Yazan: Walter Russell Mead
Çeviren: Deniz Karakullukçu
ABD Senatosu’nun Versay Antlaşması’nı reddederek Başkan Woodrow Wilson’ı dünya kamuoyu karşısında küçük düşürmesinden yüz yıl sonra, bu sefer de Wilson’un siyasi kariyerine başlamadan önce rektörlük koltuğunda oturduğu Princeton Üniversitesi, 28. ABD Başkanı’nın ismini okulun meşhur uluslararası ilişkiler fakültesinden kaldırdı. İptal kültürünün durmak bilmediği bir dönemde bu olayın her ne kadar tartışmalı da olsa haklı bir tarafı olduğunu söylemek mümkün. Wilson, zamanının standartlarına göre bile korkunç düzeyde ırkçı biri olmasının yanı sıra kendi siyasi rakiplerine yönelik zulmün ve ilk Kızıl Tehlike’nin yol açtığı suistimallerin arkasındaki isim olmasına karşın çok uzun yıllardır neredeyse en ufak eleştiriyle karşılaşmadan göklere çıkarıldı.
Gelgelelim, Wilson’un bir devlet adamı ve bir ideolog olarak kişisel görüşlerinin ve iç politika uygulamalarının sorunlu olması, adının modern dünyayı inşa eden en önemli figürler arasında sayılması gerektiği gerçeğini değiştirmez. Kuşkusuz, Wilson pek de özgün bir düşünür değildi. Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına yönelik bir öneri sunmasından yüz yıldan fazla bir süre önce, Rusya Çarı I. Aleksandr, Viyana Kongresi’nde benzer bir vizyon ortaya koyarak dönemin diğer hükümdarlarını alarma geçirmişti. Bu vizyon, meşru egemenlikle alakalı bir dizi ortak fikrin doğurduğu bir güçler ittifakınca desteklenen ahlaki bir uzlaşmaya dayalı bir uluslararası sistemi işaret ediyordu. Üstelik Wilson’un döneminde, demokratik kurumların uluslararası barışa katkıda bulunduğu, mutlak monarşilerin ise doğaları gereği savaş yanlısı ve istikrarsız olduğu inancı, eğitimli Amerikalılar ve İngilizler arasında neredeyse su götürmez bir gerçek halini almıştı. Wilson’un süreç içindeki en önemli katkısı, bu fikirleri bir dizi uluslararası kuruma dayanan ve kurallara dayalı bir düzen kurma yolunda somut bir program içerisinde sentezlemekti.
Bu vizyonu gerçekleştirmek için yurtiçinde ihtiyaç duyduğu geniş tabanlı desteği elde edememesi onu adeta yıktı ve bu nedenle, dünyaya acılar içinde ve hayal kırıklığına uğramış bir adam olarak veda etti. Gelgelelim, Wilson’un fikirleri, ileriki yıllarda, dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin liderlerine, diplomatlara, aktivistlere ve entelektüellere ilham kaynağı oldu ve onlara yol gösterdi. II. Dünya Savaşı sırasında artık birçok Amerikalı, ABD’nin Milletler Cemiyeti’ne katılmama kararı da dâhil olmak üzere, ülkelerinin savaş öncesi dönemdeki izolasyoncu tavrından pişmanlık duymaya başlamıştı. Önceden, siyasi becerilerinin zayıflığıyla işleri aksatan bir despot olarak görülen Wilson, bilgeliği dikkate alınsaydı yirmi yıl içinde meydana gelecek ikinci büyük küresel felaketi önleyebileceğine inanılan bir peygamber olarak görülmeye başladı. Bu sonuçtan ilham alan Amerikalı liderler, II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, uluslararası ilişkilerin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ortaya konan ilkeler tarafından yönlendirileceği ve Birleşmiş Milletler, Uluslararası Adalet Divanı ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların koyduğu kurallara göre yürütüleceği Wilsoncu bir dünya düzeni olarak tasavvur ettikleri sistemin temellerini attılar.
Soğuk Savaş bu hedefi karmaşıklaştırsa da “özgür dünya” (Amerikalıların o zamanlar komünist olmayan ülkeleri adlandırdığı şekliyle) Wilsoncu bir çizgide gelişmeye devam ediyordu. ABD’nin dünyanın birçok yerindeki acımasız diktatörlere ve askeri cuntalara verdiği destek gibi kaçınılmaz tavizler, dünyadaki kötülüğün asıl kaynağı olarak görülen Sovyet komünizmine karşı verilen savaşın dayattığı talihsiz gereklilikler olarak karşılanıyordu. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldığında, Wilsoncu bir dünya düzeni için beklenen fırsat nihayet gelmişti. Eskinin Sovyet imparatorluğu Wilsoncu bir çizgide yeniden inşa edilebilir ve Batı dünyası, Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla Wilson ilkelerini daha tutarlı bir şekilde benimseyebilirdi. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ülkeler arasında ve içinde hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi, liberal ekonomi ve insan haklarının korunması ilkelerini içeren ve hem George H. W. Bush hükümetinin hem de Clinton hükümetlerinin kurmaya çalıştığı “yeni dünya düzeni”, büyük ölçüde Wilsoncu bir model etrafında kurgulanmıştı.
Gelgelelim, bugünün dünya siyasetindeki en önemli gerçek, bu asil çabanın boşa çıktığı gerçeğidir. Dünya tarihinin bir sonraki aşamasının Wilsoncu çizgide gelişmeyeceği artık aşikârdır. Dünya ulusları öyle ya da böyle bir tür siyasi düzen aramaya devam edecekler, sonuçta bunu yapmakla yükümlüler. İnsan hakları aktivistleri ve diğer gruplar da hedeflerine ulaşma çabalarını her halükârda sürdüreceklerdir. Ancak, ülkeler arasındaki barışı ve ülkelerin kendi içlerindeki demokrasiyi güvence altına alan, hukuka dayalı evrensel bir düzen kurma hayalinin, ülke liderlerinin çalışmalarında giderek daha az yer tutacağını söylemek zor değil.
