“Joseph Fouché nereye oturacak acaba? Radikallerin yanına, tepeye mi, ılımların yanına düzlüğe mi? Joseph Fouché uzun süre duraklamıyor.
O ömrü boyunca yalnızca tek bir yana bağlanmış ve bağlı kalmıştır; gücü elinde tutanlardan, çoğunluktan yanadır. Böyle olduğu içindir ki, bu kez de içinden oyları sayıyor ve o sırada Jirondenlerin yumuşak davranıştan yana olanların gücü elde bulundurduğunu görüyor ve gidip onların sıralarına oturuyor.”
Stefan Zweig, Fransız Devrimi’nin ardından Konvansiyon’a seçilen 32 yaşındaki Fouché’nin siyasetteki ilk karar anını onun adını taşıyan meşhur biyografisinde böyle anlatır.
Ama bu, eski papaz ve matematik öğretmeni Fouché’in siyasetteki ilk hesap kitabı olmayacaktır.
Bir yıl geçmeden güç dengesinin değiştiğini görünce Jakobenler safına geçecek, özgürlük için adını Lyon Kasabı’na çıkaracak en acımasız katliamlara imza atacak, Jakobenler düşerken Robespierre’i giyotine gönderenler arasında yer alacak, sonra iktidarı ele geçiren Napolyon’un muhbir teşkilatının başına geçip eski arkadaşlarını ihbar edecek, Bourbon Hanedanlığı tahta geri dönerken de onların yanında duracak ama son kralın idamı için el kaldırdığı hatırlanınca çekirge bir kere daha zıplayamayacaktı.
Güç dengelerinin sık sık değiştiği Türkiye de bir Fouché’ler ülkesi.
En garantili pozisyon her zaman güçlü olanın tarafında kalmaya çalışmak ve iktidar imkanlarından azami yararlanmak için de orada en şahin pozisyonu takınmak…
Son dönemde de yerli Fouchélerin başarı hikayeleri göz kamaştırıyor.
Onlardan biri de geçen hafta Viyana’ya büyükelçi olarak atandı.
Ama önce bu atamayla ilgili öne sürülen ciddi bir iddiaya daha yakından bakalım.
Günlerdir ülkücü çevreler, Türkiye’nin yeni Viyana Büyükelçisi Ozan Ceyhun’un 80 öncesinde bir ülkücünün katili olduğu iddiasıyla bu atamaya itiraz ediyorlar.
Ceyhun, iktidara yakın Hürriyet gazetesine konuştu ve bu iddiaları reddetti:
“Sayın Mustafa Eroğlu’nun şehit edilmesi hadisesi ile bu konuda suçsuzluğum kanıtlanmış olmasına rağmen hâlâ adımın zikredilmesini üzüntüyle, esefle, hayretle karşılıyorum. Özellikle adımın anıldığı menfur hadisenin yaşandığı iddia edildiği dönemde (1977) ben 16 yaşında bir çocuktum. Adanalı olmama rağmen Adana Yurdu’nun nerede olduğunu da bilmiyorum. Şimdiye kadar sustum. Ama yazılanları ve bu yalanlara inananları gördükçe şaşırıyorum. Hakkımdaki o iddia ben yurt dışına çıkıp normal yaşamımı sürdürürken ortaya atıldı. 12 Eylül mahkemesinde adımı işkence altında zorla söylediklerini dile getiren iki kişinin beraat etmelerine rağmen mağduriyeti ben yaşadım. Bu konuda bir gençlik hatası yaptım. Bir darbe mahkemesi tarafından haksız yere suçlanmamı onur meselesi yapıp, “Darbeci bir rejimin mahkemesine çıkıp o mahkemenin hakimlerine suçsuz olduğumu söylemeyi kendime yediremiyorum, çünkü suçsuzum” dediğim için sivil bir mahkeme nezdinde beraatıma karar verilmesi uzun zaman aldı. Bu konuda gençlik hatama kendim de kızmaktayım. Dava, iddia edildiği gibi zaman aşımından düşmedi, beraatla sonuçlandı. Çok haksız, 12 Eylül kumpaslarına uygun bir suçlamaya maruz kaldım, ardından da bir şekilde 12 Eylül mağduru olarak sıkıntı çektim.”
