İdlib’te ağustos ayının son haftasından başlayarak Eylül ayı boyunca tırmanan Rus hava saldırıları, sonunda TSK kontrolündeki Afrin’in güneyindeki üç beldeyi hedef alınca Ankara’nın uzun süren sessizliği bozuldu. Afrin’in güneyindeki Barad kasabasına yapılan son saldırıdan otuz dört saat sonra Milli Savunma Bakanı Rusya’nın adını direkt olarak anmaktan kaçınarak bir açıklama yaptı.
Türkiye’nin 2018 yılında başlayan Rusya ile İdlib mutabakatı hikayesi boyunca hükümet pek çok talihsiz açıklama yapmıştı. Hattâ tarihleri biraz daha geriye sararak hatırlarsak, 2017 yılının şubat ayında Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtı Bab kenti çevresinde sürerken Rus savaş uçaklarının TSK birliklerini bombalaması ile üç askerin hayatını kaybettiği olaydan sonra Millî Savunma Bakanlığı (MSB) ‘kazaen’ tanımlaması yaparak talihsiz açıklamalar zincirini başlatmıştı. Eylül ayı itibari ile yükselen Rus hava saldırılarının ortasında bu talihsiz açıklamalara biri daha eklendi.
Orduya kurşun asker muamelesi
Rus saldırıları yükselirken Ankara’dan isimsiz yetkililer yabancı basına bir açıklama yaparak Türkiye’nin İdlib’e binlerce ek asker göndereceğini söyledi. Rusya’nın gözlem noktalarımızı, konvoylarımızı bombalamadığı, 2020 şubat ayında otuz dört Türk askerini öldürmediği bir ortam olsaydı, İdlib’e binlerce ek asker göndermek oldukça makul ve mantıklı görünebilirdi. Oysa Rusya, Türk gözlem noktalarını, TSK konvoylarını ve üslerini bombalamış ve Esed rejiminin bombalamasına göz yummuştu. İdlib’teki TSK birliklerinin en temel sıkıntısı hava savunma şemsiyesinden mahrum olmaları idi. Rusya’dan alınan S-400’ler de bu konuda çare değildi. Rusya istediği zaman üslerin veya konvoyların yakınlarını bombalıyordu. Yani kısacası İdlib’teki sorun piyade, komando ya da özel kuvvet sorunu değildi. Bu birlikleri koruyacak hava savunma sistemi yokluğuydu. Türkiye Rusya’dan izinsiz helikopter bile sokamıyordu İdlib’e.
Derken bu tartışmaların arasında hükümet, bazı gazeteciler üzerinden İdlib’e Hawk hava savunma sistemi konuşlandırıldı algısını oluşturma çalışmasına girişti. Oysa bu sistemler 2018’den beri İdlib bölgesinde vardı. Bir tanesi bile ateşlenmemişti. Suriye’yi çok yakından gözlemleyen pek çok kişi sorunun ne olduğunu biliyordu. Sorun bir savunma sistemi konuşlandırılmasında da değildi. Sorun siyasi iradeydi. Mesele herhangi bir sistemin Rusya’ya karşı kullanılması yönündeki kararın verilebilmesindeydi.
Tüm bu gerçeklere rağmen isimsiz Türk yetkililer Rus bombardımanına karşı İdlib’e binlerce asker daha gönderileceğini söyleyebiliyordu. Muhtemelen sivil bürokrasiden olduğunu tahmin ettiğim bu yetkililerin hangi motivasyonla kendi askerlerine kurşun asker muamelesi yaptığını halen merak etmekteyim.
Rusya’nın Türkiye noktalarına yahut Türkiye garantörlüğündeki noktalara ilk saldırısı değildi Afrin saldırıları. Son da olmayacak. Çünkü Moskova her fırsatta Suriye’de gücün kimde olduğunu Ankara’ya hatırlatmaya kararlı. Zira Ankara Rusya’nın direkt saldırılarını bile Esed rejimine atfederek Rusya karşısındaki konumunu kendi kendisine zayıflattı. Ankara’nın kırılgan ve yalnız durumu ise Rusya’ya tepki verebilecek kapasiteden uzak ve Ankara artık Moskova’yı dengeleyebilecek ABD kartından yoksun.