Bu gerçeği dile getirmek, bunu hoş karşılamak anlamına gelmez. Taraflı ve tamamlanmamış haliyle bile Wilsoncu bir dünya düzeninin sağladığı avantajları gözardı edemeyiz. Aralarında Joe Biden’ın başkanlık seçimi kampanyasında çalışanların da bulunduğu çok sayıda analist, kırık yumurtanın parçalarını tekrar bir araya getirebileceklerini düşünüyor. Onlara başarılar diliyorum. Ancak Wilsoncu düzeni parçalayan merkezkaç kuvvetlerin çağdaş dünyanın doğasında o kadar derin kökleri var ki, Trump döneminin sona ermesi bile Wilsoncu projeyi eski, parlak günlerindeki haliyle canlandıramaz. Bu pek tabii Wilsoncu ideallerin ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Wilsoncu düşüncenin ABD dış politikası üzerindeki etkisi devam edecek de olsa, Amerikan başkanlarının dış politikalarını liberal enternasyonalizmin ilkeleri etrafında kurduğu Soğuk Savaş sonrası dönemin sakin günlerinin yakın zamanda dönmesi pek olası görünmüyor.
Şeylerin düzeni
Wilsonculuk, kurallara dayalı dünya düzeninin birçok farklı türünden yalnızca biridir. 1648’de Otuz Yıl Savaşları’nın sona ermesinden sonra Avrupa’da ortaya çıkan Vestfalya sistemi ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında Napolyon Savaşları’nın ardından ortaya çıkan Kongre sistemi hem kurallara hem de hukuka dayalı sistemlerdi. Uluslararası hukukun temel fikirlerinden bazıları da bu dönemlerde işte bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra, Fransa’dan günümüz Polonya’sına ve Hamburg’dan Milano’ya kadar uzanan ulusötesi bir bölgeler topluluğu olan Kutsal Roma İmparatorluğu, ticaretten soylu aileler arasındaki veraset geçişlerine kadar hayatın her alanını kontrol eden oldukça karmaşık bir kurallar silsilesiyle, Avrupa Birliği’nin habercisi olan uluslararası bir sistem teşkil ediyordu.
İnsan hakları konusuna gelirsek, yirminci yüzyılın başlarında, Avrupa’nın Wilsonculuk öncesi sistemi, akıl almaz insan hakları ihlallerini neredeyse bir asırdır uluslararası kamuoyunun gündemine taşıyordu. Aynı günümüzde olduğu gibi o yıllarda da baskıcı davranışları en çok dikkat çeken ülkeler çoğunlukla güçsüz olanlardı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı ordusunun ve ona bağlı düzensiz birliklerin Osmanlı’da yaşayan Hristiyan azınlıkları öldürmesi, Rus ordusunun Kafkasya’da isyan eden Müslüman halklara karşı gerçekleştirdiği vahşetten çok daha fazla dikkat çekiyordu. Hiçbir Avrupa delegasyonu, Amerika yerlilerine yönelik muameleyi konuşmak veya Afrikalı-Amerikalıların statüsüyle ilgili söz söylemek için Washington’a gitmedi. Ne var ki, Avrupa’nın Wilsonculuk öncesi düzeni, insan haklarını diplomasi düzeyine yükseltmek yönünde önemli bir başarıya imza atmıştı.
Bu nedenle Wilson, dünya düzeni ve insan hakları fikirlerini, geçmişte anarşik nitelik taşıyan devletlerden ve aydınlanmamış hükümet şekillerinden oluşan bir topluluğa tanıtmamıştı. Aksine, Wilson’un hedefi, kusurları I. Dünya Savaşı’nın dehşetiyle kesin biçimde kendini gösteren mevcut bir uluslararası düzeni yeniden biçimlendirmekti. Wilsonculuk öncesi düzende, yerleşik hanedanlara mensup hükümdarların egemenlikleri genellikle meşru kabul edilir, Rusya’nın 1849’da Habsburg hanedanının hâkimiyetini yeniden tesis eden Macaristan işgali gibi müdahaleler yasalara uygun görülürdü. En bariz durumlar dışında, devletler vatandaşlarına veya tebaalarına istedikleri gibi davranma özgürlüğüne az ya da çok sahiplerdi. Hükümetlerin uluslararası kamu hukukunun kabul edilmiş ilkelerine uymaları beklense de, bu standartların uygulanmasından hiçbir uluslarüstü yapı sorumlu değildi. Ülkeler arasındaki güç dengesi, devletlere yol göstermesi adına korunmuştu ve savaş, ne yazık ki, sistemin meşru bir unsuru olarak görülüyordu. Wilson’un penceresinden bakıldığında, bunlar ileriki krizleri kaçınılmaz kılan ölümcül kusurlardı. Bu nedenle Wilson, bu kusurları düzeltmek için, devletlerin hem yurtiçindeki hem de yurtdışındaki eylemleri üzerinde uygulanabilecek yasal kısıtlamaları kabul edecekleri bir düzen kurmaya çalıştı.
Wilson’un hedefleri hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmedi, ancak ABD’nin başını çektiği savaş sonrası düzen, son yıllara dek pek çok bakımdan Wilson’un vizyonuyla aynı doğrultuda ilerliyordu. Bu vizyonun günümüzde bile dünyanın her yerinde geçerliliğini yitirmediğinin de altını çizmek gerekir. Wilson her ne kadar bir Amerikalı olsa da, onun dünya düzeni görüşü her şeyden önce uluslararası siyaseti Avrupa’dan idare etmek için kullanılacak bir yöntem olarak geliştirilmişti. Wilson’un fikirlerinin en başarılı olduğu ve beklentilerinin gerçekleşme ihtimalinin günümüzde de hâlâ en güçlü olduğu yer Avrupa’dır. Wilson’un fikirleri, ilk başta çoğu Avrupalı devlet adamı tarafından alaycı bir üslupla küçümsendiyse de, daha sonra AB yasalarında ve uygulamalarında kutsal kabul edilen Avrupa düzeninin en temel yapı taşı haline geldiler. Muhtemelen, Şarlman’dan beri hiçbir hükümdar, Avrupa siyasi düzeni üzerinde Shenandoah Vadisi’nden gelen bir Presbiteryen olan Wilson kadar derin bir etki bırakmamıştır.