Bu atama ve iddialar üzerine en çok merak edilen ise iktidar ortağı MHP’nin lideri Devlet Bahçeli’nin ne diyeceğiydi. Nihayet dünkü grup toplantısında Bahçeli de sessizliğini bozdu:
“1 Mart 1977'nin sabah ezanı vakti, 14-15 kişiden oluştuğu tahmin edilen hainler önce uzun namlulu silahlarla İstanbul Adana Öğrenci Yurdu'nu taramışlar, arkasından da taarruz tipi el bombası atmışlardır. Ülküdaşımız Mustafa Erol bu şerefsiz saldırıda şehit olmuştur. Karlı bir İstanbul günü, aziz naaşı Türk bayrağıyla sarılmış, Muratpaşa Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Merkezefendi Mezarlığı'na Fatihalarla ve gözyaşları eşliğinde defnedilmiştir. Hepimizin hafızasına mıh gibi işleyen, gören herkesi duygulandıran karlı bir günde omuzlarda taşınan şehit naaşının resmedildiği fotoğraf hiçbir zaman gözümüzün önünden gitmemiştir. Ancak merhum şehidimiz Mustafa Erol'un katilinin kim ya da kimler olduğu belgeli, berrak ve resmi olarak tam bilinmeden, hatta mahkeme tutanakları iddiaları doğrulamazken, sosyal medyada provokasyon yapan, pusu kuran, ajitasyona yeltenen, bize dava öğretmeye, şehitlerimizi hatırlatmaya, MHP'yi yargılamaya çalışan art niyetli kişilerin varlığı da teker teker açığa çıkmıştır… sanki katil bulunmuş da buna göz yumuyormuşuz gibi bir algı oluşturmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Buna alet olan arkadaşlarımız da karanlık kampanyayı servis etmişlerdir. Bizim Viyana Büyükelçiliğine atanan şahısla ilgili ortak hiçbir noktamız yoktur. Geldiği yer bellidir, hüviyeti bellidir, mazisi bellidir. Sorumluluk elbette hükümetindir. Bu atamayı maske yaparak Cumhur İttifakı'na husumet kusanlar, bilip bilmeden, partimizin resmi görüşü teşekkül etmeden akıntıya kapılanlar yanlış yapmışlar, ters köşeye yatmışlardır.”
Herhalde dikkatlerden kaçmamıştır.
Bu iki açıklamada ve bu konuda konuşanların açıklamalarında öldürülen ülkücü genç için iki ayrı isim zikrediliyor: Mustafa Erol ve Mustafa Eroğlu.
İsimleri birbirine benzese de aslında iki farklı kişiden ve iki ayrı cinayetten bahsediyoruz.
Karlar altında cenazesi taşınan Mustafa Erol, Bahçeli’nin anlattığı gibi 1 Mart 1977’de İstanbul Şehremine’deki Adana Öğrenci Yurdu’na atılan bomba sonucunda hayatını kaybeden ülkücü gençti. Yurdun biraz ilerisindeki Ocakbaşı Kıraathanesi’nde kahvecilik yapan Mustafa Erol’un feci şekilde ölümüne neden olan o bombayı atan teröristler bulanamadı.
Ozan Ceyhun’un yargılandığı dava da zaten bu değildi. Onun yargılandığı dava, 31 Temmuz 1980 sabaha karşı İstanbul Sarıyer Yeniköy’de çalıştığı inşaatta öldürülen 31 yaşındaki ülkücü Mustafa Eroğlu’nun cinayet davasıydı.
Yani hem Ozan Ceyhun yargılandığı davayı hatırlamamış hem de Devlet Bahçeli isimleri birbirine karıştırmış görünüyor.
İşin bu kısmı her bakımdan dikkat çekici ve ibretlik.
