Ana SayfaHaberlerGündemBırakın bu (siyasi) ayakları

Bırakın bu (siyasi) ayakları

 

Tam sokak ağzı gibi oldu bu. Doğru tahmin ettiniz; bu yazının başlığı, FETÖ’nün “siyasi ayağı” tartışmasına bir gönderme. Hepimizin tanıklığı altında, İktidar ve muhalefet birbirlerini Gülen örgütüyle iş tutmakla suçluyorlar. Münazara kıvamında retoriklerle yeniden pişirilip masaya sürülen bir tartışma bu. CHP ve liderinin bu konuyu Erdoğan’ı sıkıştırmakta çok kullanışlı bir malzeme zannettiklerini biliyoruz. Bana sorarsanız yanılıyorlar. Konunun izlediğimiz argümanlar üstünden tartışılmasının, kutup körleşmesine maruz kalmış, yankı odalarına hapsolmuş taraftarlar dışında kimseyi ikna edeceğini sanmıyorum.

 

Bu durum her iki taraf için de geçerli. Çünkü aslında iki taraf da haklı. Hem AKP ve Erdoğan ve hem de CHP ve Kılıçdaroğlu değişik evrelerde bu küresel/ sızmacı/ istihbarat örgütüyle iş birliği yaptılar. Eğer gerçekten adalet duygunuzu siyasi fanatizme kurban vermemişseniz; biraz dürüst ve nesnel olabilmeyi başarabiliyorsanız bu örgütün nasıl bir zeminde varlık bulabildiğini; hangi siyasi dinamiklerden ve zaaflardan beslendiğini fark edersiniz. Onun vücut bulması, güçlenmesi, doğrudan darbeyle iktidarı almaya cüret edecek konuma gelmesi, tek bir siyasi aktörün tercihleriyle açıklanabilecek bir süreç değil. Çok faktörlü, çok katmanlı bir olguyla karşı karşıyayız.

 

Gülen’in 50’li yıllara kadar giden bir geçmişi olduğu biliniyor. Ne zaman sıradan bir inanç çevresi olmaktan özel misyonlu bir örgüt olmaya evrildi, bunu bizim gibi insanların bilmesi imkânsız ve zaten konuyu anlamak için bu şart da değil. Çünkü, tam tarihini bilmesek de bu örgütün uluslararası fonksiyon gören, en gelişmiş istihbarat bilgileri ve teknikleriyle çalışabilen, bürokrasiye sızmacı yöntemlerle el atan bir yapı haline gelmesi son yılların işi değil. Bu mimarinin arkasında, uzun yılların emeği ve CIA/MOSSAD patentli bir aklın olduğunu düşünmek, herhalde gözümüzün önünde cereyan eden bunca olaydan sonra bir insanı komplocu yapmaz. Rus istihbaratının Gülen örgütünü ulusal güvenlik tehdidi olarak gördüğü, okullarını 2000’li yılların başında yasakladığı biliniyor. Bu örgütün 11 Eylül’den sonra Afrika ülkelerine açıldığı da… Evet, bütün İslami coğrafyada öncelikle eğitim sektörünü merkeze alarak yayılmaya çalışan bu sızmacı operasyonel istihbarat örgütünün ne yazık ki ana vatanı Türkiye. Ve en büyük hasarı da bu ülkeye verdi.

 

Askeri vesayet rejiminin gerçekleri ortadayken; eğitim kurumları üzerinden küçük yaşta devşirdiğiniz muhafazakâr insanlara “kimliğini gizleyerek devlete sızma” yı bir yöntem olarak önerdiğinizde o insanların bunu yadırgaması veya ahlaken reddetmesi için bir neden gösterebilir misiniz Türkiye’de? O insanların, küçük yaşlardan itibaren himmetini görmüş oldukları bu dayanışma dünyasına bağlanmaları; kişisel kaderlerini onunla özdeşleştirmeleri neden şaşırtıcı olsun? Üstelik bunun, yüce bir inanç, yüksek erdemler uğruna yaşanan bir tercih olduğuna inandırılmışsanız başka bir hayatı kirli de bulursunuz…

 

Gülenciliğin demet demet vasıflı insan devşirip onları manipüle etmesi kolay anlaşılabilir bir şey. Asıl anlaşılması güç olan, istihbaratından yargısına, üniversitesinden medyasına kadar kontrol ettiği geniş imkanlarıyla Genel Kurmay’ın merkezinde yer aldığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu süreci nasıl engelleyemediğidir.

 

AKP 2002 seçimlerini kazanarak hükümet kurduğunda devletle ilişkisi sıfır olan; tamamen dışarıdan gelen bir hareketti. Daha önemlisi, müesses nizamın tehdit gördüğü bir partiydi AKP. Seçmen sizi hükümet yapar. Fakat yönetmek için kurumlara, kurumları bilen insanlara, sözünüzün geçeceği bürokratlara ihtiyacınız vardır. Batı çalışma grubuyla, 28 Şubatçı generallerle, hangi partiyi kurduysanız kapatan hakimlerle, anayasayı çiğneyen anayasa mahkemeleriyle nasıl baş edeceksiniz? Ülkeyi nasıl yöneteceksiniz, darbecileri nasıl durduracaksınız, kendinizi nasıl koruyacaksınız?