Tarih arkı
Avrupa dışındaki ülkelerde Wilsoncu düzen için işler iyi gözükmüyor. Gelgelelim, bu başarısızlığın ardında yatan nedenler, birçok kişinin düşündüğünden çok farklı. Wilsoncu yaklaşımın dış politika anlayışını eleştirenler, genellikle bu yaklaşımın idealizm olarak gördükleri özelliklerini kötülüyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, Wilson, Versay Antlaşması müzakereleri sırasında gösterdiği gibi, doğru yerde ve doğru zamanda realpolitik’i kullanmada mahirdi. Wilsonculuğun asıl sorunu, iyi niyetliliğe saf bir biçimde itimat etmesi değil, özellikle teknolojik ilerlemenin insanlığın toplumsal düzeni üzerindeki etkisi konusunda tarihsel sürece ilişkin sahip olduğu basit bakış açısıdır. Wilson’un sorunu, ukala bir kişi olması değil, bir Whig olmasıydı.
Yirminci yüzyılın başlarında yaşamış çoğu ilerlemeci ve geçmişten günümüze Amerikan tarihinde karşımıza çıkan birçok entelektüel gibi Wilson da Anglo-Sakson ekolüne mensup bir liberal deterministti. Wilson, Herbert Butterfield’ın “Whig tarihçileri” olarak adlandırdığı ve insanlık tarihini kesintisiz bir ilerleme ve iyileşme anlatısı olarak ele alan Viktoryen dönem İngiliz düşünürleriyle ortak bir iyimserliği paylaşıyordu. Wilson, Anglo-Amerikan ülkelerin ayırt edici bir özelliği olan sözde düzenlenmiş hürriyetin, kalıcı bir refaha ve barışa yol açtığına inanıyordu. Bir tür Anglo-Sakson Hegelciliğini temsil eden bu inanç, Birleşik Krallık’ta ve Amerika Birleşik Devletleri’nde gelişen ve serbest piyasadan, serbest hükümet anlayışından ve hukukun üstünlüğünden oluşan karışımın dünyanın geri kalanını kaçınılmaz olarak dönüştürdüğünü öne sürer. Şayet bu süreç devam ederse, dünyanın geri kalanı da yavaş yavaş ve çoğunlukla gönüllü olarak Anglo-Sakson dünyasını zengin, çekici ve özgür kılan değerlere yakınlaşacaktır.
Wilson, Kalvinizmin mukadderat ve Tanrı’nın mutlak hâkimiyeti hakkındaki öğretilerine derinden bağlı bir papaz çocuğu ve dindar bir insan olarak ilerleme arkının kaderde yazılı olduğuna inanıyordu. Gelecek, önümüzdeki bin yılla ilgili İncil’de geçen kehanetleri, yani kıyamet gününden önce, Mesih’in ahir zamanda gelip göğü ve yeri birleştireceği bin yıllık bir barış ve refah dönemini getirecekti (günümüzün Wilsoncuları bu determinizme seküler bir yön verdiler: Onların gözünde liberalizm, geleceğe hükmederek insanlığı ilahi bir amaçtan ziyade insan doğasının bir sonucu olarak “tarihin sonuna” taşıyacaktır).
Wilson, Alman İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ve Avusturya-Macaristan, Rus ve Osmanlı imparatorluklarının çöküşünün, küresel bir Milletler Cemiyeti’nin kuruluş vaktinin nihayet geldiğini işaret ettiğine inanıyordu. Amerika’da 1945 yılına gelindiğinde, solda Eleanor Roosevelt ve Henry Wallace’tan sağda Wendell Willkie ve Thomas Dewey’e kadar siyasi liderler, Almanya’nın ve Japonya’nın çöküşünü hemen hemen aynı şekilde yorumlayacaklardı. 1990’ların başlarında, Amerika dış politikasına yön veren önde gelen siyasetçiler ve siyaset yorumcuları, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü aynı deterministik mercekten, yani, tam anlamıyla küresel ve tam anlamıyla liberal bir dünya düzeninin vaktinin geldiğinin bir işareti olarak ele aldılar. Her üç durumda da, Wilsoncu düzeni inşa edenler hedeflerine ulaşmış görünüyorlardı. Ancak her seferinde, aynı Ulysses gibi, ters esen rüzgârlar tarafından rotalarından savruldular.
Teknik zorluklar
Bugün bu rüzgârlar kuvvetleniyor. Zamanla güç kaybeden Wilsoncu projeyi yeniden canlandırmayı ümit eden herkesin mücadele etmesi gereken bir dizi engel var. Bunlardan en bariz olanı ideoloji kaynaklı jeopolitiğin geri dönüşüdür. Çin, Rusya ve onlarla uyumlu biçimde faaliyet gösteren bir dizi daha küçük ülke -örneğin İran- Wilsoncu idealleri (haklı bir biçimde) kendi iç işleyişleri için ölümcül bir tehdit olarak görüyor. Soğuk Savaş sonrası dönemin başlarında, ABD, dünyanın geri kalanına kıyasla o kadar üstündü ki, bu ülkeler, dünyada hâkim olan demokrasi yanlısı konsensüse karşı çıktıklarını ellerinden geldikçe önemsiz göstermeye veya gizlemeye çalıştılar. Gelgelelim, bu ülkeler, ABD Başkanı Barack Obama’nın ikinci dönemiyle başlayan ve Trump dönemi boyunca devam edecek şekilde artık önlerinde daha az engelle karşılaşıyorlar. Wilsonculuğu Amerikan emelleri için, hatta bir dereceye kadar Avrupa Birliği emelleri için bir kılıf olarak gören Pekin ve Moskova, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumlar içinde ve Suriye’den Güney Çin Denizi’ne kadar uzanan bölgelerde Wilsoncu fikirlere ve girişimlere karşı çıkmak konusunda giderek daha bir cesur tavır takınmaya başladılar.