Ozan Ceyhun’un içeriğini karıştırdığı ülkücü Mustafa Eroğlu’nun cinayetinden yargılanmasının kısa hikayesi ise şöyleydi:
Darbenin hemen öncesinde meydana gelen bu cinayetle ilgili darbenin ardından yakalanan bazı sanıkların ifadeleri doğrultusunda Devrimci Yol’a bağlı silahlı Devrimci Savaş Birlikleri militanları olarak Ozan Ceyhun, G.E., E.A. hakkında arama kararı çıkarılmıştı.
Diğer iki sanık 1981 yılının ilk aylarında yakalandı. Bir süre Türkiye içerisinde saklanan Ozan Ceyhun ise 20 yaşında yurtdışına kaçtı.
Yakalanan iki sanık İstanbul Sıkıyönetim 2 No'lu Askeri Mahkemesi'nde idamla yargılandılar. Ama delil yetersizliğinden 1986’da beraat ettiler Beraatları da 1991’de Askeri Yargıtay tarafından onandı.
Ama Ozan Ceyhun, firari olduğu için onunla ilgili tutuklama kararı devam etti. Bu arada önce Avusturya’ya ardından Almanya’ya geçen Ceyhun siyasete atıldı, Alman Yeşiller Partisi içinde yükseldi.
Türkiye’ye girişini engelleyen tutuklama kararının kaldırılması için babası yazar Demirtaş Ceyhun İçişleri Bakanlığı nezdinde girişimlerde bulundu, ifadesinin alınması için Almanya’daki adresi savcılığa bildirildi.
Bu girişimlere kızan Beyoğlu Savcılığı, soruşturmayı yeniden açtı ve zaman aşımının dolmasına az bir süre kala, cinayetten 17 yıl sonra Ozan Ceyhun hakkında 1997 yılında Interpol’den kırmızı bültenle arama kararı çıkarıldı.
Ceyhun, 1998 yılında Almanya’da trafikte çevrilerek gözaltına alındı. Birkaç ay sonraki seçimlerde Yeşiller Partisi’nden Avrupa Parlamentosu’na girmek üzeredir. Bu gözaltı siyasi tartışmalara neden oldu.
1998 yılında Beyoğlu’nda mahkemesi tekrar görülmeye başlandı. Türkiye’deki sol siyasetçiler ve ünlü bir yazar olan babası Avrupa Parlamentosu’na girecek Türk siyasetçi hakkında “12 Eylül yargısının haksız bir uygulaması” olarak gördükleri tutuklama kararının kaldırılması için hükümet nezdinde girişimlerde bulundu. Mahkeme önce tutuklama kararında terör örgütü kabul edilen Dev-Sol adını Dev-Yol olarak düzeltti, hakkındaki tutuklama kararı kaldırıldı, Almanya’da ifadesi alındı ve nihayet 2000 yılında mahkeme delil yetersizliğinden beraatına karar verdi.
Büyükelçi atanmasıyla ilgili tartışılan cinayet dosyasının hikayesi böyle. Ama esas tartışılması gereken Fouché hikayesi bundan sonra başlıyor.
1998 yılında Ozan Ceyhun Alman Yeşiller Partisi’nden Avrupa Parlamentosu’na girdi.
Yeşiller Partisi’nin göçmenler ile ilgili biriminin başındaydı.
71 muhtırasından sonra işkence görmüş, 12 Eylül’den sonra tutuklanmış Kemalist-solcu yazar Demirtaş Ceyhun’un 12 Eylül’den sonra ülkeyi terk etmiş oğlunun bu başarı hikayesi o günlerin Cumhuriyet gazetesindeki bir köşe yazısında şöyle övülmüş:
“Ne güzel adlar koymuşuz çocuklarımıza… Bizim çocuğumuzdu Ozan. Onların çocuklarının otel lobilerinde adam dövmekten, hırsızlığa, hayalcilikten, kokainciliğe kadar her türlü pisliğe bulaştığı yıllarda o Almanya’da siyasi yaşamının basamaklarını tırmanıyordu koşarcasına…”
Ozan Ceyhun, bir taraftan Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’nin insan hakları, demokrasi, Kürt meselesi politikalarına karşı eleştirel bir Yeşiller milletvekili çizgisini izledi.
