Ana SayfaHaberlerKültür SanatAdalet Ağaoğlu karanlık 1990’ları nasıl görüyordu?

Adalet Ağaoğlu karanlık 1990’ları nasıl görüyordu?

Adalet Ağaoğlu, edebi kişiliğinin yanı sıra ülkesinde olup bitenleri de yakından izleyen ve tavır alan bir yazardı. Oral Çalışlar’ın 28 Şubat 1999’da Cumhuriyet Dergi için kendisiyle yaptığı söyleşi, onun 1990’lar Türkiyesi’ni nasıl değerlendirdiğini ortaya koyuyor. Dergide “Adalet Ağaoğlu: Özgürlüklerin Peşinde Bir Romancı” başlığıyla yayımlanan söyleşiyi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Adalet Ağaoğlu geçirdiği ağır trafik kazası nedeniyle birkaç yıl edebiyat dünyamızdan uzak kaldı. Ayağa kalkar kalkmaz romanları üzerine yapılan bir toplantı nedeniyle ABD’ye gitti. Ohio Eyalet Üniversitesi Adalet Ağaoğlu’na Fahri Doktorluk unvanı verdi. Bu amaçla Ohio’da Ağaoğlu’nun edebi kişiliği üzerine bir sempozyum düzenlendi.

ABD dönüşü Ağaoğlu’yla konuştuk. (1999) Ağaoğlu, edebiyat dünyamızda “Anların uzun soluklu yazarı” olarak tanımlanıyor. Ağaoğlu bu “an”ları şöyle anlatıyor: “Hayatın biçimlendiği ve bizim şiddetle algıladığımız, ya da çok sevdiğimiz şeyler sadece anların içinde gizli. Sonra her şey uçup gidiyor. Günlük hayatın karşısında eriyip gidiyor, ufalanıyor. O duygunun, o düşüncenin, o olgunun, o olayın veya bilincin -ben buna aydınlanma anı diyorum hatta-, o bilinçlilik zamanının içinden çıkıyor benim yazılarım.”

Profesör Jale Parla’nın Ohio Eyalet Üniversitesi’nde düzenlenen sempozyumda değerlendirdiği Ağaoğlu’nun üçlemesini kahramanı Aysel’in seçimi Ağaoğlu’nun seçimleriyle kesişir. Jale Parla şöyle tarif eder bu seçimi: “Aysel’in seçimi, yazarın roman türünün seçimidir. Hazır kimliklerin, kolaycı uzlaşmaların ve sonsuzluğa kaçışın cazibesine direnen kriz anlarının anlatımı olarak tanımlayabiliriz bu seçimi.”

Adalet Ağaoğlu, yazarlığa tiyatro oyunları yazarak başladı. 12 Mart 1971 askeri darbesinin tartışıldığı yıllarda, 1973’te Cumhuriyet aydınlarının bunalımını dile getiren Ölmeye Yatmak romanıyla ise edebiyat dünyamızın etkili isimlerinden biri haline geldi. Bunu diğer romanları izledi. Adalet Ağaoğlu bir süredir roman yazmıyor. Bir sabah deniz kenarında otururken trafik canavarı onu yakaladı. Ölümün kıyısından döndü. Adalet Ağaoğlu ile her karşılaşan sağlığını, geçirdiği ağır kazadan sonra ne durumda olduğunu soruyor.

Kendisiyle söyleşi için anlaştığımızda, kazadan hiç söz etmemeyi de kararlaştırdık. Çünkü, ona son yıllarda, yeniden yaşama dönmek ve trafik canavarıyla boğuşmak konusunda danışmanlığa varan teklifler geliyordu. Bundan çok bunalmıştı.

Adalet Ağaoğlu ile söyleşimize Ohio Eyalet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden aldığı fahri doktorluk unvanıyla başladık. Türkiye’de bir yazar için, önemli olacak bir unvan kazanmıştı. Ohio Üniversitesi’nin Osmanlı-Ortadoğu tarih araştırmacılarından Profesör Carter V. Findley, iki buçuk yıl önce fahri doktorluk için eserlerini yıllardır izlediği Adalet Ağaoğlu’nu önermeye karar vermişti. Ama böyle bir önerinin hayata geçmesi için hem o üniversitenin hem de ABD’den altı ayrı üniversitenin desteği gerekiyordu.

