararlanmış zaten. Ama bunu daha fazla sınamak da istemiyor yeniden. Yani kazanılmış olanı korumak ve konsolide etmek istiyor. Ve bu modernist-milliyetçi Türk ulus-devletini kurmak istiyor. Buna konsantre olmak istiyor. Maceracı değil, çok realist bir adam bence. Mustafa Kemal’in ne yapılabilir konusundaki realizmi, Enver Paşa’nın sürdürdüğü Turancı maceracılıkla tam bir tezat teşkil ediyor. Neyin yapılabilecek olduğunu da zaten tarihi tecrübe ortaya koymuş durumda.

Şöyle bir karşılaştırma var kafamda. Ekim Devrimi sonrasında Bolşevikler de bir barış sorunu yaşıyor. Bir an evvel Almanya’yla barış yapmak istiyorlar ki iktidarlarını konsolide edebilsinler ve Çarlık yanlılarına karşı iç savaşta başarı sağlayabilsinler. Devrim aslında yeni başlıyor. Lenin, Troçki’yi görüşmelere gönderiyor Bolşevik heyetinin başında. Mustafa Kemal – İsmet ilişkisi neyse Lenin – Troçki ilişkisi de üç aşağı beş yukarı aynı şey, o sırada. Bolşevik önderliğinin en önemli ikinci adamını gönderiyor. O sırada Stalin vesaire nâmevcut. Çok önemsiz figürler. Almanların talepleri karşısında Troçki bir türlü barış antlaşmasını imzalamak istemiyor. Lenin yırtınıyor; imzala bir an evvel, çünkü imzalamadığın her an devrimimiz daha fazla tehlikeye giriyor diyor. Nitekim Troçki’nin şunu imzalamam, bunu imzalamam dediği her noktadan sonra Alman orduları taarruza geçip biraz daha fazla toprak kazanıyor. Yani gitgide kötüleşiyor durum. Troçki’nin kabullenememe salaklığını — ancak böyle ifade edebiliyorum — [Lenin] yırtınarak zar zor durdurabiliyor ve belki biraz önce, birkaç hafta önce Alman taleplerini kabul etse oluşabilecek duruma kıyasla, sonuç olarak çok daha zararlı çıkıyor Sovyetler [Bolşevikler], nihai olarak imzalanan Brest-Litovsk antlaşmasından. [Kıyaslarsak] Mustafa Kemal – İnönü ilişkisi Lozan sırasında çok daha iyi işliyor, çok daha realist işliyor, çok daha uyum içinde işliyor. İsmet Paşa bazı emperyalist taleplere karşı çok net bir şekilde direniyor. Direnciyle ve inatçılığıyla Avrupa kamuoyunda önemli bir etki yapıyor. Eh, bazı şeyleri kurtarıyorlar, bazı şeyleri de kabul etmek zorunda kalıyorlar. Ben pek çok konuda olduğum gibi bu Lozan konusunda da “yetmez ama evet”çiyim. Yani evet, daha iyi olabilirdi ama dediğim gibi, bağımsızlığı konsolide etmeyi ve oradan bu konsolidasyonla çıkmayı başarıyorlar.

Sonuçta, Millî Mücadeleyi ve Lozan’ı birlikte düşündüğümüzde, bu Kemalist dediğimiz modernist Türk milliyetçileri Batı’nın (Batı emperyalizminin ya da Batı emperyalizmi adına hareket eden bir vekâlet ordusunun) yenilebileceğini göstermiş oluyor. Bu da 20. yüzyıl tarihinde çok önemli bir gelişme. Bunu küçümsemenin, hafife almanın hiçbir âlemi yok. 1960’ların sonları ve 1970’lerde bizler de Türkiye solunun bir parçası olarak çeşitli örgütler içindeydik. Ben yakın zamanda bir başka yazımda da hatırlattım. Meselâ Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi diye bir gizli örgüte mensuptuk bazılarımız. Yakalandık, tutuklandık, çeşitli zulümler gördük, askeri mahkemelerde yargılandık ve bir savunma yazdık. Orada da bakıyorum, Milli Mücadeleyi ve Kemalist Devrimi göklere çıkarmışız. “Ekim Devrimiyle açılan proletarya devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk milli kurtuluş mücadelesi olarak Doğunun mazlum milletlerine örnek oldu” demişiz, Milli Mücadele ve Kemalist Devrim için.

Şimdi bu tabii çok tantanalı bir ifade ve içinde büyük abartıları ve tek yanlılıkları barındırıyor. Ben bugün bir tarihçi olarak bunu asla böyle söylemem. Altında imzam var ama bugün asla böyle söylemem. Tarihsel bir tanım ve tarif değil, militan bir ideolojik önerme ve militan bir ideolojik cümle olarak görüyorum. Ama içinde belirli bir gerçek payını da taşıyor. Tamam, Türkiye sömürge değil; tamam, olan doğru anlamıyla bir ulusal kurtuluş savaşı değil. Ama yeryüzünün o zamanki sömürge ülkeleri için ve sömürgelik bağlamında gelişecek milliyetçi modernist akımlar için, hem emperyalist Büyük Devletlerin yenilebileceği açısından, hem milliyetçi-modernist ulusal kalkınma programları açısından belirli bir model, bir umut ve moral kaynağı oluyor. Ben Ekim Devriminin de Kemalist Devrimin de ideologu değilim, siyasi anlamda taraftarı değilim, militanı değilim, bunlara benzer projelerin bugün tekrarından yana değilim. Ama bir tarihçi olarak realist bir şekilde bu kazanımları kaydetmek zorundayım.

Yani siz devrimler aslında o kadar önemli değildir tezine katılmıyorsunuz hocam anladığım kadarıyla; zaman içerisinde devrimler yoruluyor, eskiyor ve artılara karşı eksileri ağır basıyor diyorsunuz?

Evet, öyle oluyor. Bir dönem belki amaçları, hedefleri, başardıkları, kazanımları, edinimleri öne çıkıyor. İster reel olarak, ister düşünsel olarak. Bir yerden sonra ise bedelleri öne çıkmaya başlıyor. Ve bu bağlamda, bedelleri öne çıkarken insanlık da unutuyor bir zamanlar neler kazanmış olduğunu. 1930’lardan itibaren, yani özellikle Stalin döneminden itibaren Sovyetler Birliği öyle bir rejim haline geliyor ki, hiç kuşkusuz diktatörlük düzeyi bakımından, demokrasi yokluğu bakımından Çarlık Rusyasına taş çıkartıyor. Keza Kemalist Devrim 1930’larda tam bir tek parti diktatörlüğüne dönüşüyor. Ve o da önemli ölçüde demokrasinin zıddını, karşıtını oluşturuyor. Dolayısıyla insanlar devrim sonrası toplumların acılarını yaşamaya başlıyor. Devrimin olumsuz mirası ağır bir kambur gibi toplumların üzerine çöktükçe, böyle bir acı yaşanmaya başlıyor.

Ama diyorum ki bu yüzden postmodernist bir nihilizm içinde olmayalım, tarihteki devrimlere karşı. Ben bugün devrim umudundan, projesinden, programından, tasarımından, hayalinden, özleminden bahsetmiyorum. Çok karşıyım buna. O ayrı. Bugün tekrar devrim istemek, devrimci-devirmeci, devrimci-ayaklanmacı bir tahayyülü benimsemek başka bir şey. Tarihteki devrimleri toptan olumsuzlamak, toptan reddetmek, o zaman olmaları da yanlıştı demek; bugünden türetilmiş, devrimsever olmayan bir siyasi vizyonu geçmişe uygulamaya kalkışmak, gene başka bir şey. Devrimler (ya da en azından bazı devrimler) birçok şeyi değiştiriyor gerçekten. Bazı haksızlıkları, bazı adaletsizlikleri elimine ediyorlar. Bazı baskı ve zulüm türlerini, bazı sömürü biçimlerini ortadan kaldırıyorlar — ve kritik mesele; buradan meşruiyet sağlıyorlar. Gözle görülmeyen bir şey var; sırf kendileri için değil, aynı zamanda insanlığın bütünsel düşünce birikimi çerçevesinde, genel olarak devrim fikri için meşruiyet sağlıyorlar. Ve buradan geleceğe büyük bir meşruiyet mirası devrediyorlar. Öyle bir meşruiyet mirası ki, ileride gerek “teorik devrimler” veya “planlanmış devrimler” dediğim devrim türü açısından, gerekse onların da taklidi ve müsveddesi, iyice kötü taklitleri, üçüncü el müsveddeleri açısından, bu meşruiyet mirası tutunulacak dal haline geliyor.