 

AKP yönetiminin bürokraside yaslanacağı tek güç vardı: o zamanki adıyla Gülen Cemaati. 28 Şubat’ın dumanı tütüyordu. Generallerin “post modern darbe” yapmakla övündükleri zamanlardı. Ordunun laik rejimin bekçisi olduğunun durmadan hatırlatıldığı, darbe tehditlerinin üst üste savrulduğu, yüksek rütbelilerin ağzından çıkan her sözün manşet olduğu günlerden geçtik. Paşaların başını çektiği; onlara “bu iş bitmiştir” dedirten kalabalıkların toplandığı, kalpaklı bayraklarla “ordu göreve” pankartlarının taşındığı Cumhuriyet Mitinglerini hatırlamayan var mıdır?

 

Özetle; devlet içinde, kurulu düzen güçleriyle dışarıdan gelen sivil siyaset arasında güçlü bir kavga patladı. Bu kavgada vesayet güçlerinin kural tanımazlığının zengin örneklerine tanık olduk. Cevap, Ergenekon/Balyoz başta olmak üzere bir dizi ceza soruşturmasıyla geldi. Komutanlar herkesin şaşkın bakışları arasında cezaeviyle tanıştı. At iziyle it izi; gerçekle komplo birbirine karışmaya başladı. Bir yanda tatbikat maskesi ardında ayan beyan darbe provaları yapılırken öte yandan saçma sapan casusluk soruşturmaları iç içe geçti. Gülenciliğe dokunanlar hakikaten yanarken, Genel Kurmay’dan da e bildiriler yayınlanıyordu.

 

Vesayet düzenine karşı yürütülen mücadelenin tek merkezli olmadığı anlaşılıyordu. Daha o günlerde AKP liderliğini aşan başka bir inisiyatifin etkili biçimde devrede olduğunu ele veren çok ciddi işaretler vardı. Erdoğan’ın bu inisiyatife yol verdiği, kendisine sağlanan büyük avantajın farkında olduğu bir gerçektir. O’nun “yanıldık” itirafını biraz kazımak gerekir. Ben bu itirafı çok masum bulmayanlardanım. Evet yanıldığı doğru ama hangi konuda? Örgütün niteliğini mi doğru okuyamadı? Kendisine alan açma iştahının mı farkında değildi? Dış güçlerle ilişkisinden mi hiç kuşkulanmadı? Baktığında karşısındakini bir “Hizmet Hareketi” mi görüyordu? Bunların inandırıcı bir tarafı var mı? Özellikle Hakan Fidan’la birlikte önüne işin aslını anlatan raporlar gelmemiş olması asla gerçekçi değil. Erdoğan’ın yanılgısı, örgütün gücünü tartmaya ilişkindir. Neleri göze alacağını doğru kestirememiş, kendi gücüne de haddinden fazla güvenmiştir kanımca. Fakat ironik olan şudur ki, bu konuda bile onun yanıldığını söylerken tereddüte düşebiliriz; çünkü hakikaten de günün sonunda kazanan örgüt değil Erdoğan olmuştur…

 

Hukuk tanımaz vesayet rejiminin, kendisi de hukuk tanımaz ucu karanlık kirli bir istihbarat örgütü eliyle tasfiyesi, bu ülkenin gerçekten kahredici kaderiymiş. O günlerdeki heyecanımı hatırlıyorum. Demokratikleşme fırsatını yakaladığımızı düşünürken, dönüp dolaşıp 15 Temmuz’a toslamak; eski rejimi aratacak kadar otoriterleşmeye, yargısı/medyası/üniversitesi ile bütün kurumların tek bir kişinin iradesi arkasında hizaya girdiği keyfi bir yönetime maruz kalmak… Bu, az buz bir hayal kırıklığı değildir…

 

Bir de benim gibi AKP’nin otoriterleşmeye dümeni kırdığında hayal kırıklığı yaşayanlara bakıp, kibirle ve kızgınlıkla küçümseyenler; kendilerinin baştan beri AKP iktidarının yıkılması gerektiğini savunmakta haklı çıktıklarından zerrece kuşku duymayanlar var. İslamofobyalarının rehberliğinde yürümekten hoşnut olanları kastediyorum. Onlar, bizim gibi düşünenlerden çok daha erken bir tarihte; ordunun darbe yapamayacağını fark ettiklerinde hayal kırıklığı yaşadılar.

 

Sonraki yıllarda Gülenist hareket hükümete karşı öldürücü ataklara kalkıştığında; 17-25 Aralık’larda, MİT tırlarında, Çözüm Sürecinde örgütle iş tutmaktan kaçınmadılar.

 

Velhasıl bu FETÖ felaketinin siyasi sorumluluğu kimdedir tartışması ucuz bir fırsatçılıktan başka bir şey gibi gözükmüyor.

 

Başa dönersek…

 

Bırakalım bu ayakları.  

 

                 

 

 

 

- Advertisment -