Ana SayfaHaberlerGündemDevlet içinde devlet olmak (*)

Devlet içinde devlet olmak (*)

 

Koronavirüs tehdidi nedeniyle bütün dünyada iktisadi faaliyetlerin sınırlandırılması, bilhassa hayatlarını düşük gelirlerle temin etmek zorunda olan toplumsal kesimlerin içinde bulunduğu şartları daha da ağırlaştırdı. Onların mağduriyetlerinin kısmen de olsa giderilmesi ve hayati ihtiyaçların karşılanması, fiili bir seferberlik halini zorunlu kılıyor.

 

Her yerde geniş bir sosyal yardımlaşma ağının kurulması gerekiyor. Bu da herkesin ve her kurumun üzerine vazifeler yüklüyor ki, belediyelerin bunların başında geldiği açık. 1 Nisan’da Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, belediyeye ihtiyaç için başvuranların sayısının 124,508’e, işini kaybeden vatandaşlardan gelen gıda ve nakit başvurusu sayısının ise 22,849’a ulaştığını açıkladı. (https://twitter.com/mansuryavas06)

 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da, üç günde belediyeye 266,470 ailenin gıda yardımı için talepte bulunduğu bilgisini verdi. İleriki günlerde bu taleplerin katlanarak büyüyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. (https://twitter.com/ekrem_imamoglu/status/1247218797972512768)

 

Söz konusu rakamların işaret ettiği başlıca iki husus var: Birincisi, virüs Türkiye’yi ekonomik olarak sıkıntılı olduğu bir dönemde yakaladı. İktisadi gücü sınırlı merkezi otoritenin, salgının üstesinden tek başına gelmesi mümkün değil. Zaten bütün yükün merkezi yönetimin üzerine yıkılması ne doğru ne de işlevsel olur.

 

İkincisi, vatandaşların yardım için başvurduğu ilk adreslerden biri, kendilerine en yakın kamu idareleri olan belediyelerdir. Dolayısıyla yardım bekleyenlerin çağrısına cevap vermek, belediyelerinin temel sorumluluklarından biridir. Olağanüstülük arz eden böylesi dönemlerde belediyelerin bu sorumluluğun artacağı da izahtan varestedir.

 

Belediyeler, bir taraftan salgının yayılmasını önlemek ve salgın kaynaklı tehlikeleri asgariye indirmek için gerekli tedbirleri almak, diğer taraftan da ihtiyaç sahibi vatandaşların ihtiyaçlarını karşılayıp hayatlarını mümkün mertebe kolaylaştırmak için gerekli organizasyonları yapmakla mükelleftir.

 

Üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek

 

Belediyelerin bunun için — kanun dairesinde — ellerindeki bütün imkânları sahaya sürmeleri ve bu çerçevede bağış almaları tabiidir. Hattâ denilebilir ki, belediyelerin geçim sıkıntısı çeken vatandaşlara destek olmak gayesiyle bağış toplaması zaruridir. Birçok sivil toplum kuruluşunun kollarını sıvadığı bir ortamda belediyelerin dayanışma ve yardımlaşma faaliyetlerinden uzak durması düşünülemez.

 

Ne var ki Türkiye’de olmaması gereken bir şey oldu ve belediyelerin bu çabalarına hükümet tarafından müdahale edildi. İçişleri Bakanlığı, valiliklerden izin almadıkları gerekçesiyle belediyelerin bağış kampanyalarını durdurdu, hesaplarını bloke etti.  Mevcut şartlar altında, kendisinin ülke çapında yürüttüğü mücadeleye yerel yönetimleri ve sivil toplum kuruluşlarını da ortak etmesi gerekirken, nihayetinde zorda olan vatandaşların lehine olacak bir girişimi engelledi ve toplumun genel yararına aykırı davrandı.

 

Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir tercih bu. Evvelâ, gerek Belediye Kanunu ve gerekse Büyükşehir Belediye Kanunu, belediyelere bağış toplama yetkisi ve imtiyazı veriyor. İçişleri Bakanlığı ise, belediyelere kanunen tanınan bu yetkiyi genelge ile tırpanlıyor. Bu, normlar hiyerarşisini hiçe sayan açık bir hukuksuzluk halidir. Bakanlığın yaslandığı zorlama hukuki yorumlar, bu hukuksuzluğu örtmeye yetmez.