Adalet Ağaoğlu’nun fahri doktorluğu iki buçuk yıllık sürecin sonunda kesinleşmişti. Ohio Üniversitesi fahri doktorluk unvanı ilk kez bir edebiyatçıya, ilk kez Türkiye’den bir yazara veriliyordu. Kaza sonrası, hep sağlık sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalan Adalet-Halim Ağaoğlu çifti, bu kez çok önemli bir ödül için yollara düşmüşlerdi.

Görüşmeye gittiğimizde henüz yeni dönmüş olmanın heyecanı içindeydiler. Ohio’daki doktora unvanı töreni, mezunların kep giyme törenine denk düşürülmüştü. Bu da mezunlar ve aileleriyle birlikte 30 bine yakın katılımcı anlamına geliyordu. Ağaoğlu onuruna bir de sempozyum düzenlenmişti. ABD’nin çeşitli yerlerinden ve Türkiye’den edebiyat araştırmacıları, iki gün boyunca onun eserlerini tartışıp değerlendirdiler. Ağaoğlu’nun tiyatro eserleri, öyküleri, denemeleri ve romanları çeşitli tebliğlerde ele alındı. Ağaoğlu ABD’ye gitmeden önce Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde de benzer bir ödül almıştı. 1994 yılında TÜ- YAP Kitap Fuarı “Onur Yazarı” olan Adalet Ağaoğlu’nun ödül hanesi oldukça kabarıktı. 1974 Türk Dil Kurumu Tiyatro Ödülü, 1975 Sait Faik Hikâye Armağanı, 1979 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü, 1980 Orhan Kemal ve Madaralı Roman Ödülleri 1992 İş Bankası Ödülü…

Adalet Ağaoğlu, eşi Halim’le birlikte bir tesadüf sonucu, bu yıl gittikleri Ohio’da 40 yıl önce de kalmışlar, Halim Ağaoğlu bu üniversitede master yapmıştı: “Çok küçük bir parayla geçiniyorduk. O tezini hazırlayıp bitirdi. O zaman bilgisayar yoktu. Daktilo ettirecek paramız da yoktu. Ayda 190 dolar burs alıyorduk. Bunun 50 dolarını mutfaksız ve banyosuz bir tek odaya veriyorduk. Geri kalan parayla karnımızı bile doyuramıyorduk. Bir tezin kurallarına uygun yazılması 300 dolar gerektiriyordu. Yanımda yazı yazmak için her zaman daktilom vardı.

Üniversite sekreterliğine gidip, yazı için klavuz aldım ve şimdikinden de kötü olan İngilizcemle yazmaya giriştim. Sonuçta tez kabul edildi. Ohio’daki konuşmamda, sanırım bana 40 yıl önceki bu çabalarım nedeniyle fahri doktora unvanını veriyorsunuz dedim.

Halbuki onlar bizim daha önce Ohio’da bulunduğumuzu bilmiyorlardı. Böylece öğrenmiş oldular. Ben de bunu espri olsun diye anlatmıştım.” 30 bin kişinin önünde Türk edebiyatının anılması Ağaoğlu’nu mutlu etmişti. Daha sonra davetlisi olduğu New York Üniversitesi’nde romanları üzerine yapılan bir açık oturuma da katılmıştı. Her iki toplantıya katılan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Jale Parla, Ağaoğlu’na ilginin çok büyük olduğunu belirtti.

Türkiye’den gidiyor mu?

New York’taki açık oturumda sıranın Türk romanlarına mı geldiği sorusuna Ağaoğlu şu cevabı vermişti: “Evet, sıra Türkiye’ye geldi. Çünkü Latin Amerika bitti. O egzotik tatlar tükendi. Bunun altında bir de politik ilişkiler var. Pazarın neyi aradığı var. Türkiye’de laiklik elden gidiyor mu, gitmiyor mu sorusu onların ilgisini çekiyor.

Birdenbire İslam ve İslam’ın Türkiye’deki etkisi gündemlerine gelmiş. Yayınevleri de dünyadaki gelişmeleri ve bunun okumaya etkisini dikkatle izliyorlar. Mesela feminizmin ve feminist yazarların kitaplarının yayımlanması, feminizmin ABD’de ve Avrupa’da çok canlı olduğu döneme rastlamış. New York’ta bu konular üzerine konuştuk.”