Nasıl? Yani bir, bu gerçek kazanımlar neler? İki, meşruiyet mirası derken neyi kastediyorsunuz? Üç, bu, ”teorik” veya “planlı” dediğiniz devrimlere nasıl intikal ediyor? Dört, bu yüzden devrim taklitleri nasıl çoğalıyor? Örnek verebilir misiniz? Açıklar mısınız?

Tam nasıl ifade edeceğimi de bilemiyorum. Birinci kuşak devrimleri mi diyelim, asıl devrimler mi diyelim, ortada devrim teorisi yokken gerçekleşmiş devrimler mi diyelim, bu anlamda plansız devrimler mi diyelim? Herhangi bir önceki örnek veya modeli gözetmeden yapılan, kendiliğinden patlak veren devrimler mi diyelim? Bir bunlar var. Bir de benim planlı devrimler, kastedilmiş devrimler, uğrunda hazırlanılmış devrimler, önceki modellerden esinlenilerek teorileştirilmiş devrimler dediklerim var. Bu ikisi arasındaki ayırım benim için çok önemli ve bunu da açmaya çalışacağım.

Önemli mesele şu: Birinci kategori devrimleri hangi tarihsel dönemde, hangi koşullarda, neye karşı gerçekleşiyor? Bazı tarihçiler açısından [örneğin Steven Ozment] Protestan Reformasyonu aslında belki bir ilk devrim habercisi. Sonradan siyasi devrim adı alacak olayların birçok özelliğini taşıyor. Ve unutmayalım: Protestan Reformasyonunun “devrim” ile “karşı-devrim” arasındaki savaşları, Din Savaşları, 1648’e kadar sürüyor. Son aşaması Otuz Yıl Savaşları [1618-1648]. Bu böyle Avrupa tarihinde 130 yıllık bir deprem. Ardından, onun da son demlerinde İngiliz İç Savaşı geliyor (1640-1648). Parlamentonun güçleri karşısında kral yeniliyor. I. Charles yakalanıyor, yargılanıyor ve idam ediliyor. Ve Oliver Cromwell yönetiminde, Republic değil de Commonwealth, cumhuriyet değil cemahiriye denen bir yönetim biçimi kuruluyor, bir süre için. Arkasından krallık geri geliyor ama artık meşruti bir krallık geri geliyor. Yazılı anayasası olmasa bile kralın yetkilerinin oldukça sınırlandığı bir meşruti monarşi geliyor. Hele 1688 [Kansız Devrim, the Glorious Revolution] sonrasında. Ardından Amerikan Bağımsızlık Savaşı geliyor. Ardından 1789 [İhtilâl-i Kebir] Büyük Fransız Devrimi geliyor.

Şimdi bunların hepsi Ortaçağ kökenli tahakküm biçimlerini deviren, monarşileri ve aristokrasileri ortadan kaldıran, ya da kendini şu veya bu monarşiden bağımsız ilân eden devrimler. Arada İspanya’ya karşı Hollanda bağımsızlık savaşını da sayabiliriz.  Marksist terminolojide bu, “burjuva demokratik devrimleri” diye teorize ediliyor. Bunlara burjuva demokratik devrimleri demek de başka bir teorik yanlış, ama belki konumuz dışında. Esas olarak, orada bir burjuvazi var mıydı, yok muydu meselesi etrafında düğümleniyor. Hani bu biraz klasik Marksizmin, olacak olan devrime işçi sınıfı devrimi diyebilmek uğruna, önceki devrimlere bir sınıf karakteri izafe etme çabasının bir ürünü.  İşçi sınıfı devrim yapacak, proletarya devrimi olacak diyorlar. Zaten her devrimin bir sınıf karakteri vardır; zaten bu demokratik devrimler de burjuva demokratik devrimleriydi diye bir sonuç üretiyorlar. Marksist teoriyle ilişkisi kabaca bu şekilde.

Fakat bu monarşiyi ve aristokrasiyi yok etme ortak gündemi çok önemli. Bu Ortaçağdan Yeniçağa geçiş, Ortaçağdan moderniteye geçişle ilgili bir mesele. Ve evrensel bir mesele. Devrimlerin bir evrenselliği varsa gerçekten, Avrupa’da yaygın olarak bu anti-monarşi, anti-aristokrasi platformu gündeme geliyor. Her yerde zafer kazanamasa bile, uzunca bir süre Avrupa’yı ve Avrupa’nın ardından başka toplumları da (geleneksel tarım toplumları diyelim, Ortaçağ tipi toplumlar diyelim, feodal veya feodalimsi toplumlar diyelim) sarsmaya devam ediyor. Devrimlerin sadece 16., 17., 18. yüzyıllardaki örnekleri değil, 20. yüzyıl örnekleri dahi çok önemli ölçüde bunun etrafında dönüyor.

Yani biz Bolşevik veya Çin devrimlerinden sosyalist devrimler olarak söz ediyoruz ama, rahatlıkla iddia edebilirim ki aslında oradaki sosyalizm gündemi de, istibdadı, monarşiyi, aristokrasiyi, hanedan devletini yıkma işlevinin kuyruğuna teyellenmiş bir sosyalizm gündemidir aslında. Zaten Lenin’in iki aşamalı devrim (demokratik devrim ve sosyalist devrim) projesinde de aşağı yukarı bu şekilde yer alıyor. [Teorik itirafı gibi, benim söylemeye çalıştığım şeyin.] Bir komünist partisi, feodalizme karşı esas olarak devrim yapmak için öne atılıyor (atılması öngörülüyor). Bu mücadelede kazandığı başarı sayesinde iktidara sahip oluyor. İktidara yapışıyor. İktidarı elden bırakmıyor. Ve buradan doğrudan doğruya, iktidarı ele geçirdiği ülkede kapitalizmi de ortadan kaldırıp, piyasa ekonomisini ortadan kaldırıp sosyalizm denilen şeyi kurmaya girişiyor. Ama monarşi ve aristokrasiyi yıkma fikri gündemi, projesi olmasa bu mümkün değil. [1848’de Marx, sonra Lenin, sonra Mao, bunu “koşulların icabı” diye söylüyorlar ama, bence doğrusu, bunu demokratik devrim misyonu ve taahhüdü olmasa kimsenin bizatihi sosyalizm fikrinin peşine takılmayacağı şeklinde okumak.]

Dolayısıyla Bolşevik veya Çin devrimlerinin de, rahatlıkla söyleyebilirim ki Kemalist devrimin de esas işlevi bu: jenerik bir ifadeyle “feodalizm” dediğimiz kurumları tasfiye etmek; şu veya bu ölçüde (ne kadar zigzaglı da olsa, hanedan devletlerinin alternatifi olarak anayasaların, krallığın sınırlanmasının, krallığın giderek ortadan kaldırılmasının, cumhuriyetin ve demokrasinin önünü açmak. Demokrasiyi kurmak değilse bile, demokrasinin sosyal açıdan, toplumsal açıdan olabilirlik koşullarını sağlamak. Şöyle bir boyutu da var: Bazı toplumlarda bu yolda (modernite yolunda) zaten belirli yarım ilerlemeler baş göstermiş. Eskinin yanında yeni de kısmen ortaya çıkmış. Ama eski tasfiye edilememiş. Ve bu yüzden eskiyle yeni karmakarışık bir halde yanyana mevcut. Özellikle bu durumlarda, bu tür (demokratik) devrimler eskinin tasfiyesini hızlandırmaya ve toptanlaştırmaya yarıyor. Ortalığı düzleyip basitleştirmek gibi bir işlev görüyor. Tarihte eski rejim kompleksi veya eski düzen karmaşası dediğimiz bir olay var (ancien régime complexity). Devrim öncesinde Fransa’da 18. yüzyıl kurumları ve pratiklerinin hali. Osmanlıda Tanzimat’ın, 19. yüzyılın hali. Eskiyle yeni yan yana. Geç dönem Osmanlı düşünürleri de çok iyi görüyor bunu. Ziya Gökalp meselâ, çok iyi görüyor bunu.  Gerek Fransız Devriminin gerek Kemalist Devrimin yaptığı belki de esas olarak bu. Önceki siyasi rejim koşullarında toptan tasfiye edilemeyen [tasfiye edilemeyecek olan?] eskiyi düzleyip geçiyorlar. Eskiyi radikal bir şekilde tasfiyeye girişiyor ve büyük bir basitleştirme yaratıyorlar.

Devrim kavramının, bu arada devrim sözcüğünün olumlanması, yani bu kavrama âdetâ karşı durulamaz derecede olumlu anlamlar yüklenmesi de buradan mı geliyor?