Bu güçlerin Wilsoncu düzene karşı çıkmaları birçok yönden yıpratıcıdır ve Wilsoncu güçlerin kendi sınırlarının ötesindeki çatışmalara müdahale etme risklerini ve maliyetlerini artırır. Örneğin, İran ve Rusya’nın Suriye’deki Esad rejimine verdiği desteğin, ABD ve Avrupa ülkelerinin Suriye İç Savaşı’na daha da doğrudan karışmasını engellemeye nasıl yardımcı olduğunu ele alalım. Wilsonculuk karşıtı koalisyonda büyük güçlerin mevcut oluşu, onlarsız statükoya direnmeleri pek de mümkün olmayan daha küçük güçlere de koruma ve destek imkânı sağlıyor. Son olarak, Çin ve Rusya gibi ülkelerin uluslararası kurumlara üyeliklerinin, bu kurumların Wilsoncu normları destekleyecek şekilde çalışmalarını zorlaştırdığını vurgulamak gerekiyor: Örneğin, Çin’in ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki tasarıları veto etmelerini, çeşitli BM organlarına Wilsonculuk karşıtı delegelerin seçilmesini ve Macaristan’la Polonya gibi ülkelerin hukukun üstünlüğünü geliştirmeye yönelik AB tedbirlerine karşı çıkmalarını ele alalım.
Bu arada, “enformasyon devrimi” olarak bilinen teknolojik inovasyon ve değişim dalgası, hem ülkelerin kendi içinde hem de uluslararası sistemde Wilsoncu hedefler için engel teşkil etmektedir. İroniktir ki, Wilsoncular genellikle teknolojik ilerlemenin (savaşları daha yıkıcı hale getirerek çok daha tehlikeli kılsa da) dünyayı daha yönetilebilir, siyaseti daha rasyonel hale getireceğine inanıyorlar. Savaş sonrası düzeni inşa edenler ve Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin başını çektiği düzenin etki alanını genişletmeye çalışan liberaller gibi Wilson da bizzat buna inanıyordu. Gelgelelim, her seferinde teknolojik değişime olan bu inancın yersiz olduğu görüldü. Geçtiğimiz yıllarda internetin yükselişiyle birlikte şahit olduğumuz gibi, yeni teknolojiler liberal fikirlerin ve uygulamaların yayılmasına katkıda bulundukları kadar demokratik sistemleri baltalayabilir ve otoriter rejimlere fayda sağlayabilir.
Günümüzde, yeni teknolojiler endüstrilere sekte vurdukça ve sosyal medya, haber medyasını ve seçim kampanyalarını alt üst ettikçe, siyaset birçok ülkede daha çalkantılı hale gelerek kutuplaşıyor. Bu durum, birçok ülkede hem soldan hem de sağdan popülist ve düzen karşıtı adayların iktidara gelmesine olanak sağlarken, aynı zamanda, ülke liderlerinin uluslararası işbirliğinin kaçınılmaz biçimde gerektirdiği tavizleri yerine getirmelerini zorlaştırarak yeni seçilen hükümetlere, seleflerinin eylemlerine bağlı kalmayı reddetme olanağı tanıyor.
Enformasyon devrimi, kurallara dayalı uluslararası kurumların mevcut sorunlarla baş etmesini zorlaştıran farklı şekillerde uluslararası yaşamı istikrarsızlaştırıyor. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Wilsoncu dış politikanın asli endişelerinden olan ve nükleer silahların geliştirilmesinden sonra daha da önem kazanan silahların kontrolü meselesine ele alalım. Wilsoncular, silah kontrolüne, yalnızca nükleer savaşlar insanlığı yok edebileceği için değil, aynı zamanda, nükleer silahlar veya eşdeğerleri, kullanılmasalar dahi, Wilson’un tamamen kurallara dayalı ve yasalara bağlı bir uluslararası düzen inşa etme hayalini ulaşılmaz hale getirdiği için öncelik veriyor. Kitle imha silahları, tam da Wilsoncuların insanlığın uzun vadeli güvenliğiyle bağdaşmaz olduğunu düşündükleri türden bir devlet egemenliğini temin ediyor. Bir nükleer güç karşısında insani müdahalede bulunmak her yiğidin harcı değildir.
Nükleer silahların yayılmasına karşı verilen mücadelenin başarılı olması sayesinde nükleer silahların yayılması gecikmiş olabilir, ancak bu durum, yayılmanın durduğu anlamına gelmiyor ve buna yönelik mücadele zaman geçtikçe daha da zorlaşıyor. 1940’larda, dünyanın en zengin ulusu, dünyanın önde gelen bilim adamlarından oluşan bir konsorsiyumla birlikte ilk nükleer silahı üretti. Bugün, düşük gelirli ülkelerdeki ikinci ve üçüncü sınıf bilimsel kuruluşlar bile bunu başarabilir. Bu durum, nükleer silahların yayılmasına karşı verilen mücadeleden vazgeçilmesi gerektiği anlamına gelmez; yalnızca, her hastalığın bir tedavisinin olmadığını bizlere bir kez daha hatırlatır.
Dahası, enformasyon devriminin altında yatan teknolojik ilerleme, silahların kontrolü sorununu büyük ölçüde şiddetlendiriyor. Siber silahların gelişimi ve biyolojik silahların düşmanlara stratejik hasar verme potansiyeli -COVID-19 pandemisi sırasında grafiksel olarak gördüğümüz gibi- yeni savaş araçlarının denetlenmesinin veya kontrol edilmesinin nükleer teknolojiden çok daha zor olacağına dair bizlere uyarıda bulunuyor. Etkili silah kontrolü, bu alanlarda pekâlâ mümkün olmayabilir. Bilim çok hızlı değişiyor, bilimsel gelişmelerin ardında yatan araştırmaları tespit etmek çok zor ve çok sayıda ”anahtar teknoloji”, insanlığa fayda sağlayan sivil uygulamalarda kullanıldığı için doğrudan yasaklanamıyor.