Ağaoğlu, kazadan sonra kendini toparlamaya başlamıştı. Yeni çalışmalar var mıydı: “Bana trafik kurbanı gözüyle bakılıyor. Gerçekten de bu kaza iki buçuk üç yılımı yedi. Okumaktan bile koptum diyebilirim. Evime hiç giremedim. Hem Türkiye’de, Hem Almanya’da çok sayıda ameliyat geçirdim. Hiç değilse şimdi yatay durumdan dikey duruma geldim. Tabii bu arada kafada çok şeyler yazılıyor. İç dünyada büyük değişimler de oluyor. Tıbba bakışınız, insan bedenine bakışınız değişiyor. Bu konularda kafamda bir şeyler yazıyorum.

Masada yarım kalmış iki kitabım var ki, henüz onlara elimi sürmedim. Ben bir trafik kurbanı oldum ama, Türkiye bir trafik terörü ülkesi olduğu için, ne zaman bir trafik kazası olsa bana başvuruluyor.

Yaşadıklarım büyük bir yarılma, boşluk yarattı. Avusturya’da bir kitabım Almanca yayımlanmak için bekliyor. Onların yazışmaları böylece kalmış burada. Daha birçok yazışma öylece duruyor. Bir sekreterimiz yok ki. İki buçuk yıl neye bakamadıysam onları halletmek, aşağı yukarı sekiz-on ayımı aldı. Okumadığım kitaplar o kadar birikti ki. Onları henüz istediğim ölçüde okuyacak bir noktaya geldiğimi söyleyemem. Roman yazacak bir düzeye yavaş yavaş geliyorum.

Eskiden evde bir yardımcıya ihtiyaç hissetmezdim. Şimdi bedenimde büyük bir yorgunluk var, onun için zaman zaman kopmalar oluyor. Alışacağım herhalde.”

Ağaoğlu’nun ilk romanı Ölmeye Yatmak’tı. Ağaoğlu, bu romanın Cumhuriyet’in 75. yılına gönderme yapılması gereken bir roman olduğu düşüncesinde: “Cumhuriyet’in 75. yılında o romana da gönderme yapılsın diye bekledim doğrusu. Çünkü Mehmet Ağar’ın oğlunun düğünü olur olmaz, birçok köşe yazarımız tarafından Bir Düğün Gecesi romanıma güzel ve haklı göndermeler yapıldı. Ama ben isterdim ki, 75. yıl tartışılırken, kutlanırken ona da küçük de olsa bir gönderme yapılsın. Çünkü Ölmeye Yatmak toplumumuzdaki siyasal yaşamın bir dalganın yükselip de kırılması anına rastlaması gibi bir kırılma anının romanı.

Bilmem hatırlar mısınız, 1968’lerde bir “Anayasa Yürüyüşü” yapmıştık. O zaman ben TRT memuru olduğum halde, yasak olmasına rağmen yürüyüşe katıldım. Bu öyle bir andı ki, artık Cumhuriyet’in ilk kuşakları uzman, profesör, doçent, genel müdür, birtakım söz hakkı olan, yapma, yaptırma hakkı olan yerlere gelmişlerdi. O yürüyüşe katılan Cumhuriyet’in birinci ve ikinci kuşaklarını bir analiz masasına yatırsam mı diye yürüyüş sırasında düşünmüştüm. Ben oyun yazarı olarak bu romanla ne yapacağımı artık biliyordum. Yeni bir arayışa da artık ihtiyacım vardı. Klasik romanla da bu anlamda bir hesaplaşma niyetinde olduğumu eklemeliyim.

Bu hesaplaşmada, habire yazarları sorguya çekiyordum; kendi kendimi ve yazarları sorguluyordum. Tiyatroyu da sorguluyordum. Fakat roman çok daha özgür ve tek başına yapılabilen bir iş. Tiyatro öyle değil, birlikte yapılabilen bir iş. Sahneye koyucunun, oyuncunun yorumu devreye giriyor. Sizin dışınızda daha başka etkenler rol oynuyor. Oysa, ben bu kırılma anında pek yapılmamış tehlikeli bir noktaya dokunacaktım ki, bunu doğrusu o dönemde hangi tiyatro oynayabilir, ya da kiminle işbirliği yapabilirim, diye düşünüyordum. Yani bu sorumluluğu ve bu yükü kendime ve kendi başıma taşımayı göze almam gerekiyordu.