Esas olarak buradan geliyor. Esas olarak sonraki devrimlerden değil, sosyalist devrimlerden değil, tarihi bakımdan bu demokratik devrimler olayından geliyor. Bir de bunun üzerine 1950 sonrasının bağımsızlık mücadeleleri de ekleniyor. Günümüzde savunulması çok zor olan, imkânsız olan iki şey var: Saltanat ve hanedan devletlerini savunmak imkânsız, siyasi teoride, düşünsel planda; ve bir de sömürgeciliği savunmak imkânsız. Yani bağımsızlık vermemeyi veya [bağımsızlığı] yoketmeyi savunmak imkânsız. Bu durum ister bağımsızlık yokluğunu, ister modern anlamıyla cumhuriyet ve demokrasi yokluğunu gerçekleştiren rejimleri devrim yoluyla yıkmaya meşruiyet kazandırıyor. Ve ah keşke Cezayir bağımsızlık savaşı olmasaydı, ah keşke Vietnam bağımsızlık savaşı olmasaydı, ah keşke Türkiye’nin Milli Mücadelesi olmasaydı demek imkânsız olduğu gibi, keşke İngiliz İç Savaşında parlamento kazanmasaydı veya keşke Fransız Devrimi patlak vermeseydi demek de imkânsız. Çünkü o zaman savunulamayacak olanı — monarşi ve aristokrasiyi, kısaca Ortaçağ tarzı rejimleri, feodalizmi filân savunma noktasına geliyorsunuz.

[Dolayısıyla] Büyük meşruiyet kazandırıcı olay, bu. Bunu bu şekilde düşünmüyoruz çoğu zaman. Bu şekilde algılamıyoruz. Yani hakikaten devrimlerin meşruiyeti, bugün kolay idrak edemediğimiz, tasavvur edemediğimiz ölçülerde, bir Amerikan Bağımsızlık Savaşından, iki Fransız Devrimi’nden kaynaklanıyor. Bu nedenlerledir ki, 19. ve 20. yüzyıl tarihinin seyri içinde bu büyük mücadelelere çok büyük haklılık ve meşruiyet izafe ediliyor. Çok yüceltiliyorlar ve âdetâ tamamen kendilerine özgü yerlere oturtuluyorlar. Tâc ve taht sahiplerine karşı avamın, sıradan halkın, baldırı çıplakların ayaklanmasının kutsallaştırılması ve neredeyse tartışılmaz kılınması gündeme geliyor. Bu da yanlıştı diye söylemiyorum. Objektif bir tesbit olarak söylüyorum. Böyle bir düşünsel süreç yaşanıyor. Buradan da, sırf bu mücadeleler için değil, artık genel olarak devrim kavramı, devrim özlemi, devrim tasavvuru için büyük ve büyüyen bir meşruiyet doğuyor. Öyle ki, bunun üzerine sonraki devrimler gelecek. Sonraki yeni devletler gelecek. Her yeni cumhuriyetin kendi meşruiyet iddiaları bunun üzerine biniyor. Artık atmosferde, genel entellektüel ortamda bir devrim fikri ve bir devrim olumlaması kuvvetle yaşamakta. Dolayısıyla çeşitli özel ve belki daha küçük devrim atılımları hep bu arka plandan besleniyor bir şekilde ve bununla rezonansa giriyor. Türkiye’de 1920’lerde, 30’larda Atatürkçülerin, Mahmut Esat Bozkurtların, Recep Pekerlerin devrim, ihtilâl, inkılâp konularında yazdıklarına baktığımızda bunu çok açık görüyoruz. Atatürk’ü çok etkileyen Tevfik Fikret’in yazdıklarına bakınca bunu çok açık görüyoruz. Daha öncesinde, Yeni Osmanlıların ve Jön Türklerin yazdıklarında hep aynı düşünsel birikimi (tamamını benimsemeseler bile) hep kuvvetle görüyoruz. Sonuçta önümüze, 1789’dan bu yana birikmiş, üst üste binmiş, katman katman bir devrimseverlik çıkıyor.

Peki Marksizmin bunda nasıl bir payı var?

Off! Muazzam bir payı var. Esas teorileştirmeyi Marksizm gerçekleştiriyor. Marksizmin kurucuları gerçekleştiriyor. Devrim kavramını, devrim olayını… iyi, gerekli, yararlı, tarihin lokomotifi; böyle olur, böyle oluyor ve olmalı; yeniye gebe her toplumun ebesi şiddettir; devrim zorunlu ve kaçınılmazdır; tarihin bütünsel yasaları bu yönde işlemektedir; devrimlerin önünde durulamaz diye… velhasıl bugün genel kültürde parça parça varolan, dağınık bir şekilde sirküle eden bütün fikir parçacıklarıyla lânse eden; bunları dünyada ve Türkiye’de siyasal kültüre sokan esas teorileştirme, Marksizmden geliyor. Marksist teorileştirme olarak karşımıza çıkıyor.

Marx ve Engels’e mümasil, onlara benzer bir devrim teorisyeni yok, gösteremiyoruz [son 150 yılda]. [Benzeri olmayan, rakibi olmayan, bu alanda tek] bir teori kuruyorlar. Şimdi devrimi çok basitleştirirsek — bir adım geri atayım, Marksizmden arındırılmış, çok daha basit, çok daha yalın bir devrim teorisi anlatmaya çalışayım. Her toplumda bir eski vardır, bir statüko vardır, o statükonun savunucuları vardır ve bir de o statükoya derece derece karşı olanlar, onu giderek daha sert eleştirenler vardır. Statükoya karşı yeni fikirler ve bu yeni fikirlerin sahipleri vardır. Devrim, sonuçta, eski ile yeni arasında, statükonun savunucuları ile o statükoyu toptan değiştirmek isteyenler arasında maksimalist bir çatışmadır; şiddet içinde cereyan eden bir çatışmadır.

Herkesin üzerinde anlaşabileceği bir devrim tanımı bence böyle bir şeydir, en minimal unsurlarına indirgenmiş haliyle. Marksizmin kritik katkısı şurada: “Yeni” nereden geliyor? Yeni fikirler, yeninin savunucuları, yeninin güçleri neler? Marx diyor ki bu, sınıf mücadelesinden gelmektedir. Toplum sosyolojik olarak (a) ekonomik temelden (üretim tarzından) ve (b) üstyapılardan müteşekkildir. Üstyapılar (devlet, rejim, hukuk, ideoloji vb) esas olarak muhafazakârdır. Dinamik olan ve değişen, ekonomidir. Ekonomik temeldir. Belirli bir anda belirli bir statüko var. Ekonomik temel değişmeye, feodal ekonomi eskimeye ve kapitalist üretim tarzının unsurları ortaya çıkmaya başlıyor. Yeni sınıflar ortaya çıkıyor. Yeni sınıflar ortaya çıktığı içindir ki yeni fikirler ortaya çıkıyor. Başka bir deyişle, eski düzeni eleştiren yeni fikirlerin varlığı yeni sosyal sınıfların varlığından ve onların çıkarlarından, onların taleplerinden kaynaklanıyor.

Dolayısıyla devrim, evet, eskiyle yeni arasında bir mücadele ama bir adım öteye gidersek, [Marksizme göre] eskiyi temsil eden ve savunan sosyal sınıflar ile yeniyi getirmek isteyen sosyal sınıflar arasında bir mücadele. Başka bir deyişle, her devrimin bir sınıf karakteri var. Devrimleri sosyal sınıflar yapıyor. Devrimlerde sosyal sınıflar kazanıyor veya kaybediyor. Üste çıkıyor, yeni düzeni kuruyor. Veya eski düzenle birlikte tasfiye oluyor. Burada tabii o dönemde Darwin’in ortaya attığı biyolojik evrim teorisine paralel olarak inşa edilen bir sosyal evrim, toplumsal evrim anlayışının da çok büyük payı var. Doğada çeşitli türler birbirleriyle mücadele ediyor. Toplumda çeşitli sınıflar birbirleriyle mücadele ediyor. Buradan [bu paralellikten] çeşitli sonuçlar çıkıyor. Devrimin, yeniyi istemenin sadece ahlâkî bir tercih, etik bir tercih olduğu değil, aynı zamanda bilimsel bakımdan kaçınılmaz olduğu sonucu çıkıyor. Tarihin yasaları bu yönde. Nihai zafer mutlaka bizden yana. Karşımızdakiler sadece yanlış ve haksız değil, aynı zamanda gerici, karşı devrimci ve düşman. Ve tarihin ilerlemesi, insanlığın ilerlemesi için onların şiddet yoluyla alaşağı edilmesinden ve temsil ettikleri sosyal sınıfların topyekûn ortadan kaldırılmasından başka çıkar yol yok. Bu, böyle böyle, bütün bir duygu ve düşünce âleminin inşa edilmesine yol açıyor. Beraberinde çok önemli bir düşünsel militanlaşmayı ve düşünsel militarizasyonu getiriyor. İnanmışlık, kahramanlık, nihai zafer, devrimci mağduriyet, devrimci gurur; hepsinin iç içe geçtiği bir duygu ve düşünce âlemi oluşuyor. Hem bütün bir teorik kurgu, hem çeşitli mahkemelerde de yaşanan bir devrimci söylemler devamlılığı doğuyor. İkinci ve üçüncü elden taklit veya müsveddeler dediğim örneklerde, hiç Marksizm, sosyalizm, komünizm vesaire söz konusu olmayabilir. Ama Marksizmle hiç alâkası olmayan akım ve devrimlerde bile, böyle bir devrimsever duygu ve düşünce âlemi hep gözleniyor.