Buna ek olarak, Soğuk Savaş’ta karşımıza çıkmayan ekonomik teşvikler artık ülkeleri yeni alanlarda silahlanma yarışlarına girmeye zorluyor. Geçmişte nükleer silahlar ve uzun menzilli füze teknolojileri son derece pahalıydı ve sivil ekonomiye çok az fayda sağlıyordu. Biyolojik ve teknolojik araştırmalar ise bunun tam aksine yirmi birinci yüzyılda rekabet yeteneğini korumak isteyen herhangi bir ülke veya şirket için kritik öneme sahip. Ufukta son teknoloji ürünleri içeren, kontrol edilemez ve çok kutuplu bir silahlanma yarışı var ve bu yarış, Wilsoncu düzenin yeniden canlanmasına yönelik umutları tüketecek.
Herkese göre değil
Wilsoncu bir düzen arayışının ardında yatan temel varsayımlardan biri, ülkelerin kalkındıkça gelişmiş ülkelere daha çok benzeyeceği ve sonunda Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’yı şekillendiren liberal kapitalist modelde buluşacağı inancıdır. Wilsoncu projenin başarılı olması için bu buluşmanın ciddi bir düzeyde yaşanması gerekiyor; yani Wilsoncu düzene tâbi devletler demokratik nitelik taşımalı ve uluslararası ilişkilerini liberal çok taraflı kurumlar içinde yürütmeye istekli ve bu konuda yeterli olmalılar.
En azından orta vadede bu buluşmanın yaşanması artık mümkün gözükmüyor. Bugün Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye’nin liberal demokratik sistemde buluşma ihtimali 1990’a kıyasla çok daha düşük. Bu ve diğer çok sayıda ülke, Batı’ya daha çok benzemek için değil, Batı’dan derin bir biçimde bağımsızlaşmak ve kendi medeniyet tasavvurlarıyla siyasi hedeflerini sürdürmek için ekonomik ve teknolojik olarak geliştiler.
Aslında, Wilsonculuk, Avrupalıların bir dizi sorununa Avrupalı perspektiften üretilmiş bir çözümdür. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana, Avrupa, birbirine denk ve denk olmayan rakipler arasında bölünmüştür. Avrupa, tarihinin büyük bölümünde savaş halindeydi ve Avrupa’nın on dokuzuncu yüzyıldaki ve yirminci yüzyılın başlarındaki küresel egemenliği Fransa’nın ve Birleşik Krallık’ın; finans, devlet örgütlenmesi, endüstriyel teknikler ve Avrupa devletlerini azılı ve vahşi rakipler haline getiren savaş sanatı alanlarındaki gelişmeleri teşvik eden uzun süreli üstünlük yarışına atfedilebilir.
Avrupalı devletler, büyük güçler arasındaki bu savaştan öğrendikleriyle dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelerden daha karmaşık bir diplomasi ve uluslararası politika sistemi geliştirdiler. İyice olgunlaşmış uluslararası kurumlar ve meşruiyet doktrinleri, Wilson’un, Milletler Cemiyeti’ni kurmak için Atlantik boyunca seyahat etmesinden çok daha önceye dayanıyordu. Milletler Cemiyeti, özünde, Avrupa’da geçmişte kullanılan uluslararası yönetişim biçimlerinin güncellenmiş bir versiyonuydu. Almanya ve komşuları, yeni bir sistemin kurallarına anca başka bir yıkıcı dünya savaşının sonucunda uymuş olsalar da, Avrupa, Wilsoncu bir düzenin kurulmasına dünden hazırdı.
Ancak Avrupa deneyimi küresel çapta bir norm haline gelemedi. Çin, periyodik olarak göçebeler tarafından işgal edilmiş olmasına ve tarihinde birkaç bağımsız Çin devletinin iktidar mücadelesine girdiği dönemler olmasına rağmen, tarihin büyük bölümünde tek bir devlet olarak var olmuştur. Karşılıklı tanınmaya dayalı çok devletli bir sistem fikri Avrupa’nın siyasi kültürü için ne kadar önemliyse, Çin’in siyasi kültürü için de dünyada dengi olmayan tek bir meşru devlet olma fikri o kadar önemlidir. Elbette Çinliler, Japonlar ve Koreliler arasında birçok çatışma yaşandı, ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarına dek bölgede devletlerarası çatışmalar nadiren görülüyordu.
İnsanlık tarihini bir bütün olarak ele aldığımızda, süreklilik arz eden ve bir medeniyete dayalı devletlerin, birbirine denk devletler arasındaki Avrupaî rekabet modelinden daha kendine özgü bir niteliğe sahip olduğu görülmektedir. Erken modern dönemde Hindistan, Babür İmparatorluğu’nun hakimiyeti altındaydı. On altıncı yüzyıl ile on dokuzuncu yüzyıl arasında, bugün Ortadoğu olarak bilinen bölge Osmanlı ve Pers imparatorluklarının egemenliği altına girdi. İnkalar ve Aztekler de kendi bölgelerinde rakip tanımıyordu. Savaşın, insan kültürlerinin evrensel veya neredeyse ortak bir parçası olduğu söylenebilir, ancak artan bir savaş döngüsünün, devletin devamlılığını sağlamak için seferberliği ve teknolojik, politik ve bürokratik kaynakların gelişimini zorunlu kıldığı Avrupaî modelin, dünyanın geri kalanındaki uluslararası yaşamı betimlemediği görülüyor.
Dünyanın pek çok yerindeki devletler ve halklar için modern tarihin en önemli sorunu, bu büyük güç çatışmasının yeniden yaşanması değildi. Asıl mesele, doğal ve endüstriyel kaynakları kullanmak adına yapılacak zorlu bir kültürel ve ekonomik düzenlemeyi içerecek şekilde Avrupalı güçlerin bu ülkelerden nasıl uzaklaştırılacağının bir yolunu bulmaktı. Avrupa ülkelerinin taraflar için öldürücü nitelik taşıyan çatışmaları, Avrupa dışındaki ülkelerde çözülmesi gereken varoluşsal bir medeniyet krizi olarak değil, bağımsızlığa ulaşmak için bir fırsat olarak görüldü.