Bu dediğim gibi Cumhuriyet’le hesaplaşmaydı. Hatırlarsanız Ölmeye Yatmak Cumhuriyet’in analiz masasına yatırılmasıydı. Ben ona biraz da yılanın gömlek değiştirmesi diyorum. 68 döneminin profesörleri, öğretim üyeleri, genel müdürleri, milletvekillerinin kendilerini sorguya çekmeleri gerekiyordu.

Askeri kurumlar da kendini sorgulamalı

Doğrusu sivil kurumların olduğu kadar askeri kurumların da kendilerini sorguya çekmeleri gerekiyordu. Bunu tek başıma göze almayı uygun buldum. Ben romanın biçimini de değiştirmek istiyordum. Dikkat ederseniz, Ölmeye Yatmak’ta anlatının bütün türleri kullanılmıştır. Günlüklerden, ‘ben anlatı’dan, ‘o anlatı’dan, bugünden, dünden, yarından fiil olarak kullanımına kadar, gazete kupürleri belgeler bile konuşmuştur. Böyle kurgulanmıştır. Ölmeye Yatmak 68 olayları sırasında kafama düştü. Ama bu bir 12 Mart romanı değil. Romanı 1972’de bitirebildim.

TRT’de çalışıyordum ve işim de ağırdı. Zaman bulamadım. Kütüphaneye gidip birtakım araştırmalar yapmam gerekiyordu. Belgeler derlemem gerekiyordu. O nedenle geç bitti, biraz da geç yayımlandı. Yayınevleri beni oyun yazarı olarak bildikleri için çekingen davrandılar. İki yıl yayımlatacak yer bulamadım. Yayımlattıktan sonra fena bir yankısı olmadı.” Ağaoğlu, bir anlamda kendi kuşağı ile ilgili sorgulamayı sonraki romanlarda da sürdürdü: “O kuşağın yaşadıklarına Üç Beş Kişi’de, Hayır’da değindim. Avrupa’ya kaçanlar ve kaçırılanlar üstünde de durdum. Yani 68 kuşağına saldıranlar da var, o dönemde bu kuşaktan saldırıya uğrayanlar da var.

Bir sanatçı bakışıyla bu kuşağın yurtdışında yaşayan asla yan yana gelemeyecek olan bu iki kutbunu, sürgün koşullarında bir anlamda buluşturdum. Ben açıkçası, eski kuşakların yeni kuşağın altına düştüğünü simgesel olarak vermek istemiştim.

Hayır’ı yazmamın asıl nedeni daha evrensel bir şeyi kurcalamaktı. Burada da yeni başkaldırı, yani çağdaşlık sorunları ve aydın başkaldırısı üzerinde durmak istedim. Sanayileşme göstermelik bir biçimde 20. yüzyılı kapsadı. İnsan beyni çok şeyi keşfetti, atom bombasını icat etti. Ardından Hiroşima oldu. 20. yüzyılı savaşlar yüzyılı olarak, toplu ölümler yüzyılı olarak görüyoruz. Çocuklar, kadınlar, kitleler toplu halde katlediliyor. İşte sanayileşmenin getirdiği sonuçlardan birisi de bu. Acaba bununla hesaplaşan aydın -çünkü aydın ortada görünmeyeni sorgulayan, insan aklını kullanarak bir şey yapan, bir şey keşfeden, sorgulayan ve üreten önderse- 20. yüzyılın sonunda hangi noktaya geldi?

Dostoyevski, ya da Lermontov ve Mayakovski zamanındaki intiharı kurcalama nedenleri başkaydı, bugün 20. yüzyılın sonunda bambaşka olması gerekir. Bizim kaçış değil ama muhalefet, itiraz, başkaldırı olarak sorgulamak görevi önümüzde duruyor.”

Askeri Anayasa’ya karşıyım

Adalet Ağaoğlu, Türkiye’de yaşanan vahşi olaylardan, demokrasi ve özgürlüklerin çiğnenmesinden büyük acı duyduğunu belirtiyor: “Birçok kişi, ‘Burada yaşamaktan utanıyorum,’ diyor, ya da ‘kendimden utanıyorum,’ diyor. Bir aydının, ‘kendimden utanıyorum,’ demesini kabul etmiyorum. Çünkü biz kendimizden utanıyorsak, parmağı dışarı sallamadan önce kendi içimize sallayıp, orayı sorgulamalıyız. Kendimizi sorguladığımız zaman, sık sık çaresizlik duygusu içinde kaldığımızı söyleyebilirim. Ama şunu da söyleyebilirim ki; ses çıkarmamak yahut bir şey üretmemek, bizi kendi gözümüzde daha da suçlu nitelememize neden oluyor. Benim işim yazmak. Yazmayı iyi bildiğimi sanıyorum. Biliyorum ki, toplumculuğun en ileri aşaması, insanı kişi yapmaktır. Onun için burada, Türkiye’de olup bitenler karşısında bir çaresizlik duygusu yaşandığını biliyorum. İsyan duygusu olduğunu da biliyorum. Hissediyorum, kendim de isyan içindeyim. Ama seyretmiyorum.