Bu devrim olumlamasının giderek kötü taklitleri ve müsveddelerini Türkiye’nin 1970’ler solculuğunda da yaşadık. Örneklerini THKO, THKP-C, TİKKO, TİİKP vb illegal komünistlik oynayan küçük küçük fraksiyonlarda da görmek mümkün. En son Gezi olaylarında şahit olduğum bazı sokak gösterilerinde çok açıktı bu. Getirip iki briket koyuyorlardı. Üzerine de bir demir çubuk, bir inşaat demiri koyuyorlardı. [Oluyordu size bir barikat.] Arkasına geçiyorlardı. Yani âdetâ kendilerini 1830 veya 1848 devrimlerinin Paris barikatlarında görüyorlardı. [İki briket ve bir inşaat demiriyle, barikat mı olur? Sonra TOMA üzerinden geçerken farkına bile varmıyordu bir barikata (!) çarptığının.] Ama işte öyle bir imajinasyon, geçmişte yaşayan bir imajinasyon söz konusuydu. Bütün bunlara, bu duygu ve düşünce âleminin yaratılmasına, fanatik devrim taraftarlığı haleti ruhiyesinin yaratılmasına, Marksist teorinin muazzam katkısı var.

Marksizmin bunda nasıl bir payı var?

Marksizmden önce de devrim kavramı ve olayı var. Sosyalizm kavramı ve olayı da var. Marksizmin tarihsel işlevini ben şöyle düşünüyorum: Devrimi de sosyalizmi de yeniden tanımlıyor. Fransız Devrimini alıyor, teorileştiriyor, hattâ aşırı teorileştiriyor. Fransız Devriminin yarattığı o meşruiyet mirası dediğim şeyi alıp anti-kapitalizme, kapitalizm de böyle yıkılacak teorisine büküyor. [Fransız Devrimi sınıf demiş. Ortaçağın siyasî ve hukukî açıdan farklı, kimi ayrıcalıklı kimi ayrıcalıksız sınıflarını, class değil de état veya estate dediklerimizi kastetmiş. Bunları ortadan kaldırmış. Marksizm geliyor ve buna sosyo-ekonomik anlamda sınıfları ekliyor. Asıl mesele diyor, bu class anlamındaki modern sınıfları ortadan kaldırmaktır.] Fransız Devrimi eşitlik demiş. [Gene Marksizm] Eşitlik sadece hukuki ve siyasi eşitlik değil, ekonomik eşitlik olmalıdır; ekonomik eşitlik olmadan hiçbir şey olmaz diyor. Asıl devrim ekonomik eşitliği getirecek devrim olmalıdır diyor. Feodalizm böyle yıkıldı. Kapitalizm de böyle yıkılacak ve sosyalizm böyle kurulacak diyor.

Bir, sınıf ve eşitlik kavramlarını çığırından çıkarıyor. Tarihsel limitlerinin ötesine geçiriyor. [Olamayacağı, 170 küsur yıl sonra bugün daha iyi görülen noktalara vardırıyor.] [İki, devrimi de, sosyalizmi de baştan tanımlıyor.] Sosyalizme ancak devrim yoluyla varılır diyor. Yani sosyalizmi alıp devrimci sosyalizm yapıyor. Bundan böyle devrim olacaksa sosyalist devrim olmalıdır, [çağımızın devrimi sosyalist devrimdir,] sosyalist devrimin olması anlamlıdır diyor. Yani devrimi alıp sosyalist devrim yapıyor. Yeni ve hegemonik bir paradigma kuruyor. [Sınıf ve eşitlik gibi] Devrim kavramını, mevcut devrim olgusunu alıp âdetâ çığırından çıkarıyor, makul ölçülerinden çıkarıyor. Her zaman ve her yerde geçerli, gerekli, güya evrensel veya evrensel olacak bir devrim kategorisi yaratıyor.

Şimdi bunun son derece önemli iki türevi var ki, ikisi de bu demokrasi meselesi, demokrasiyi kuramama meselesiyle son derece bağlantılı. Bir; [Marksizmle] artık plansız devrimler çağı kapanıyor. Planlı devrimler çağına geçiyoruz. Şuna dikkat çekeyim. Planlı devrim derken, herhangi bir devrimin birileri planladığı için öyle olduğunu [ya da, birileri devrim planlamaya girişirse, işte sırf o planladı diye devrim olacağını veya tam öyle olacağını] kastetmiyorum. Kuşkusuz devrimler illâ birileri istediği ve planladığı, çok arzuladığı için gerçekleşmez. Bir dizi çok karmaşık tarihsel koşulun bir araya gelmesi sonucu gerçekleşir. Ama gene de, o çok karmaşık koşullar dediğimiz bütünlük içinde “önceden devrimci” öznelerin olup olmadığı çok önemli bir faktördür. Fransız Devriminde örneği hiç yok böyle öznelerin. Yani 1789 öncesinde bu mutlakiyet, bu ancien régime, bu eski düzen ancak devrimle değişir diye düşünen yok. Aydınlanma Çağında böyle düşünen yok. Aydınlanma Çağında mutlak monarşiye ve kiliseye yönelik çok yoğun eleştiriler var. Ama ancak devrimle değişir diye bir şey yok. [Devrimle yıkma önerisi yok.] Böyle devrimci gruplar yok, böyle devrimci partiler yok, programlar yok, platformlar yok. Ancak 1789’dan sonra ortaya çıkacaklar. Yani 1789 örneğinde önce pratik sonra teori geliyor. Teori pratiğin arkasından geliyor.

Bu anlamda diyorum ki planlanmış, kastedilmiş bir devrim değildir Fransız Devrimi. Devrim patlak veriyor. Ve ondan sonra devrim süreci içinde giderek bir radikalleşme cereyan ediyor. Giderek anayasa hedefinden, meşruti monarşi hedefinden cumhuriyete sıçrıyorlar. Devrimci diktatörlük teorisi, Jakobenlerin olağanüstü yönetim teorisi, devrimin başında mevcut değil. Robespierre ve Saint-Just tarafından ancak 1792-1793 yıllarında ortaya atılıyor. Karşılaştıkları olaylar çerçevesinde [şimdi âcil bir durum var; devrimin yaşayabilmesi için olağanüstü yönetim = diktatörlük zorunlu gerekçesiyle] ortaya atılıyor.

Her neyse. Bu anlamda, plansız devrimler diye tarif edebileceğimiz bir tarihsel kategori var. Ancak özellikle Marksizmin teorileştirilmesiyle birlikte, bundan sonraki bütün devrimlerde artık [bilinçli bir] devrimci özne [ve niyet] mevcut. Bir önceki devrimi kaçırdığına hayıflanan ve bir sonraki devrimin tahayyülüyle, özlemiyle yaşayan, bir sonraki devrimi hazırlamak, hazırlamaya katkıda bulunmak isteyen insanlar söz konusu. Partiler, örgütler [yerine göre] gizli örgütler söz konusu. Bunların planları, programları, platformları ortaya çıkıyor. Yani sahneye öyle sübjektif faktörler çıkıyor ki, meselâ İngiliz veya Fransız devrimlerinde mevcut değil. Artık önceden devrim isteyen ve devrimi hazırlamaya çalışanlar söz konusu. Fırsat kolluyorlar. Kriz bekliyorlar. Her krizi giderek uç noktalara götürmeye çalışıyorlar. Maksimalist, imhacı, boyölçüşmeci mantıklar giderek çoğalıyor. Bir bakıma bu, radikallik ile demokratlığın farkını meydana getiriyor. 19. yüzyıl ölçüleri içinde bana demokrat nedir, radikal nedir diye sorsanız, demokrat sansür istemeyen, monarşi istemeyen, aristokrasi istemeyen, kilisenin eğitime müdahalesini istemeyen bir insandır diyebilirim. Radikal, aynı şeyleri isteyen ama bu doğrultuda her eylemi illâ polisle, jandarmayla, hükümet güçleriyle çatışmak uğruna olabilecek en uç noktalara götürmeye çalışan insandır diyebilirim. Yani bir davranış biçimi ortaya çıkıyor; sadece bir takım talepler değil, aynı zamanda onlara eşlik eden bir eylem çizgisi ve bir davranış biçimi ortaya çıkıyor.