 

Kaldı ki eğer amaç dayanışmayı büyüterek yardımların ihtiyaç sahiplerine acilen ulaşmasını sağlamak olsaydı, belediyelerin kampanyalarını durdurmak yerine valilerin izin formalitesi yerine getirilir ve yola devam edilirdi. Ancak İçişleri Bakanının bir televizyon programında yaptığı açıklamalar, amacın üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu net bir şekilde ortaya koydu. Bakan Soylu, belediyelerin bağışlarına müdahale eden genelgeyi iki nedene dayandırdı.

 

“İşkillenme”

 

Nedenlerden birincisi, Soylu’nun CHP’li belediyelerin topladığı bağışlardan ve bu süreçte kullanılan dilden “işkillenmesi” idi. Bazı televizyon kanallarında CHP’li belediyelerden bahsedilirken kullanılan “yerel hükümet” ifadesi HDP’lilerin “özyönetim” ifadesini hatırlatıyor ve Bakan bunu “devlet içinde devlet yaratma” niyetinin bir göstergesi olarak okuyordu. 

 

Soylu’ya göre, devlet izin vermeden banka numaraları açıklayıp yardım toplamak “devlet içinde devlet, yeni bir hükümet oluşturmak isteği” anlamına geliyordu. CHP’li belediyelerin bağış almalarıyla ilgili olarak konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan da aynı kanıdaydı. “Devlet içinde devlet olmanın anlamı yok” diyen Erdoğan, Soylu’ya destek verdi.

 

İkinci neden ise, CHP’li belediyelerin HDP’li belediyelere örnek olmasıydı. Soylu’ya göre, CHP’li belediyelerin önü kesilmediği takdirde HDP’li belediyeler de aynı yola başvurabilir, bağış toplayabilir ve topladıklarını da terör örgütüne kaynak olarak kullandırabilirdi. İçişleri Bakanı olarak görevi, bu tehlikeyi bertaraf etmekti ve onun yaptığı da buydu.

 

İktidarın dillendirdiği her iki argüman da son derece zayıf. HDP’den başlayalım; öncelikle HDP’nin çok sayıda belediyesine kayyım atandı. 31 Mart seçimlerinde 65 belediye kazandı. Bunların 6’sına mazbata verilmedi, 40’ına da kayyım atandı ve sonuçta HDP’nin elinde 65 belediyeden sadece 18’i kaldı. Fiilen HDP adına yardım toplayabilecek bir belediyenin ortada olmaması, bu gerekçeyi daha baştan anlamsız kılıyor. (https://artigercek.com/haberler/akp-secimle-alamadigini-kayyimla-gasp-etti-65-belediye-kazanan-hdp-nin-elinde-18-i-kaldi)

 

Mamafih asıl vurgulanması gereken bir başka husus var: HDP yasal bir siyasi parti ve Meclis’teki en büyük üçüncü gruba sahip. AK Parti, diğer partiler ve onların belediyeleri hangi hukuki yetkilerle teçhiz edilmişlerse, HDP ve belediyeleri için de aynısı geçerlidir. Kanun sınırlarında kaldıkları müddetçe vazifelerini yapar, hak ve yetkilerini kullanırlar. Lâkin kanun dışına çıkarlarsa, diğer parti ve belediyelere olduğu gibi onlara da yasalar tatbik edilir ve hukukun gereği neyse o yerine getirilir.

 

Bunun dışındaki her türlü uygulama hukuk dışıdır. Eğer toplumsal birlikteliğin zeminini hukuk oluşturacaksa, başta iktidar olmak üzere herkesin hukuka riayet etmesi gerekir. Hukuk ise, iktidarın ya da bakanın işkillenmeleriyle hükmetmez, hükmedemez. Onun kuralları vardır; oyun, o kurallar dâhilinde oynanır. Aksi bir kabul, herkesin kaderini bakanın iki dudağının arasına hapseder. Bakanın varsayımlarını bir hakkın kullanılmasını engellemek için yeterli görmek, bakanın şüphelendiği herkesin, her partinin ve her kurumun haklarını ve özgürlüklerini onun eline teslim etmek anlamına gelir.