Batılı olmayan ve postkolonyal devletler, egemenliklerini teslim etmek değil, onu elde etmek ve geliştirmek için uluslararası kurumların birer parçası oldular. Bu devletlerin uluslararası hukuktaki temel çıkarları, kendi otoritelerini sağlamlaştırmak için ülke liderlerinin gücünü sınırlamak değil, zayıf devletleri güçlü olanlardan korumaktı. Avrupa ülkelerinden farklı biçimde, bu ülkelerin hafızalarında muhalefeti bastıran ve çaresiz halkları sömürgeciliğin boyunduruğuna hazırlayan zorba rejimlere dair siyasi deneyimler bulunmuyordu. Bunun yerine, deneyimleri arasında, yerel yetkililerin ve seçkinlerin, tebaalarını ve vatandaşlarını yabancı güçlerin kibir dolu eylemlerinden ve kararnamelerinden korumaktaki yetersizliklerine yönelik aşağılayıcı bir bilinç yer etmişti. Sömürgecilik resmen sona erdikten ve gelişmekte olan ülkeler topraklarının kontrolünü ele aldıktan sonra, zayıf devlet yapısı ve ”tavizli egemenlik” (compromised sovereignty) postkolonyal dünyanın klasik yönetişim sorunları olarak arta kaldı.
Tarihsel deneyimlerdeki farklılıklar, Avrupa’da bile, Wilsoncu ideallere duyulan bağlılığın düzeyindeki değişimleri açıklamaya yardımcıdır. Fransa, Almanya, İtalya ve Hollanda gibi ülkeler, temel ulusal hedeflerine ancak egemenliklerini bir yerde toplayarak ulaşabilecekleri anlayışıyla AB’yi kurdular. Zira birçok eski Varşova Paktı üyesi için, AB ve NATO gibi Batılı organizasyonlara katılma nedeni, yitirdikleri egemenliklerini yeniden kazanmaktı. Bu ülkeler, Batı Avrupa’da yaşayan pek çok kişinin uluslararası ilişkilere yeni bir yaklaşım getirme fikrini benimsemesine yol açan sömürgecilik geçmişine ilişkin veya Almanya özelinde olduğu gibi Holokost’a ilişkin suçluluk ve pişmanlık duygularını paylaşmıyor, bunun yanı sıra, AB ile NATO’nun ilkelerine en ufak bağlılık hissetmeden bu kuruluşlara üyeliklerinin sağladığı ayrıcalıklarından faydalanmaktan çekinmiyorlardı.
Eksper teksper
Geçtiğimiz yıllarda popülist hareketlerin Batı dünyası genelinde yükselişi, Wilsoncu proje için bir başka tehlike daha doğurdu. Amerika Birleşik Devletleri, 2016’da Donald Trump’ı başkan olarak seçebildiyse, gelecekte neler yaşanacağını kim bilebilir? Dünyanın önde gelen diğer ülkelerindeki seçmenlerin oyunu kimlerden yana kullanacağını kestirebilir miyiz? Ayrıca, eğer Wilsoncu düzen Batı’da bile bu kadar tartışmalı bir hal aldıysa, bu düzenin dünyanın geri kalanında başarıya ulaşma umudundan söz edilebilir mi?
Wilson, demokratik yönetim anlayışının birçok kişinin aşılmaz gördüğü sorunlarla karşı karşıya kaldığı bir çağda yaşadı. Daha önce eşi benzeri görülmemiş düzeyde bir eşitsizlik yaratan Sanayi Devrimi, Amerikan toplumunu parçalara bölmüştü. Devasa şirketler ve tröstler bu süreçte muazzam bir siyasi güç elde ettiler ve bu gücü, ekonomik çıkarlarının karşısına çıkarılan tüm zorluklara direnecek bir bencillikle kullandılar. O zamanlar, Amerika Birleşik Devletleri’nin en zengin insanı olan John D. Rockefeller, federal hükümetin yıllık bütçesinden daha büyük bir servete sahipti. Buna karşılık, 2020 yılında ABD’nin en zengin insanı unvanını taşıyan Jeff Bezos, bütçelenen federal harcamaların yaklaşık yüzde üçüne tekabül eden bir net serveti elinde bulunduruyor.
Yine de Wilson ve ilerlemeci arkadaşlarının penceresinden bakıldığında, bu sorunlar yalnızca seçmene yetki vererek çözülemezdi. O zamanlar, Amerikalıların çoğunun eğitim düzeyi ortaokul veya altındaydı ve Avrupa’dan gelen göç dalgası, ülkenin gelişen şehirlerini; İngilizce konuşamayan, okuma yazma bilmeyen ve oyunu yolsuz eşraf siyasetçilerinden başkasına vermeyen milyonlarca seçmenle doldurmuştu.
İlerlemecilere göre bu sorunun çözümü, apolitik bir uzman yönetici ve idareci sınıfının oluşturulmasını teşvik etmekten geçiyordu. İlerlemeciler, zenginlerin sahip oldukları gücün aşırılığını dizginleyecek ve yoksulların ahlaki ve siyasi eksikliklerini giderecek bir idari devlet inşa etmeye çalıştılar. (Alkol yasağı, Wilson’un seçim programının önemli bir parçasıydı ve Wilson, I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında sosyalistleri ve diğer radikalleri tutuklamaktan ve kimi durumlarda sınırdışı etmekten geri durmadı.) İlerlemeciler; eğitim sisteminin iyileştirilmesi, göç konusunda getirilen katı sınırlamalar ve öjenik doğum kontrol politikaları gibi önlemler aracılığıyla, devletin teknokratik yapısını sağlıklı biçimde destekleyecek daha iyi eğitimli ve daha sorumlu seçmenler yaratmayı umuyorlardı.
Bundan yüzyıl sonra, bu ilerlemeci düşüncenin unsurları, ABD’de ve dünyanın başka ülkelerinde Wilsoncu yönetişim için kritik bir konu olmaya olmaya devam ediyor; ancak buna yönelik kamuoyu desteği geçmişte olduğundan çok daha düşük. Çünkü İnternet ve sosyal medya, her türlü konudaki uzmanlığa duyulan saygının altını oydu.