Bu çerçevede Marksist teorinin şöyle bir boyutu var: [Hem değişimin içeriği konusunda son derece radikal, köktenci; bütün eski düzeni toptan yıkıp, adına sosyalizm dediği yepyeni bir toplumsal düzen kurmayı öneriyor. Hem de, değişimin yöntemi konusunda radikal.] Devrimci şiddeti böyle istisnai durumlarda değil, kazara filan değil, toptan ve tamamen aklıyor. İşte Marx,  “Zor [cebir] yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir” diyor [Kapital, cilt 1, Bölüm 31: Force is the midwife of every old society pregnant with a new one]. Yeni düzeni doğurtan şeydir diyor ve bunu dünya tarihi çapında evrensel bir genelleme olarak sunuyor. Dolayısıyla burada toptan bir benimseme ve meşrulaştırma söz konusu. Eh, bunun da devrimle doğacak olan toplumlarda demokrasinin ne olacağı, yani o başta da söylediğim [sonradan] demokrasiye bir türlü geçilememesi sorunuyla çok büyük ilişkisi var.

Arada nasıl bir ilişki var?

Şöyle bir ilişki: Devrim özünde bir şiddet eylemi. Yeninin eskiyi devirdiği bir şiddet eylemi. Marksistler buna, yeniyi temsil eden sınıfın eski sınıfları devirdiği gibi sınıfsal nitelemeleri ekliyor. Fakat bir şiddet eylemi. Marx, Lenin, Mao hepsi bunu anlatıyor. Hele Lenin ve Mao gibi 20. yüzyıl Marksistleri, çok belirtik terimlerle anlatıyor. Mao ünlü bir yazısında, “Devrim bir yemek dâvetine, yazı yazmaya, resim yapmaya, nakış işlemeye benzemez; o kadar rafine, o kadar ağır ve nazik, ılımlı, şefkatli, nazik, ölçülü ve âlicenap olamaz. çok otoriter bir eylemdir. Böyle resim çizmeye,  şiir yazmaya, ziyafet vermeye filan benzemez. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet eylemidir” diyor [A revolution is not a dinner party, or writing an essay, or painting a picture, or doing embroidery; it cannot be so refined, so leisurely and gentle, so temperate, kind, courteous, restrained and magnanimous. A revolution is an insurrection, an act of violence by which one class overthrows another. Hunan’daki Köylü Hareketi Üzerine Rapor, 1927].

Marx’ın kendisi doğrudan bir devrim yaşamıyor. Barikatlara çıkmıyor, devrimci bir partiyi yönetmiyor, bir ihtilâl eylemi içinde yer almıyor. Marx’ın fiiliyatta karşılaşsa neyi onaylayacağını, neyi onaylamayacağını bilemiyoruz. Ama Lenin’in ve Mao’nun ve arada başkalarının, Stalin’in vesaire neleri onayladığını pekâlâ biliyoruz. Devrim denilen şeyin kaba, hoyrat, keyfî, tartışılmaz, durdurulmaz, silindir gibi gelip geçen, önüne çıkan her şeyi ezen karakterinin son derece farkındalar. Ve bunu benimsiyor ve bununla övünüyorlar. Zaten ancak böyle başarılır diyorlar. Dolayısıyla o militanlaşma ve militarizasyon dediğimiz şey, karşı-devrimin, sınıf düşmanlarının imhası ve sosyal temellerinin yok edilmesi [normalleştiriliyor]. Çok acımasız, çok merhametsiz bir olaydan bahsediyoruz. Fransız Devriminin Jakoben diktatörlüğü [veya Terör Dönemi, Haziran 1793 – Temmuz 1794] aşamasında, [farklı tahminlere göre toplam 10,000, 17,000 veya] 45,000 kişinin giyotine gönderilerek idam edilmesi söz konusu. Bakın, makineli tüfekle tarama filan değil, giyotin bıçağı bir sefer iniyor ve kalkıyor, tek tek. Tek tek idam olarak düşündüğünüzde, [ister 17,000, ister] 40 – 45,000, korkunç bir rakam. Bu o kadar acımasız ve merhametsiz bir olay. Eski rejimin şiddeti, devrimin şiddetini beraberinde getiriyor ve haklı çıkarıyor. Devrimin şiddeti tekrar karşı-devrimin şiddetini beraberinde getiriyor ve haklı çıkarıyor. Böyle bir şiddet spirali doğuyor.

Çarlık gizli polisi var, Okhrana; onun neredeyse aynadaki aksi olarak ÇEKA, onu izleyen OGPU, onu izleyen NKVD, onu izleyen KGB [ve şimdi de Putin’in FSB’si] meydana geliyor. Şiddet ve daha fazla şiddet ve daha fazla şiddet, bu devrimci diktatörlük teorisiyle elele gidiyor. Bunun pratik ve maddi koşulları var. Teorileştirilme biçimi var. Sovyet Devrimi. Çin Devrimi. Sovyet devrimi taklidi, meselâ Doğu Avrupa’daki küçük komünist partilerinin Sovyet ordularının gölgesinde iktidarı ele geçirme denemelerinde tekrar tekrar, başlı başına şiddete yatırım yapma diye tarif edebileceğim bir olay doğuyor. Başından itibaren şiddeti öngörenler var. Şiddetten dönemeyenler var. Duramayanlar ve durmak istemeyenler var. Durursak düşeriz, durursak bizi keserler diyenler var. Yanlış da değil. Rusya’daki İç Savaşı düşünün. 1917-1922 [veya daha dar anlamda 1918-1921] arasında nasıl duracaksın? Yani dört bir yanın Çarlık kalıntısı Beyaz Ordularla sarılmış durumda. İş ölme ve öldürmeye dönüşüyor. Ya ölmek ya öldürmek söz konusu. Devrimin saflarında da, ılımlılar ve radikaller arasında ayrışmalar meydana geliyor. Eh, bu kadar yeter; bunu durdurmanın bir yolunu bulsak; bir ateşkes, bir ılımlılaşma olsa… diyenler ile ölümüne ihtilâlci [die-hards] diyebileceğimiz insanlar [devrimin muhafazakârları, devrim saflarındaki, ihtilâlcilik açısından] en sert, en katı, en uzlaşmaz muhafazakarlar [birbirinden ayrışıyor].

Türkiye’de, 1946 seçimlerinden sonra da [örneğin] Recep Peker, yükselmekte olan ve halkın artık büyük ölçüde itibarını kazandığı belli olan Demokrat Parti’ye karşı en sert devrimci tavrı, ihtilâlci tavrı, bunlara en ufak bir tâviz vermemek gerekir, gerekirse [Terakkiperver Fıkra’dan ve Serbest Fıkra’dan sonra] bu partiyi de tekrar  kapatmak gerekir tavrını savunuyor. AK Parti 2002’de ilk seçim galibiyetini elde ettikten sonra, eski Atatürkçü vesayet bürokrasisinin ve jüristokrasisinin AK Parti’yi de kapatma denemeleri durmadı, bir noktaya kadar. Bunlar hep durursak düşeriz diye tarif edilebilecek; ne yapıp edip bütün yollarla, hukuki olmayan yollar dahil, iktidara yapışmanın çeşitli örnekleri. Tabii korkunç şeylere yol açabiliyor. Fransız Devrimi meselâ. Büyük toprak sahipleri var, şatoları, malikâneleri var. Bir kısmını yakalıyor, idam ediyorlar. Bir kısmı kaçıyor İngiltere veya Avusturya’ya. Ama onlarla bitmiyor. Onların maiyetleri var. Onların akrabaları var. Onların taraftarları var. İş, devrimi desteklemeyenlerden de çıkıyor. Devrimi yeterince hararetle desteklediğini göstermeyenler de acaba gizli aristokrasi yanlıları mıdır tavrına kadar varıyor. [Yani insanlar, sırf yaptıkları için değil, yapmadıkları için de şüpheli durumda düşüyor, biraz bugün gibi.] Kamu Selameti Komitesi diye olağanüstü yetkili bir mahkeme kuruluyor. Ve işte bütün o hükümleri bu mahkeme veriyor. Türkiye’de 1925’ten sonra İstiklal Mahkemeleri adıyla olağanüstü mahkemeler kuruluyor. Ve Kemalizmin bütün rakiplerini toptan ezmek ve elimine etmek [kalanlarını ve bütün toplumu da bu sayede terörize etmek] için kullanılıyor. Sovyetler Birliği’nde, Stalin döneminin 1936-1938 Moskova Duruşmaları’nda, Stalin’in Bolşevik Partisi içindeki bütün muhalifleri imha ediliyor. Burada mantık şu: Bir şeye bulaşmış bulaşmamış; biz garantili oynayalım. Hepsini böyle yok edelim. Kanserli tek bir hücre bırakmayalım. Ya da işte günümüz yargısında çok rastladığımız iltisak mantığı. Bir yerden bulaşmıştır, bir yerden temas etmiştir. Bir yerden, aynı bağlamda, aynı çerçeve içinde yer aldıkları görülmektedir [veya, cep telefonlarıyla bir ara aynı yöreden konuşmuşlardır] diyerek insanların grupların, akımların, mahfillerin suçlanması. Bütün bunlar, bu duramama olayının çeşitli tezahürlerini oluşturuyor.