Cumartesi anneleri

Bana sorarlarsa, bugün ordu mu el koysun diye, ben o Anayasa’yı zaten kabul etmedim ki. Askeri Anayasa’yı kabul etmiyorum, dedim de, bugün de derim. Laik devlet istiyor musun deyince, yüksek sesle, “Tabii istiyorum,” derim. Eğer bedenen bu şekilde yorgun olmasaydım, şimdiye kadar toplum içinde bireylere yansımış bu durumu, bir başka açıdan çoktan yazmış olabilirdim. Biz eninde sonunda edebiyatçıyız. Salt ideolojiyle bağlı değiliz. Dünya görüşümüzün insani ilişkiler açısından dile getirilmesinde yansıtılmasında ısrarlıyız. Şunu da biliyorum ki, yapabildiğimi sandığım tek iş yazmak. Eğer kendimi sorgularken, çok büyük mecburiyet hissedersem -gerçekten politika yapmaktan hiç anlamam, hiç hoşlanmamama bir yararım olacağını düşünürsem, yapabilirim. Cumartesi Anneleri’nin direnişini, yattığım yerden, takdirle, saygıyla, hayranlıkla izledim.

Ancak, bizim her hareketimizde bu oluyor, tıpkı televizyon kanallarında olduğu gibi zaman zaman rating sağlamak için fazla kan revan, fazla çığlıklar yaratılıyor gibi. Dikkat çekmenin çeşitli yolları var. Bu bir çığlık atmakla da olabilir, tamamen susup dimdik bakmakla da olabilir. Bu direnişi büyük bir hayranlıkla izlediğim halde, dozunu… Siz olsanız ne yapardınız derseniz, kendimi yerden yere atıp da ağlayıp bağırmazdım.” Adalet Ağaoğlu, 1980 sonrası kurulan İnsan Hakları Derneği’nin de kurucuları arasındaydı. Emil Galip Sandalcı önderliğinde kurulan İHD’yi nasıl kurduklarını ve neleri hedeflediklerini de anlattı:

Türkiye’nin uygar bir ülke olmasını istiyorum

“Türkiye’nin uygar bir ülke olmasını istiyorum. Bu toplumun, 21. yüzyıla girerken, hâlâ ilkel, gaddar şiddetin uygulandığı bir toplum olmasını istemiyorum. Bu nedenle bir mücadele gerekiyordu. Bu mücadele için, uluslararası insan hakları normlarını savunan insan hakları derneklerinin Türkiye şubesinin kurulması gerekiyordu. Çok sevip saydığım Emil Galip Sandalcı beni böyle bir örgütün Türkiye şubesinin kurulmasına ikna etti. Kurucusu olur musun diye sordu, hemen kabul ettim. Çünkü önümüzde bazı uygarlık değerleri varsa, onların ilkeleri varsa onları yapmaya çalışırız, dedim. Ancak, kurulduktan sonra belli bir süreç içinde müthiş iyi niyetli çalışmalar yapılmasına rağmen, denge kaçırılıp şu insanların hakları var da, şu insanların hakları yokmuş gibi davranıldığına ilişkin gözlemlerim oldu. Hatta Emil Galip Sandalcı’yı bile düşürdüler başkanlıktan. O günü unutmuyorum.”

AST benim evimde kuruldu...