 

Devlet, egemen iradedir

 

“Devlet içinde devlet olmak” iddiasına gelince; bir kere, Anayasaya göre Türkiye’de devlet teşkilatı “merkezi idare” ve “mahalli idare” olmak üzere iki parçadan oluşur. Mahalli idareler, yerel halkın ortak ihtiyaçlarını karşılamak üzere kanunla kurulurlar ve vatandaşlara karşı sorumluluklarını yerine getirmek üzere yine kanunla birçok yetkiye sahip kılınırlar. Yani belediyeler, zaten devlet teşkilâtının bir parçasıdır, devletin kendisidir.

 

Devlet, egemen iradedir. Bir yapı, ancak egemenlik kurduğunda ve bu egemenliğe dayanarak işlediğinde devlet sıfatını kazanır. Belediyelerin yasalardan kaynaklanan bir yetkiye göre davranmaları, onları egemen yapmaz. Yani bağış almakla devlet olunmaz.

 

Ayrıca, CHP’nin belediyeler üzerinden devlete karşı bir kalkışmaya yöneleceğini ve bağış toplamayı fırsat bilerek devlete karşı ayaklanacağını öne sürmek, mantıkla bağdaşmaz. Herhalde en fanatik CHP karşıtları bile, böyle bir iddiayı ancak müstehzi bir ifadeyle karşılarlar. 

 

Toplumu öcülerle korkutmak

 

İktidarın hukuki ve siyasi açıdan dayanaksız olan bu tavrının iki açıdan önem taşıdığı kanısındayım. İlki, AK Parti’nin dün bulunduğu nokta ile bugün geldiği yer arasındaki farkı göstermesidir. İktidarının ilk dönemlerinde AK Parti, müesses nizama kaşı mücadelesinde, yerel yönetimleri güçlendirmek için ciddi bir çaba sarf ediyordu. Merkezin elinde topladığı yetkileri yerele dağıtmak, böylece hem gücün paylaşılmasını sağlamak hem de demokratik katılımı güçlendirmek için reform tasarıları hazırlıyordu. AK Parti’nin yerelin yetkilerini güçlendirmek ve kaynaklarını kuvvetlendirmek için girdiği bu yolda, karşısına CHP ve o dönem cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Sezer dikiliyordu. Sezer ve CHP, AK Parti’yi ülkeyi bölmekle ve devlet içinde yeni devletler yaratmakla suçluyordu. 

 

Gün döndü, devran değişti; AK Parti müesses nizama dönüştü. Müesses nizam gücü paylaşmaz, bütün yetkileri kendi elinde tutarak herkesi ve her kesimi kontrol etmeyi ister. Bu nedenle AK Parti de dün muzdarip olduğu ve sertçe eleştirdiği ne varsa, bugün fazlasıyla onları uyguluyor. Dün, merkeziyetçiliği çözmek ve devleti hızlandırıp daha işlevsel hale getirmek için yerele güç aktarmaya gayret eden AK Parti, bugün yerelin zaten kısıtlı olan yetkilerini de ellerinden alma ve alanını daha da daraltmaya çaba harcıyor. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinden sonra, belediyelerin yetkilerini makaslamaya ve çalışmalarını tökezletmeye gayret etmesi, bunun tezahürleri.  

 

İkincisi ise, korku siyasetidir. Hukuki ve siyasi kavramların kullanılması bile bir tehdit unsuru olarak mimleniyor. İktidarın bakışıyla örtüşmeyen bir görüş ifade edildiğine hemen tehlike çanları çalınıyor, görüş ve sahipleri ânında kriminalize edilerek muhalefet bastırılıyor. İktidar, umut yaratamayınca korkuya daha çok ihtiyaç duyuyor ve destekçilerini arkasında tutmak için sürekli korku pompalıyor.

 

Hülâsa iktidar, anti-demokratik ve gayri-hukuki uygulama ve düzenlemelerini, hep korkuyu büyüterek topluma kabul ettirmeye çalışıyor. Ancak 31 Mart yerel seçimleri, birilerini topluma “öcü” olarak göstermeye ve bu öcülerle toplumu korkuya esir etmeye dayanan siyasetin bir sınırı olduğunu gösterdi. O vakit tutmayan öcü siyasetinin bundan sonra tutması çok daha zor.

 

(*) Perspektif, 08.04.2020

https://www.perspektif.online/tr/siyaset/devlet-icinde-devlet-olmak.html

- Advertisment -