Bu manâda hafızamızı tazeleyecek olursak, Fırat Kalkanı harekât bölgesindeki Tarhin ve Mizele beldeleri yakınındaki yakıt tankeri garajlarına ve ilkel arıtma rafinelerine saldırılarından sonra ABD’den Rusya’ya tepkiler gelmişti. Yine aynı şekilde, İdlib ile Türkiye’yi bağlayan Bab el-Hava sınır kapısı yakınına Rus savaş uçakları tarafından yapılan, ancak MSB’nin Esed rejiminin roketlerle yaptığını iddia ettiği saldırılardan sonra ABD Rusya’ya tepki vermişti. Ama Afrin saldırılarından sonra herhangi bir tepki gelmedi. Sanırım Ankara bu konuda mesajı almıştır.
Denge politikasının çöküşü
ABD’nin stratejik önem sıralamasında artık Suriye çok yukarılarda değil. Türkiye de öyle. Ankara bunun farkında ve Rusya ile rekabetini sürdürmek için ihtiyaç duyduğu ABD’nin gönlünü almak için Kabil görevine talip olmuştu. ABD’nin YPG ile süren, ancak son iki senedir tonu giderek düşen ilişkisi, Ankara için Biden yönetimi ile iyi ilişkiler kurmak ve Rusya’yı dengeleyebilmek açısından hayati bir fırsat veriyordu. Ancak bu beklenti, ABD sisteminin odaklandığı büyük güçler rekabeti, Asya’daki ittifakların baskın çıkması ve Taliban’ın Kabil’i bir anda ele geçirmesi nedeniyle boşa düştü. New York gezisinden de büyük bir hayal kırıklığı ile dönüldü. Eski defterler açıldı ve ABD’nin YPG ile olan ilişkisi gündeme taşındı.
ABD’nin YPG’ye verdiği desteğin gündeme getirilmesinin amacı, hükümetin Batı ve ABD karşıtı bir söylemle beslediği milliyetçi akımı Rusya ile iş birliğine ikna etmek. Ne var ki bu konuda asıl sorun şu ki, 2019’dan bu yana Türkiye için sınır boyunca tehdit arz eden tüm bölgelerde YPG’nin koruyucusu Rusya – Tel Rıfat bölgesinde ise bu durum 2015’ten beri böyle. Bunu Türkiye kendi eliyle yaptı. Barış Pınarı harekâtı Moskova’nın açıklaması ile durduruldu. Zaten operasyondan önce bazı bölgelerden çekilmiş olan ABD’nin YPG ile ortak bulunduğu tüm sınır hattı üslerinde, YPG’nin yanına Rusya ve Esed rejimi yerleşti. ABD bu süreçten önce Ruslar ile dört ay müzakere ederken Türkiye’nin neden Menbic bölgesi konusunda bu müzakerelere müdahil olmadığı ya da olamadığı halen bilinmiyor. Ne var ki bu sürecin, Ankara tarafından bakkal kurnazlığı ile işletilmeye çalışılan denge politikasında sonun başlangıcı olduğu artık herkesçe malum.
ABD’nin kendisini maliyetli alanlardan çekip Asya’ya odaklayan yeni politikasında yer bulmak için riskli Kabil görevine bile talip olan hükümetin, ABD ile ilgili tavrının birden neden ters döndüğünü anlamamız uzun zaman alacak. “YPG’den S-400’e kadar her kötülüğün anası ABD’dir” şeklinde Cumhurbaşkanı’nın açıklamaları ile yeniden arz-ı endam eden ABD karşıtlığının, aslında Ankara’nın beceriksizce yürüttüğü denge politikasının çöküşünün ve Rusya ile daha da yakınlaşmanın kesin işareti olduğunu söylemek mümkün.
Rusya ile dostluk ne kadar rasyonel
Ankara’nın son iki yıldır ABD’nin YPG’ye yönelik silah sevkiyatlarının çok büyük oranda azaldığını ve Irak’tan giren konvoyların ABD üslerine yönelik olduğunu bilmemesine imkân yok. Aynı zamanda Rusya’nın Menbic, Ayn İsa ve Tel Temr’de YPG’nin TSK’ya karşı saldırıları gerçekleştirdiği operasyon odalarında örgüt ile hareket ettiğini bilmemesi de mümkün değil. Yine Rusya’nın Rakka kuzeyindeki 93. Tugay üssü, Rakka şeker fabrikası, Menbic’in Arima kasabasındaki ve Tel Temr’deki ortak üsler üzerinden YPG’ye aktardığı silahları da bilmemesi mümkün değil.