“Ankara’nın ilk özel tiyatrosu Meydan Sahnesi’ydi. Kardeşim Güner Sümer tiyatroya olan tutkusundan dolayı Paris’e tiyatro öğrenimine gitmişti. Üç yıl kadar da orada kaldı. Dönemin oldukça ünlü tiyatro adamları Jean Vilar’ın, Barrault’nun tiyatrosunda ve onların eğitimi altında idi. O sırada Asaf Çiğiltepe, İstanbul’da Arena’yı kurdu. O sahne elinden çıkar çıkmaz, Ankara’ya geldi. Aşağı yukarı Ankara Sanat Tiyatrosu benim evimde kuruldu diyebilirim. Bizim kurduğumuz Meydan Sahnesi iki yıl içinde tarumar olmuştu. Gişe oyunu istiyorlardı tiyatronun yaşaması için. Benimse aklım fikrim başka yerlerdeydi. Şu da oynasın, bu da oynasın diyordum. Eşim Halim, Boğaz Köprüsü tartışması nedeniyle işinden kovulduğu, benim de hiç işim kalmadığı halde böyle konuşuyordum. Asaf geldi, ‘Şurada Ihlamur sokakta bir yer bulduk, ama bize vermek istemiyorlar,’ dedi. Birisi ev sahibine onlar komünist diye ihbar etmiş. Evin sahibi bir mühendismiş. Halim’e sorduk, tanıyordu. Neyse sonuçta ev sahibine gittik. Halim bunlar büyük sanatçılardır dedi, kefil olduk. Bomba atarlar, şu olur bu olur türünden itirazlar etti. Sonuçta ev sahibini ikna ettik ve AST’ye yer bulunmuş oldu. Hemen bunun ardından Asaf, Güner’e mektup yazmamı ve buraya çağırmamı istedi. Çünkü, Asaf’la Güner Paris’ten tanışıyorlardı. Asaf da Pirko’yla Paris’te evlenip gelmişti. Asaf orada tiyatro eğitimi görmüştü. Güner de üç yılın sonunda her şeyi bırakıp geldi. Asaf’ın da, koymak istediği oyunlar vardı. Onları sırasıyla sahneye koydular. Orhan Kemal’le ben onlar sayesinde tanıştım. Bildikleri, düşündükleri, dünya görüşlerine de uygun, ama sanat yönünden de güçlü oyunlar sergilemeye başladılar.

Benden de oyun istediler. Ankara Sanat bir yaz turnesine çıkmıştı. Bu yolculukta ağır bir trafik kazası geçirdiler. Bu kazada Asaf’ı yitirdik. Kardeşim Güner AST’nin hem dramaturguydu, hem sahne yönetmeniydi, hem de kadro eksik olduğu zaman oyunlara da fedakarâne bir şekilde çıkardı. Asaf, yöneticilikte başka bir yetenekti. Mali işlerden tiyatronun bütün yönetimine kadar her şeyi üstlenirdi. O işler pek Güner’e göre değildi. Güner, Türkiye’deki bohemin en zararlı çıkan üyelerindendi. Elindeki 20 kitabı birden Beyoğlu’nda çaldırabilirdi. Kendi kitaplarına dahi sahip çıkamazdı. Asaf, benden Durand Bulvarı’nın çevirisini istemişti, yapmıştım. Turne olarak İstanbul’a geldikleri zaman, tiyatronun önünde uzun kuyruklar oluşmuştu. Durand Bulvarı o kadar büyük yankı uyandırmıştı ki, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit oyunu izlemiş, AST oyuncularını kutlamıştı. Demek ki izleyicinin de büyük bir özlemi varmış. Durand Bulvarı, tıpkı, Türkiye’deki gibi emekçilerin uğradığı büyük haksızlık ve ikiyüzlülüğü sergiliyordu. Durand Bulvarı sanatsal yönden de çok iyi bir oyundu, tıpkı Eşber Yağmurdereli’nin Akrep oyununun bize en büyük gerçekleri büyük bir soğukkanlılıkla en güzel bir biçimde söylemesi gibi. Eskici ve Oğulları’nı oyunlaştırmak için oyunun yazarı Orhan Kemal’le Güner birlikte çalıştılar. Oyunun sahnelenmesi sırasında, çok beğenmiştim ve Orhan Kemal’e bu nedenle teşekkür etmek istedim, ne kadar yüce gönüllüymüş ki, ‘Siz kardeşinize teşekkür edin,’ cevabını verdi. Bir tiyatro oyununda yönetmenin rolüne dikkat çekti.