Bugün, sıradan vatandaşlar, önemli ölçüde daha iyi bir eğitime sahipler ve bundan ötürü hayatlarının uzmanlar tarafından yönlendirilmesine daha az güven duyuyorlar. ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali, 2008 mali krizi ve hükümetin 2020 pandemisindeki beceriksizliği de dâhil olmak üzere birçok olay, çoğu insanın, uzmanların ve teknokratların menfur bir “derin devlet” oluşturduğunu görmeye başlamasına ve bu nedenle onlara duydukları güveni kaybetmelerine yol açtı.
Diğer yandan, uluslararası kurumlar bundan da büyük bir güven kriziyle karşı karşıya. Kendi yurttaşlarının idaresindeki bir teknokratik yönetimin değerine şüpheyle yaklaşan seçmenler, endişe uyandıracak düzeyde kozmopolit görüşlere sahip yabancı teknokratlara daha da şüpheyle bakıyorlar. Geçmişte Avrupa’nın sömürdüğü topraklarda yaşayanların, (kötü yönetilseler bile) kendi içlerinden insanlarca yönetilmeyi, sömürge memurları tarafından (yetkin olsalar bile) yönetilmeye tercih ettikleri gibi, Batı’daki ve postkolonyal dünyadaki birçok insanın, küresel kurumların en iyi niyetli planlarını bile reddetmesi muhtemeldir.
Bu sırada, teknokratik çözümler; gelişmiş ülkelerde imalat sanayi sektöründeki iş kaybı, ücret durgunluğu veya düşüşü, azınlık grupları arasında devam eden yoksulluk ve opioid (madde kullanımı) salgını gibi sorunlar karşısında başarısız oldu. İklim değişikliği ve kitlesel göç gibi uluslararası zorluklar söz konusu olduğunda, hantal küresel yönetişim kurumlarının ve onları yöneten geçimsiz ülkelerin, kamuoyunda güven uyandırabilecek türden kolay ve düzenli çözümler üretmesi pek mümkün gözükmüyor.
Bütün bunlar Biden için ne anlama geliyor?
Tüm bu nedenlerden ötürü, Wilsoncu düzenden uzaklaşma eğilimi muhtemelen devam edecek ve dünya siyaseti giderek Wilsoncu olmayan, hatta bazı durumlarda Wilsonculuk karşıtı hatlarda yürütülecek. NATO, BM ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar pekâlâ varlıklarını sürdürebilir (bürokratik azim asla göz ardı edilmemelidir), ancak bunu başarma konusunda daha az yetkin olacakları ve belki de kuruluş amaçlarını bile yerine getirmek için daha az istekli olup çok daha az sayıda yeni zorlukla mücadele edecekleri açıktır. Bu sırada, uluslararası düzen giderek farklı istikametlerde yol alan devletler tarafından şekillendirilmeye başlayacak. Bu durum, medeniyet çatışmalarının kaçınılmaz olduğu anlamına gelmiyor, ancak küresel kurumların geçmişte olduğundan çok daha geniş bir görüşler ve değerler yelpazesini barındırması gerektiğini bizlere kanıtlıyor.
Wilsoncu düzeninin kazanımlarının çoğunun korunabileceği ve hatta bu kazanımların birkaç alanda genişletilebileceği yönünde bir umut var. Ancak, geçmişte kazanılmış zaferlere takılıp kalmak, her geçen gün daha da tehlikeli bir hale bürünen günümüzde ihtiyaç duyulan fikirlerin ve politikaların geliştirilmesine yardımcı olmayacaktır. Wilsoncu olmayan düzenler, geçmişte hem Avrupa’da hem de dünyanın diğer bölgelerinde var oldular ve dünya ulusları, çağdaş koşullar altında istikrarı ve barışı sağlamak adına bir çerçeveyi bir araya getirmeye çalıştıklarından ötürü muhtemelen bu örneklerden yararlanmaya ihtiyaç duyacaklardır.
ABD’li politika yapıcılar için, Wilsoncu düzenin dünya çapında gelişen krizi, gelecek on yıllar boyunca başkanlık sistemine sahip ülkelerin hükümetlerini meşgul edecek sorunlar yaratıyor. Bu sorunlardan biri, halkta karşılığı olan milletvekilleriyle senatörlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve basının, Wilsoncu bir dış politika anlayışının Amerika Birleşik Devletleri için yalnızca iyi ve yararlı bir şey değil, aynı zamanda barışla güvenliğin ve hatta medeniyetle insanlığın hayatta kalmasının tek yolu olduğuna kalpten inanmalarıdır. Bu kişiler, bürokrasi içinde mevzi kazanmaya çalışarak ve Kongre’nin onlara sunduğu gözetim yetkilerini kullanıp kendilerine yakınlık besleyen basın kuruluşlarına içeriden bilgi vererek davaları için savaşmaya devam edecekler.
Amerikan dış politikasındaki herhangi bir enternasyonalist koalisyonun sahip olduğu gücün önemli ölçüde Wilsoncu seçmenin vereceği oylara dayandığı gerçeği, bu hizipleri zor durumda bırakacak. Ancak, siyasette etkin oldukları dönem boyunca seçmeni aldatmış ve siyaseten zayıf bir muhakeme göstermiş bir neslin sonucunda, Amerikan seçmeninin Wilsoncu fikirlere itimatı önemli ölçüde azaldı. Ne Başkan George W. Bush’un Irak’taki ulus inşası felaketi ne de Obama’nın Libya’daki insani müdahale fiyaskosu Amerikalıların çoğu tarafından başarılı bulundu. Bu nedenlerle farklı ülkelere demokrasi götürme çabası artık kamuoyunda karşılık bulmuyor.