Türkiye’ye terörle mücadele ve sınır ötesi operasyonlarında kullanılmak üzere Alman Lepold tanklarının verilmesini eleştiriyor, Leyla Zana ve tutuklu DEP milletvekillerinin durumunu takip ediyor, Cumartesi Anneleri’nin eylemlerinin yasaklanmasına, İHD’ye yönelik baskılara, 2000’e Doğru dergisinin terör propagandasından kapatılmasına karşı çıkıyor, Türkiye’nin Kuzey Irak operasyonlarıyla ilgili AP’de konuşmalar yapıyordu.
https://www.europarl.europa.eu/meps/de/2337/OZAN_CEYHUN/all-activities/motions/5
Ama aynı zamanda Türkiye’de aynı yıllardaki 28 Şubat havasına uygun işlere de imza atıyordu.
Bunların en ünlüsü 2000 yılında yayınlattığı “Allah Adına Politika: İslamcılık Avrupa’ya Meydan Okuyor” adlı 100 sayfalık Almanca kitapçıktı.
https://issuu.com/aypa/docs/politik-im-namen-allahs
Biri Cumhuriyet gazetesinin Almanya temsilcisi olan üç uzmana hazırlatıp, kendi imzasıyla yayınlattığı kitap aslında Almanya’daki İslami yapılarla ilgili kurumların, isimlerin, olayların ayrıntılı olarak anlatıldığı bir tür fişleme çalışmasıydı.
Kitapta en geniş yer Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’na ayrılmıştı. Cemalettin Kaplan grubu, Fethullahçılar, Nurcular, Süleymancılar, Nakşibendi tarikatlarının Almanya’daki çalışmaları, amaçları tek tek incelenmişti.
Ozan Ceyhun, Yeşiller Partisi eş başkanı Daniel Cohn Bendit ile birlikte tanıttığı bu kitapla ilgili verdiği bir röportajda neden böyle bir çalışma yaptırdığını şöyle anlatmıştı:
“İslam konusunda insanların biraz daha düşünmelerini ve özen göstermelerini sağlamaya çalışan, yıllar boyu bu ülkede özellikle belli grupların bir takım yerlere gelip kendi kabuğu içine çekilmeleri ve onların dışlanmasına karşı mücadele veren bir siyaset adamıyım. Bu grupları bir takım yerlere gelip muhatap alınmalarını sağladıktan sonra daha düne kadar kendileri dışlanan bu grupların birden başka grupları dışlamaya kalktıklarını gördüm ve bundan çok rahatsız oldum. Kimin kimi sevdiğini, sevmediğini, hangi nedenle kimin kime karşı olduğunu dile getirelim, bu grupların nasıl bir genel pratiğe sahip olduklarını gösterelim ki bu gruplarla masa başına oturanlar kiminle muhatap olduklarını görsünler diye bu kitabı yazdık.”
Kitap Alman hükümetine, Alman iç istihbarat kurumu olan Anayasayı Koruma Teşkilatı’na da sunulmuştu.
Bir yıl sonra Ozan Ceyhun kitabın ikinci baskısını yayınladı.
Bunun sebebi 11 Eylül saldırılarıydı. Kitaba yeni de bir önsöz yazdı ve şöyle dedi:
“Bu kitapçığın geliştirilmiş versiyonu büyük bir talep olduğu için basmaya karar verdim. New York ve Washington´daki izleri Almanya’ya kadar sürülebilen fanatik İslamcıların eylemleri bizi haklı çıkarmıştır. Bu olaylar bizlere bir kez daha Müslümanlar arasında sadece aşırı dinci değil aynı zamanda şiddete meyilli kişi şve grupların varlığını da göstermiştir. Bu gerçek bugüne kadar gözardı edilmiştir… Şu soru benim için elzemdir: Anayasaya düşman organizelerin varlığından hareketle yasal İslamcı akıma masumiyet çerçevesinde yaklaşmak doğru mu veya ciddi bir toplumsal tehdidi hafife mi alıyoruz? Bu bakımdan olayları yakından takip eden birisi olarak istihbaratların çalışmalarından memnuniyetimi ifade etmeliyim.”