Tiyatro el değiştirdikten sonra, bu tiyatroyu kuran Asaf Çiğiltepe’nin ve Güner Sümer’in adı ne yazık ki unutuldu. Aslında bunu tiyatronun yapması gerekir. Zaman zaman Ankara’ya gittiğimde böyle bir anma yapsak diye düşünürüm. Ama Güner benim kardeşim, Asaf da yakın bir arkadaşım, bunu benim değil onların hatırlayıp yapması lazım. AST 35. yılını kutlarken Asaf bu tiyatronun ortaya çıkmasındaki emeği nedeniyle anılmalıydı.

Erkan Yücel Asaf Çiyiltepe

Ben isterdim ki, Cumhuriyet’te Asaf’ın tiyatroculuğu üzerine uzun bir araştırma yapılıp yayımlansaydı. Ama ne yazık ki, geçmişe doğru böyle bir arayışçılığımız yok, tarih bilincimiz yok. Bu tarih bilincinin yokluğu AST’ın tarihine de yansıyor. Halbuki AST o dönemin olumlu birikiminin mirasını temsil ediyordu. “Bir örnek daha vermek istiyorum: Oyuncumuz Erkan Yücel’le tiyatronun yönetimindekilerin görüşleri farklıydı. O farklıydı, ama Erkan bir gün bile ne Güner’in ne Asaf’ın hakkını şu kadarcık yemedi. Ne zaman görsem bundan söz ederdi. Erkan çok iyi oyuncuydu. Bu iyi oyunculuğuna rağmen AST’nin, Asaf’ın, Güner’in katkısını bir gün bile unutmamıştı.

Söyleşinin başında sorduğunuz bir soruya yeniden dönmek istiyorum. Romana nasıl geçtim sorusuna. Ben Ölmeye Yatmak’la bir tabuyu yıktığımı sanıyorum. Bir öğretim üyesini, bir öğrenciyle aynı yatağa soktum. Bu tabuyu yıkmaktaki amacım, aslında Cumhuriyet’i ameliyat masasına yatırmaktı. Bunu Cumhuriyet’e karşı olduğum için değil, bu konuyu tartışmayı amaçladığım için yazdım.

Düğün Gecesi’yle ilgili şunları söylemek isterim: Bir Düğün Gecesi yayımlandı ve bundan sonra evime sık sık telefonlar gelmeye başladı. “O romanı sen mi yazdın, yazdığına pişman edeceğiz,” diyorlardı. İlginç bir gelişme daha oldu 12 Eylül ilan edilene kadar, el altından yürütülen bu tehditler, 12 Eylül’den sonra başka bir biçim aldı.

Eşime, romanlarımın başına bir şeyler gelebilir dedim. Nitekim bu romana o dönemde hırsızlık dendi, bir yerden aşırma dendi. Sonradan öğreniyorum ki, bu romana ödül verilmemesi için, seçici kurullara çeşitli uyarılar yapılmış. Bunun sonucu olarak Fikrimin İnce Gülü dördüncü baskısında toplatılıverdi. Toplatılan bütün kitaplar gibi onlar da bir şekilde yok edildi.

Dava açıldı, savcılığa gittiğimde, Bir Düğün Gecesi de önünde duruyordu ve her tarafı çizilmişti. Sanatçı, fikrini açıkça söyleyen, bozukluklara muhalefet eden kişidir. Muhalefet diye gördükleri her yeri çizmişlerdi. Şu tabuyu da yıkmamız lazım: Tabii ki parçalanmış ülkeyi birleştiren ve Cumhuriyet’i armağan etmiş olan her bir özveriyi kesinlikle saygıyla sevgiyle karşılıyoruz. Bizim bir ülkemiz varsa böyle var. Ama bu bizim sivil kurumlarımızı, doktorunu, mühendisini, öğretmenini, profesörünü eleştirirken, köy ağasını eleştirirken, orduya bakışımızı da eleştirmemize de, aynı şekilde anlamaya çalışmamıza da engel olmamalı. Ben böyle hissediyorum ve buna inanıyorum.

12 Eylül’den sonra yaşadıklarımın ardından bunun özellikle altını çizmeyi gerekli gördüm. Bu tür büyük olaylar, insanların küçük yaşamlarına nasıl yansıyor, bir romancı olarak hep merakla peşine düştüm. Edebiyata nasıl yansıyor, bunun canlı tanığıyım. Henüz ölüp gitmediğime göre de bunu dile getirmek zorundayım. Böyle bir tabu var ve gık diyemezsiniz. Böyle şey olur mu? Yaratıcılığın, kurcalayıcılığıyla bunları romanlarımıza da aktaracağız.”

- Advertisment -