Buna şu eşlik ediyor: Her zaman eskinin, eski rejimin, düşmanların geri gelmesi tehlikesi mevcut. Restorasyon korkusu. Devri sabık korkusu. Demokrasi için hep “henüz erken.” Sovyetler ve Çin gibi sosyalist rejimlerde emperyalist kuşatma var, emperyalist düşmanlar var. Ülke içinde kapitalizmi geri getirmek isteyenler var. Burjuvazinin kalıntıları var. Özel sektör taraftarları var. Liberal ekonomi taraftarları var. Revizyonizm var. Ruhumuzdaki burjuvazi var. Mao, işi, insanların içindeki bencillik ve bireyciliğin kökü kazınarak topyekûn yeni bir kültür yaratılıncaya kadar kapitalizmin geri gelmesi tehlikesi mevcuttur noktasına kadar vardırıyor.

Türkiye’de, ilk başlarda ve uzun süre saltanat ve hilafet yanlıları, Atatürk ve Atatürkçülük düşmanları, irtica yanlıları (yani dine dayalı bir düzeni geri getirmek isteyenler), Batıda hâlâ yaşadığı iddia edilen Haçlı ruhu söz konusu. Bütün bunlara karşı içeride ve dışarıda devletçi-milliyetçilik, devrim sonrasında asıl Kemalist rejim, onun sonrasında vesayet rejimi dediğimiz devletçi-milliyetçilik, katı bir duruşa geçiyor. Defansif bir duruşa geçiyor. Onun için, devrimci diktatörlük hep gerekli. Hep bir beka meselesi var. Günümüzün siyasal düşüncesine belki bir de bu açıdan bağlayabilirim. [Zaten Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, Kemal Kılıçdaroğlu hakkındaki suç duyurusunda, AYM’nin 27 Mayıs darbesinin eleştirilmesini önlemek için tâ 1963’te aldığı, “devleti koruma” diye özetlenebilecek bir karara yaslanması, bütün bu bağlantıları apaçık ortaya koydu. Bkz Serbestiyet, 4 Kasım: Emniyet’in Kılıçdaroğlu suç duyurusunda dirilen “27 Mayıs ruhu”: Darbeyi koruyan AYM kararına atıf.] Bütün bu devrimlerle kurulan (veya, devrime benzer olağanüstü dönüşüm ve sıçramalarla kurulan) rejimlerin, ya da bir şekilde zaman içinde otoriterleşen rejimlerin, hep bir beka meselesi oluyor. Ve bu beka sorunları ve gerekçeleri günümüzde de devam ediyor.

İki şey söyleyeyim, devrim sonrasında bu devrimci diktatörlüklerden demokrasiye geçmenin zorlukları hakkında. Bir; on yıllar boyu süren — mesela Sovyetler Birliği’nde [1917-1990 arasında] 73 yıl süren — diktatörlük ve otoritarizm dönemleri, âdetâ bir otorite iptilası yaratıyor. İstikrar arzusu “aman dokunmayalım”a dönüşüyor. Bir itaat ve biat kültürüne dönüşüyor. Tersten söyleyeceksek, toplumun alışkanlıkları açısından bir demokrasi körelmesi yaşanıyor. Yani o toplumun, o kültürün belirli bir demokratik mücadele, demokratik yaşantı potansiyeli vardıysa bile zaman içinde körelmeye yüz tutuyor.

İkincisi, bir de şöyle bir tohum ekiyor böyle devrim sonrası rejimler: İntikamcılık tohumları, rövanş tohumları ekiyor. Bir gün gelir biz de bunu deviririz ve o gün de bizim günümüz olur. Bu gibi intikamcılık tohumları ekiyor ki, bunlar da sonuç olarak o diktatörlük yıkıldığında topluma “işte bu sefer artık nihayet demokrasi geldi” dememizi çok zorlaştırıyor. Devrim öncesi rejim, onun yerini alan devrimci diktatörlük, sonra o devrimci diktatörlüğün yıkılması… o da her zaman demokrasi getirmeyebiliyor. Bu sefer, sonuncuyu yıkanın beraberinde getirdiği yeni bir tahakküm biçimi ortaya çıkabiliyor.

Sonuçta, Marksizm ve sonra Leninizm tarafından da kuvvetle teorileştirilen devrimseverlik, devrimperestlik, neleri ıskalıyor?

Bir: maliyetler meselesini ıskalıyor. Devrimin maliyetleri sürekli minimize ediliyor. Devrim için ödenmesi gereken bedeller sürekli minimize ediliyor. Ulaşacağımız mutlu düzenin beraberinde getireceği refahla kıyaslandığında bu çok küçük bir maliyettir deniyor. Lenin bunu Devlet ve İhtilâl’de [1917] şuna kadar vardırıyor: Milyonlarca ve on milyonlarca insan için eski düzen, Çarlık ve kapitalizm koşullarında yaşamanın günlük ızdırabının, günlük maliyetinin yanında devrimin maliyeti nedir ki? Aşağı yukarı böyle bir cümle kuruyor. Eski düzen altında yaşamanın küçük küçük maliyetleri, her birey açısından toplanıp ölçülebilir mi? Böyle bir şeyi gündeme getiriyor. Tabii bu acıların on milyonlarca insan açısından günlük hayat içinde küçük küçük yaşanması — ve işkence, idam, on yıllar boyu hapis gibi sonuçlara varmadan yaşanması — başka şey. Devrim dediğimiz olayın içinde, en ufak bir hukuki fren kalmaksızın mutlak bir kabalık, hoyratlık ve keyfiliğin hüküm sürmesi ve bunun kısa zamana sıkıştırılmış olarak insan hayatları açısından korkunç sonuçlar vermesi başka bir şey. Eh, bir de tabii rakamlar var ortada. Çin’de, Mao döneminde 25 ilâ 40 milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. Sovyetler Birliği’nde, Stalin döneminde, zorla kollektifleştirme sırasında sadece Ukrayna’da 3.5 ilâ 5 milyon Ukrayna köylüsünün — Sovyet rejiminin âdetâ kasıtlı olarak yarattığı — açlıktan öldüğü tahmin ediliyor. Yani şimdi bir kere bakıyoruz ki pek de öyle küçük değil devrimin maliyetleri. Doğrudan doğruya devrim sonrası rejimlerin yarattığı, toplum mühendisliği adına yarattığı, ütopya kuracağız diye yarattığı korkunç distopik maliyetler söz konusu. Çarlık rejiminin küçük küçük günlük zulümleri diyelim. Böyle 3.5 – 5 milyon ölüye varıyor mu?

[Buna bağlı olarak, tabii ikinci problem de şu:] O mutlu düzene ulaşılıyor mu? Ya da ulaşılan şey mutlu bir düzen mi oluyor? Devrimseverler, teorik devrimciler, planlı devrim yanlıları şunu savunageldi: “İnsanlık zaten bu yönde akıyor ama devrim bu süreci hızlandırmanın ve kolaylaştırmanın bir yoludur. Kısa bir dönem birtakım sıkıntılara katlanacağız. Ve önümüzde çok parlak bir gelecek açılacak.” Öyle mi? Pek öyle gözükmüyor doğrusu. [Devrimlerin en başta anlattığım kazanımlarını dışlamıyorum. Ama bunlar mutlu bir yeni düzen deyince anlatılmak istenen şeyi karşılıyor mu?] Şöyle bir gerçek var ortada, bildiğimiz bütün önemli devrimlere baktığımızda. İngiliz İç Savaşının [ve Stuart hanedanının devrilmesinin] ardından, Oliver Cromwell’in askerî diktatörlüğü geliyor. Fransız Devrimi patlak veriyor, ardından Jakobenlerin diktatörlüğü geliyor. Arkasından Napolyon’un, [1799’da] Birinci Konsül olmasından sayarsak 16 yıl süren, [1804’te kendini imparator ilân etmesinden sayarsak] 11 yıl süren askerî diktatörlüğü geliyor. Sovyetler Birliği ortada. Sovyet devriminin ardından Komünist Partisi’nin çok uzun süren [ve bir dönem çok kanlı boyutlara ulaşan, ama hep zorba, hep ceberrut] tek parti diktatörlüğü geliyor. Çin ortada. [1949’da kurulan tek parti rejimi, ister Mao döneminde ister sonrasında, 1989’daki Tienanmen katliamı gibi felâketler dahil, yeryüzünün en kapsamlı, en sıkı, en boğucu polis devleti kimliğiyle yoluna devam ediyor.]