2001 yılında meydana gelen 11 Eylül saldırısı sonrası Ceyhun’un Avrupa’daki İslami yapılarla mücadelesi daha da sertleşti.
2000 yılında artık Yeşiller’den ayrılmış ve Sosyal Demokrat Parti’ye katılmıştı.
12 Şubat 2002 günü artık Sosyal Demokrat Parti’nin temsilcisi olarak bulunduğu Avrupa Parlamentosu’nda görüşülmekte olan bir terör yasası ile ilgili söz aldı ve şöyle dedi:
“11 Eylül’de hepimiz uyandık. Sadece terörizm tanımlaması ve Avrupa tutuklama kararı yeterli değil. Almanya’da 30 bin taraftarı olan Milli Görüş adıyla veya Berlin’de İslam Federasyonu adıyla bir grup var. Devlet okullarında İslam dini dersi verme hakkından faydalanıp çocuklarda beyin yıkama uygulamalarına izin verildiği takdirde bunlar bazı konularda benim için en az terör örgütleri kadar tehlikelidir.”
Bu açıklaması ertesi gün Alman ve Türk medyasında “Milli Görüş terör örgütü gibi” başlıklarıyla çıktı.
Avrupa Milli Görüş Teşkilatı, Ozan Ceyhun hakkında hakaret davası açtı. O davayı açan Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın yöneticilerinden biri Mustafa Yeneroğlu’ydu.
Ozan Ceyhun, sadece Almanya’daki Milli Görüş Teşkilatı’na karşı değil, Türkiye’deki AK Parti’ye karşı da bu katı tutumunu sürdürdü.
AK Parti’nin kuruluşu için “AKP köktendinci. Dini siyasete alet ediyorlar. İsimleri değişse de orijinali Milli Görüş’ten geliyor. Avusturya’da Haider iktidara geldiğinde Avrupa ilişkileri dondurmuştu” dedi.
2002 seçimlerine doğru gidilirken verdiği bir röportajda ise şöyle konuştu: “İslâm zaten korkulan bir olay haline gelmiş durumda, 11 Eylül teröründen beri. Türkiye’de de eşi ve kızları başörtülü̈ aile pozları veren bir başbakanı AB’nin klâsik normlarına uymuyor. AB modern İslâm’a karşı değil ama modern İslâm’da da AKP’nin sunduğu fotoğraflar yok. Sonuç olarak, türban gibi konuların insan hakları çerçevesinde tartışılması safsatası bunun örneği. Avrupa’da aklı başında olan politikacıların Türkiye’deki bu gelişmelerden dolayı tedirgin olmaları ve Türkiye’de köktendinci bir partinin iktidara gelmesinin ne derece AB çıkarlarına uygun olup, olmadığını sormaları bence haklı bir tavır."
2007 Cumhurbaşkanlığı krizi sırasında da bu katı laik tutumunu korudu:
“3,5 ay önce Türkiye’nin karışmasına neden olan isim yine Cumhurbaşkanı adayı. Bakalım Türkiye bu sefer ne tür tatsızlıklar yaşayacak. Aslında 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri sonrasında bu bir tür “provakasyon” tarzı adaya ihtiyacı yoktu AKP’nin ve de dolayısıyla Türkiye’nin. Yeni bir mecliste uzlaşıcı bir tutumla belki de “türban” konusundaki hedeflerine bile daha kolay ulaşma şansını yakalamıştı AKP’liler. Şimdi ise “ille de Abdullah Gül” kararı ile muhtemelen kendi kendilerini çelmelemekteler. Göreceğiz. AB cephesinde bu kararı sevinç çığlıkları ile kutlayanlar ya da Türkiye’nin geleceği açısından kaygı duyanların yorumlarını izlemekteyiz. “Türbanlı bir eşin olması ya da din ağırlıklı bir politikanın temsilcisi olmak” hiç bir şekilde Cumhurbaşkanı olmaya engel değildir” diyenler acaba kendi ülkelerinde aynı soruyu nasıl cevaplandırırlardı çok merak ediyorum.”