Yani Ankara, Rusya’nın en az ABD kadar YPG ile içli dışlı olduğunu biliyor. Normal ve rasyonel bir dış politika ve milli güvenlik politikası yürütülen bir ülkede, ABD’nin YPG ile olan ilişkisi kadar Rusya ile olan ilişki de gündeme gelirdi. Ancak Türkiye öyle bir ülke olmadığı için bu konu konuşulmuyor. Çünkü bu duruma, 2019 yılında Barış Pınarı harekâtı sonrasındaki mutabakat fiyaskosu ile Ankara olanak sağladı.
Böyle bir ortamda Rusya ile ilişkileri eski müttefiklik ilişkilerinin yerine konulacak şekilde ileri taşınmasının da, ülke milli güvenliği açısındah rasyonel hiçbir açıklaması bulunmuyor. Cumhurbaşkanı’nın Rusya ile ilişkileri ileri taşıma yönündeki sözlerinin ABD’ye yönelik bir açıklama olduğu yorumları ise birkaç ay önce kısmen geçerli olabilirdi. Ancak odağı değişmiş, demokrasi ve insan hakları gibi ilkelere bağlılığı yeni dönemdeki büyük güç rekabetinde aktif bir ölçüt olarak kullanacağını ifade etmiş olan ABD için Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem iç hem de dış politikadaki tercihleri nedeniyle, artık gündem değil. Bu ABD açısından oldukça rasyonel bir tavır.
Ancak Libya’dan Kafkaslara, Suriye’den Afrika’ya kadar Rusya ile hiçbir ortak paydası olmamasına, İdlib’te direkt olarak 34 askerin hedef alınmasına, YPG’nin TSK’ya yönelik saldırılarına göz yumulmasına ve ekonomik olarak büyüyen ticaret hacminin her geçen yıl Türkiye aleyhine büyümesine rağmen Erdoğan’ın “Biz Rusya ile ilişkilerde şu ana kadar herhangi bir yanlış görmedik” ifadesi, Ankara’nın Rusya konusunda ülke milli güvenliği ve çıkarlarından ziyade başka saiklerle hareket ettiğinin, rasyonel karar alma kabiliyetini yitirdiğinin en net göstergesi.
Soçi’ye bakmak
Artık birçok etmenin de etkisiyle, Batı ve ABD ile ilişkileri gergin durumdaki Erdoğan’ın Putin ile Soçi’de gerçekleştireceği toplantı hiç olmadığı kadar farklı olacak. Moskova Ankara’nın içine düştüğü durumu sonuna kadar kullanacak. Erdoğan Soçi’ye hiç bu kadar eli zayıf gitmemişti. Hakeza Putin de hiç bu kadar güçlü bir pozisyonda Erdoğan’ı ağırlamamıştı.
Bu manâda Soçi’nin, bir dizi karar ve süreç sonucunda uluslararası desteğinin çoğunu reel olarak kaybetmiş durumdaki Erdoğan’ın Putin karşısındaki en zor toplantısı olacağı çok açık. Sahadaki gelişmeler de bu eğilimi güçlendiriyor. Ancak bir yandan da Moskova’nın toplantıyı istediği noktada tutmak için ılımlı açıklamaları da göze çarpıyor. Lavrov’un İdlib’te Türkiye’nin sorumluluklarını çok yavaş da olsa yerine getirdiğine dair açıklaması muhtemelen bir yumuşatma açıklaması idi. Ancak bu açıklamanın, Soçi’de gündem olacak İdlib ve radikal gruplar maddesi konusunda Erdoğan’ın üzerindeki baskıyı ne kadar hafifleteceği tartışılır.
Levent Kemal’in makalesinin tümü için:
https://www.perspektif.online/sociye-bakmak-kursun-askerler-suriye-ve-turk-dis-politikasi/