Bildiğim devrim sonrası rejimleri bir bütün olarak düşündüğümde, bir, belki iki büyük devrimde, devrimle birlikte yeni bir tahakküm rejiminin kurulmadığını; tersine, devrimin orijinal düşüncesine uygun bir demokratik düzen kurulduğunu görebiliyorum. İlki, 1688’de İngiltere’deki [the Glorious Revolution veya] Kansız Devrim olarak bilinen olay. [1640-48 İç Savaşı ve Cromwell diktatörlüğünün ardından, bu devrim de yoruluyor, Püritanizm halkı bıktırıyor ve sürgündeki Katolik Stuart hanedanı geri geliyor.] II. Charles ölçülü davranıyor. [Katolikliği ve mutlakiyeti alelacele restore etme heveslerine kapılmıyor.] II. James tekrar [Katoliklik ve] mutlak monarşi heveslerine giriyor ve parlamento II. James’i devirip sınır dışı edip sürgüne yolluyor. Ve Hollanda’dan, II. James’in kızı, Protestan prenses Mary [II. Mary] ile kocası, Oranj hanedanından William’ı [III. William] [İngiltere tahtını devralmaya] çağırıyor. Ve bu çok önemli bir olay. Yani burada eskisinden daha kötü bir otoritarizm söz konusu değil. Tersine; [sınırlı bir krallık, bir limited monarchy üzerinden] demokrasinin sınırlarının genişlemesi söz konusu.

İkinci örneğim, Amerikan Bağımsızlık Savaşı. Amerika’nın İngiliz İmparatorluğu’ndan bağımsızlık savaşı [1775-1783]. [Amerika kıtasında aristokrasi yok, toprağa kök salmış bir kan soyluluğu, irsî bir soyluluk yok. Onlar Eski Dünya’da kalmış. Yeni Dünya’daki beyaz yerleşimciler, bir “hudut toplumu” veya “uç toplumu”nda (frontier society) tutunma çabaları içinde, kendi aralarında, bugün olsa özyönetim diyebileceğimiz kurullar, network’lar oluşturuyor. 13 eyaletin tek tek kendi meclisleri ortaya çıkıyor. Sosyo-ekonomik gelişme içinde, İngiltere’den farklılaşıyor, kendi çıkar ve taleplerini peydahlıyorlar. Sorun, önlerinin tıkanması. Londra’da, İmparatorluk Parlamentosu’nda temsil edilmemeleri. Bağımsızlık Savaşı buradan patlak veriyor.] Sonuç olarak Amerika’da bir monarşi, bir diktatörlük vesaire kurulmasına yol açmıyor. Demokratik bir cumhuriyet kurulmasına yol açıyor.

Ama bu iki örnek dışında şunu göremiyorum, tarihsel devrimlere baktığımda: Öyle bir devrim ki, ortalık yatıştıktan sonra tamam diyor, devrimci diktatörlük aşaması sona ermiştir. Biz artık barış, demokrasi ve istikrar istiyoruz — ve ülkeyi kendi eliyle demokratikleştiriyor. Doğrudan doğruya kendi eliyle demokratikleştiriyor. Kendi eliyle demokrasiye geçişi sağlıyor. Rakipleri veya karşıtları eliyle değil, kendisi demokratikleştiriyor. [Yok böyle bir şey.] Türkiye’yi Tek Parti rejimine kıyasla demokratikleştiren, 46 ve 50 seçimleri oldu. CHP’nin olumlu rolü buna izin vermek oldu; yoksa kendisi, o Tek Parti CHP’si demokratik bir program ve platformla ortaya çıkmadı o gün. Ama izin verdi, engellemedi, bastırmadı. İnönü’nün tarihî rolü de belki burada düğümleniyor. Evet, demokrasi geri geliyor veya (yeniden) kuruluyorsa, pek çok durumda devrimi yapanlar ile daha önce karşı-devrimci olarak görülenler, radikaller ile muhafazakârlar arasında uzun bir salınım ve gelgitle mümkün oluyor. Karşılıklı uzlaşmalarla mümkün oluyor. Ve demokrasi bu tür uzlaşmaların sonucu ve ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Meselâ 1940’lara baktığımızda, 40’ların Türkiye’sine baktığımızda, CHP’nin Tek Parti diktatörlüğünün devamına karşı demokrasiyi kimler savunuyor? Muhafazakârlar savunuyor. Onların da ne kadar demokrat olduğu ayrı bir konu olabilir. Onlar da sırf “kendilerine demokrat” olabilir çeşitli durumlarda. Ama devrimin doğurduğu devrimci diktatörlüğe muhalefetleri, o tarihsel konjonktürde çok büyük önem kazanıyor. Bazı toplumlarda devrimciler de belki bir şeyler öğreniyor bu süreçlerde. Yeni yeni ve daha demokratik toplum sözleşmeleri doğabiliyor. Acaba Türkiye’de doğuyor mu? Doğabiliyor mu? Bunu da göreceğiz. [Sanırım.]

Ben de tam onunla ilgili bir soru sormak istiyorum hocam. Türkiye’nin 1923’ten sonra diktatörlüğe yönelmesi kaçınılmaz mıydı? “Demokratik de olabilirdi, hep denildiği gibi 1920-30 arası tümüyle otoriter yönetimler çağı değildi, Avrupa’da bir sürü demokratik devlet vardı” diye bir görüş de var. Örneğin Princeton Üniversitesi’nden ünlü tarihçi Şükrü Hanioğlu buna işaret ediyor.

Doğrusu pek öyle düşünemiyorum. Sırf bir dış bağlam meselesiydi gibi düşünemiyorum. [İç bağlamı, iç ayağı eksik gibi geliyor bu yaklaşımın.] Bir kere, önde gelen aktörlerin ideolojik birikimi meselesi var. 19. yüzyıldan beri Osmanlı toplumu [elitleri] bir gecikmişlik ve geri kalmışlık algısı, hissiyatı yaşıyor. Buna karşı, Rusya’da da olduğu gibi, Çin’de de olduğu gibi, kuvvetli bir yetişmecilik, hızlandırılmış modernleşmecilik ideolojisi doğuyor. Nasıl yaparız da yetişiriz? Bu, moderniteye bir çeşit cebri yürüyüşle [marş marşla, koşar adım, on the double] yetişme ideolojisi ve programı demek. Ve bu açıdan tabii 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Alman-Prusya modellerinin de Osmanlı Türkiyesi üzerinde çok kuvvetli bir etkisi söz konusu. Hızlandırılmış modernleşme açısından; geriden gelip de yetişen ve öne geçen bir hızlandırılmış modernite ihtimali, tasavvuru açısından. Bismarck’ın esas mimarı olduğu Wilhelm İmparatorluğu [İkinci Reich] modeli, çok önemli etkiler yapıyor İttihatçılar üzerinde ve dolayısıyla İttihatçılık üzerinden Kemalistler üzerinde.

Emperyalizmin, sömürgeciliğin uygarlık götürme misyonundan söz ederiz. [Mission civilisatrice, civilizing mission.] Tanzimat elitlerinin ve sonra İttihatçıların ve sonra Kemalistlerin elinde bu, âdetâ kendi kendisinin kolonizatörü olmak şeklinde mevcut. Türkiye toplumunun ileri, modernleşmiş, Batılılaşmış, [İtalyanca alla franca’dan] alafranga bir eliti doğuyor. Bir de orada ilkel ve geri Anadolu var. İlkel ve geri Türkler, Kürtler ve başkaları var. Ve bu elit, bu modernleşmeci elit, o uygarlık götürme misyonunu kendi coğrafyasına, kendi mekânına, kendi halkına tatbik etmek peşinde. Dolayısıyla bu anlamda kendi coğrafyalarının, kendi topraklarının, kendi ülkelerinin kolonizatörü kesiliyorlar. Bu çerçevede liberal bir birikim — yani bu devletçi-milliyetçi, yukarıdan aşağıcı, tepeden inmeci tasavvurun yanında liberal bir proje — hep çok zayıf kalıyor Türkiye’de. Prens Sabahattin projesi diyelim, hep çok zayıf kalıyor. Çok da sebepsiz değil. Çünkü belki birincil mücadele doğrudan doğruya sömürgeleşmek-sömürgeleşmemek etrafında dönüyor. [Merkez zayıf olursa, liberal demokrasi ve ademi merkeziyet yüzünden devlet güçlenemezse, gerek Büyük Devletler gerekse düşman Balkan milliyetçilikleri yer bitirir bizi. Yanlış diyemeyeceğim bu algı, bu mantık, hep ister yerel ister ulusal kademede demokrasiyi feda etmeye götürüyor.] Milli Mücadele sırasında Meclisteki Birinci Grup – İkinci Grup ayrışması da çok büyük ölçüde bunun etrafında oluşuyor.