Sonra partisi Alman SPD ile de ilişkileri bozuldu. Sonra ne olduysa 2008’den sonra bir anda hiçbir ilgisi olmayan Kıbrıs’ta ortaya çıktı. Kıbrıs’taki gazetelerde köşe yazarlığı yapmaya, AK Parti siyasetini destekleyen yazılar yazmaya başladı. Özellikle de AB’den sorumlu bakan Egemen Bağış’a çok yakın görünüyor, Kıbrıs’ta onun danışmanı gibi davranıyordu.
O dönemde yazdığı yazıların pek çoğunun konusu bakan Egemen Bağış’tı. Bir kaç yazı başlığına bakalım:
“Egemen Bağış’ın doğru zamanda doğru açıklamaları”
“Kıbrıs uzmanı baş müzakereci”
“Egemen Bağış Kıbrıs için bir şanstır”.
Bu arada Kıbrıs’taki siyasetçilerle ve gazetecilerle çok sert polemiklere girdi. Cumhurbaşkanı Eroğlu verdiği bir röportajda onun için şöyle dedi:
“Eski Avrupa Parlamentosu Milletvekili Ozan Ceyhun'u Mustafa Sarıgül'ün yanında tanıdım. Bana gelip iş istedi, geçmişini araştırdım, baktım uygun görmedim. Şimdi Egemen Bağış'ın bir numaralı dostuymuş. Bir zamanlar "Bağış adına" derken, şimdi de "Türkiye hükümeti adına konuşuyorum" demeye başladı; mide bulandırıyor”
Ceyhun bu iddiaya karşı Eroğlu’nu yalan söylemekle suçladı.
Ama Ankara’ya, bir bakana çok yakın eski bir AP milletvekili olarak adada tam olarak belirsiz bir resmi pozisyonla, siyasi tartışmaların ortasında olmaya devam etti.
Ergenekon davaları sırasında Ergenekonculukla suçladığı Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu için 2015 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilirken “Paralel yapının adayına verilecek her oy Kıbrıs Türk’ünü sırtından vuran bir hançer olacaktır” diye tweet atması tartışıldı.
2016 darbe girişiminden sonra da bir grup Kıbrıslı gazeteciyi FETÖ’cülükle suçlaması, onların bazı tweetlerini Cumhurbaşkanlığı yetkililerine mentionlayarak ihbar etmesi tepki çekti.
Sonra Kıbrıs gazetelerinden Daily Sabah yazarlığına geçti. 2015 seçimlerinde AK Parti’den İzmir milletvekili adayı olarak gösterildi ama kazanamadı. 2018 yılında bu seçim kampanyası sırasında İzmir’de tanıştığı başörtülü bir hanımla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı bir törenle evlendi.
Tabii ki insanların fikirleri, inançları değişebilir, hidayete de erebilirler.
Ama ikna edici özeleştiriler vermeden, açıklama yapmadan bu kadar ciddi pozisyon değişimleri herhalde hidayet hikayesiyle açıklanamaz.
Ozan Ceyhun bu tarz eleştiriler için Hürriyet’e verdiği röportajda kendisini şöyle savundu:
“Ülkesi uğruna Avrupa’da çok köprüleri yıkmış, bedeller ödemiş birinin, siyasetini ve medyasını çok iyi tanıdığı bir ülkede çalışacak olmasından rahatsız olanlar var. Ben yıllardır Türkiye düşmanı medyanın her türlü saldırısına karşı ülkemi savunan, dik duran biriyim. Buna şahit olan MHP milletvekilleri de var. Şu anda bana yönelik yazılanlara en çok PKK, FETÖ ve düşmanlarımız seviniyor. Ülkeme canım feda.”
Bu savunma karşısında ne söylenebilir ki!
2000 yılında “terör örgütü gibi” dediği Milli Görüş’ün devamı olan AK Parti tarafından 2020 yılında Viyana’ya büyükelçi olarak atandı.
20 yıl önce bu konuşmaları, kitapları yüzünden ona dava açan Mustafa Yeneroğlu ise bu AK Parti’den istifa etti.
Böylece Fouché’nin kendi hikayesi olmasa da, Türkiye’den bir Fouché hikayesi daha bu kez Viyana’da mutlu sonla bitti…