Ve Birinci Grup, yani modernist, hızlandırılmış modernleşmeci diye tarif edebileceğimiz Türk milliyetçileri, radikal Türk milliyetçileri, [o günün koşullarında, meselâ Büyük Devletlerin “Şark Meselesi”nin çözümü diye dayattığı Mondros, Sevres ve Yunan işgali koşullarında, savaşın, askerî mücadelenin kaçınılmazlığı çerçevesinde] hep ağır basıyor İkinci Gruba. Asker-bürokrat zümre de onların bir parçası. Birinci grubun içinde ve arkasında ve etrafında ve altında ve üstünde, bir bütün olarak onların sosyal zemini olarak da asker-bürokrat zümre duruyor. Dolayısıyla devlet aygıtı ve ordu gibi kritik iktidar araçları da onların elinde. Bunun üstüne, Milli Mücadele’de kazanılan zafer biniyor. Daha önce de söyledim; muazzam bir yeni meşruiyet kaynağı. İttihatçıların şahsında yıpranmış ve aşınmış bir meşruiyeti, bir karizmayı Kemalistlere iade ediyor bu zafer. Ve ona dayanarak cumhuriyeti kuruyorlar ve saltanatın ve hilafetin ilgası adımlarını atıyorlar.

Derken 1925 krizi çıkageliyor. Esas mesele, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın çığ gibi büyüyor olması. Şeyh Sait isyanını bahane ederek her şeyi ve bütün muhalefet unsurlarını eziyorlar. Bu, çok tâyin edici bir nokta. Geçmişte Mete Tuncay buna dikkat çekmişti. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilânının bir gün öncesi veya bir gün sonrasında, bir hafta öncesi veya bir hafta sonrasında Türkiye’de çok şey değişmedi. Çünkü Türkiye zaten Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasından ve ilk anayasadan beri fiilen cumhuriyetti. Türkiye’nin toplumsal hayatında, o toplumsal hayatın örgüsü, maddesi ve günlük akışında, 30 Ekim’de çok muazzam bir değişiklik olmadı. Türkiye yepyeni bir Türkiye’ye uyanmadı. Ama [4 Mart 1925’te Takrir-i Sükun kanununun çıkarılmasıyla] Türkiye yepyeni bir Türkiye’ye yol aldı. Devrim içinde devrim gibi bir şey oldu. Bir bakıma da hakikaten bir devrim oluyor; bütün bu tarihsel benzetmeler geliyor aklıma. Bir “ilk devrim” oluyor. Bir ihtilâlci rejim kuruluyor. İhtilâl sayesinde bir rejim kuruluyor. Ve sonra bir meydan okuma meydana geliyor. Ve ihtilâlin o meydan okumaya refleksi çok sert oluyor; âdetâ bir “ikinci devrim” veya devrim içinde bir devrim yaratıyor. Fransız Devrimi içinde, 1792’de Jakobenlerin iktidara gelmesi böyle bir olay. Sovyetlerde, Lenin’in ölümüyle birlikte ve hattâ Lenin daha hastayken adım adım Stalin’in iktidara gelmesi ve kollektivizasyon hareketi, benzer bir ikinci devrim veya içinde devrim oluşturuyor.

Türkiye’de de aynı şekilde, kendileri açısından 1925 kriziyle karşılaştıklarında Kemalistlerin bütün içgüdüleri, bütün ideolojik birikimleri, bütün iktidara yapışma refleksleri, bütün restorasyon korkularıyla birlikte çok sert bir karşılık vermeleri söz konusu. [4 Mart 1925] Takrir-i Sükun kanunuyla Türkiye’deki rejim hakikaten 29 Ekim 1923’te değişmediği kadar radikal bir değişim geçiriyor. Bunun olmaması için şu lâzımdı, ancak şöyle olmayabilirdi: Ilımlılar, bir şekilde İkinci Grupta temsil edilen muhafazakârlar, dindarlar, liberaller, modernist-milliyetçi olmayan paşalar, bir koalisyon halinde Kemalist Jakobenlere üstün gelir; onları devirip alaşağı eder; kendileri devrilmeden ve yok edilmeden bir hakimiyet kurar… Ancak öyle mümkün olabilirdi. Yani 1920’lerde Tek Parti rejimine göre daha demokratik bir Türkiye’nin gerçekleşmesi buna bağlıydı. [O zaman da neler yapılmazdı, neler gerçekleşmezdi; bu ayrı bir what if konusu.] Ama anlatmaya çalışıyorum ki öyle tecelli etmedi olaylar. Radikal Kemalistlerin, modernist milliyetçilerin kazanması için çok çeşitli nedenler ve çok çeşitli birikimler söz konusuydu.

Son bir soru olarak şunu sormak istiyorum ben size: Sizce devrimler çağı kapandı mı? Artık siyasette devrimler bir faktör olmaktan çıktı mı?

Esas olarak evet diye düşünüyorum. Şu anlamda; planlı devrimler çağı,  yani Fransız Devriminin Marksizm elinde aşırı teorileştirilmesiyle ve Marksist devrim teorisine dönüştürülmesiyle açılan, bunun bütün uzantı ve serpintilerini de içeren planlı devrimler çağı kapanmış bulunuyor. Günümüzde artık birilerinin çıkıp “Mevcut demokrasi tamamen bir aldatmacadır. Bir burjuva aldatmacasıdır. Sahtedir. Görüntüden ibarettir. Demokratik mücadele olanakları kullanılmamalıdır. Demokrasi yoluyla değişim tercih edilmemelidir. Bunun yerine, tek yol devrim. Onun için biz gene ister gizli ister açık, legal, yarı-legal veya illegal bir devrimci parti kuralım. Ve ne pahasına olursa olsun halk kitlelerini kazanıp seferber ederek bu devrimin gerçekleşmesi için çalışalım. Biz bundan başka yol bilmeyiz” diye [özetlenebilecek] bir projenin içine girmesi, bunu yaygınlaştırmaya çalışması, bunu kitleselleştirmeye çalışması çok zor. Bunun başarı şansı herhalde sıfır. [Teorisi de yok, kurulamaz, maddî-manevî koşulları da yok.] Böyle bir siyasi opsiyon, böyle bir siyasi yöneliş opsiyonu ortadan kalkmış durumda. Onun için ben işte bunu, o planlanmış veya kastedilmiş devrimler, devrimci projeler çağı kapandı, devrimci parti projeleri çağı kapandı; ihtilâlci anlamında devrimci program ve platformlar çağı kapandı diye ifade ediyorum.

Öte yandan bu, kendiliğinden devrimler, devrimci patlamalar meydana gelmez demek değil. Onları bilemeyiz. Zaten mesele onlar değil. Toplumların geniş ölçüde hareketlenmesini nelerin tetikleyebileceğini önceden kestirmek hemen hemen imkansız. İran’ın haline bakın. Bir kadın Ahlâk Polisi tarafından öldürüldü ve İran haftalardır muazzam bir isyan içinde. Şimdi İran’da devrim olacak demiyorum. Ama bunu öngörmek imkânsızdı. Arap Baharı’nı da önceden görmek imkânsızdı. Gerçi başarıya ulaşamadı, yatıştı. Mısır’da Sisi diktatörlüğü [Sisi’nin şahsında modernist asker-bürokrat zümrenin diktatörlüğü] geri geldi, Müslüman Kardeşlerin muazzam beceriksizliği bunda çok büyük rol oynadı. Ama illâ ortada sübjektif anlamda [bilinç anlamında] devrimci özne faktörü olmaksızın da hiç beklenmedik bir şekilde toplumlar pat diye patlayabiliyor. Bu her zaman olabilir. Bu konuda bir görüşüm, bir kanaatim yok. [Acaba bugün çeşitli ülkelerde, Avrupa’da ve ABD’nin kendisinde gözlenen anti-demokratik yükselişler gelecekte yeni iç savaşlara, bu anlamda spontane devrimci patlamalara yol açabilir mi? Bilemiyorum. Sadece, korkuyla izliyorum diyebilirim.] Ama planlı devrimler çağının, evet, kapandığı kanısındayım. 

- Advertisment -