Ancak Amerikan dış politikası her zaman bir koalisyon kurma meselesi olmuştur. Special Providence adlı kitabımda yazdığım gibi, Wilsoncular on sekizinci yüzyıldan bu yana Amerikan dış politikasını şekillendirmeye çalışan dört düşünce okulundan biridir. Hamiltoncular, Amerikan dış politikasını finans ve uluslararası ticaret dünyalarıyla yakından bağlantılı, güçlü bir ulusal hükümet etrafında organize etmeyi hedefler. Wilsoncular; demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir dünya düzeni kurmak ister. Öte yandan, Jacksoncu popülistler, büyük işletmelere ve Wilsoncu savaşıma şüpheyle yaklaşırken güçlü bir askeri ve popülist ekonomik programı yürürlüğe sokmayı hedefler. Son olarak, Jeffersoncular, Amerika’nın taahhütlerini ve denizaşırı angajmanlarını sınırlamak istiyorlar. (Konfederasyon Başkanı Jefferson Davis’in önde gelen bir savunucusu olduğu beşinci bir okul ise ABD’nin ulusal çıkarlarını köleliğin korunması etrafında tanımlıyordu.) Hamiltoncular ve Wilsoncular, Soğuk Savaş’tan sonra Amerikan dış politikasına büyük ölçüde egemen oldu. Ancak Obama’nın askeri alanda tahdit konusunda Jefferson’ın bazı fikirlerini yeniden uygulamaya koymasıyla, Libya’da yaşanan talihsizliğin ardından bu yaklaşımı daha da belirginleşti. Diğer yandan, Oval Ofis’e Başkan Andrew Jackson’ın portresini asan Trump, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yükselen Hamiltoncu ve Wilsoncu küresel koalisyona karşı Jacksoncular ve Jeffersoncular arasında milliyetçi bir koalisyon inşa etmeye çalıştı.
Biden yönetimi, Amerikan dış politikasını Trump döneminin milliyetçiliğinden uzaklaştırsa da, ülke içinde ve dışında değişen siyasi koşullar ışığında Wilsonculuk ile diğer düşünce okulları arasındaki dengeyi yeniden kurması gerekiyor. Benzer düzenlemeler geçmişte de yapıldı. Savaş sonrası dönemin umut dolu ilk yıllarında, Eleanor Roosevelt gibi Wilsoncular, Truman yönetimden, BM’ye verilecek desteğin ülke siyasetinin en öncelikli konusu haline getirilmesini talep ettiler. Bundan kısa süre sonra, Harry Truman ve ekibi Sovyetler Birliği’yle mücadelenin Amerika’nın önündeki en önemli mesele olduğunu görerek Soğuk Savaş’ın ve SSCB’yi çevreleme politikasının temellerini atmaya başladı. İki yaklaşım arasında zorlu bir geçiş süreci yaşanmıştı. Başkan Truman, bunların sonucunda, kıyasıya geçen 1948 seçimleri sırasında Roosevelt’ten çok az destek görecekti. Ancak Wilsoncu Demokratların önemli bir bölümü, Stalinist komünizmi bozguna uğratmanın, Soğuk Savaş’la mücadele sırasında kullanılması gereken tartışmalı yöntemleri meşrulaştıran bir netice olduğu konusunda hemfikirlerdi. İşte Biden, bu örnekten ders çıkarabilir. Birçok Wilsoncu, gezegeni bir iklim felaketinden kurtarmanın ve Çin karşısında bir koalisyon inşa etmenin, hem müttefik seçerken hem de taktik belirleme sürecinde belirli bir düzeyde vicdandan yoksun olmayı gerektirdiğinin meşru olduğunu onaylayacaktır.
Biden yönetimi, eski başkanların Wilsoncuların desteğini kazanmak için kullandığı diğer tekniklerden de yaralanabilir. Bunlardan biri, Washington’un etki alanı içindeki zayıf ülkelere önem arz eden çeşitli reformları uygulamaya koymaları yönünde baskı yapmaktır. Bir diğeri ise, başarı şansı düşük olmasına karşın ilham veren girişimlere hiç yoktan destek veriyormuş gibi görünmektir. Bir grup olarak Wilsoncular, şerefli mağlubiyetlere alışkınlardır ve çoğu zaman, politikacıları, asil olduğu farz edilen niyetlerine dayanarak, başarı yolunda onlardan çok fazla talepte bulunmaksızın desteklerler.
Wilsoncuları elde tutmanın daha az Makyavelist yolları da vardır. Wilsoncu politikaların nihai hedeflerine ulaşmaları günümüzde her ne kadar zorlaşmış da olsa, akıllıca kurgulanarak belirli bir hedefe odaklanan devlet politikalarının Wilsoncuların hoşuna gidecek sonuçlar üretebileceği belli başlı konuların varlığından söz edebiliriz. Kara para aklamayı zorlaştırıp vergi cennetlerini ortadan kaldırmak için uluslararası işbirlikleri kurmak, bu ilerlemenin mümkün olduğu alanlardan biridir. Dünyanın dört bir yanında halk sağlığına yönelik duyulan endişeler, COVID-19 salgınının sona ermesinin ardından muhtemelen birkaç yıl daha etkisini koruyacaktır. Kadınlar, etnik ve dinî azınlıklar, yoksullar gibi yabancı ülkelerde yeterli düzeyde hizmet alamayan grupların eğitimine yönelik teşviklerde bulunmak, daha iyi bir dünya inşa etmenin en sağlıklı yollarından biridir. Ayrıca, Wilsoncu idealleri genel anlamıyla reddeden birçok hükümet, kendi topraklarında gerçekleşecek bu tür çabalar için sağlanacak dış destekleri, açık bir siyasi ajandayla iltisaklı olmadıkları sürece kabul edebilir.
Şimdilik, Amerika Birleşik Devletleri ve dünyanın bir nevi Wilsonculuk durgunluğu yaşadığından söz edebiliriz. Ancak siyasette hiçbir şey sonsuza kadar sürmez ve umut ışığını söndürmek, hayattaki zor şeylerden biridir. Wilsoncu vizyon, Amerikan siyasi kültürüne o kadar derin bir şekilde yerleştirilmiştir ve savunduğu değerler küresel alanda öylesine bir karşılık bulmaktadır ki, Wilsonculuğun ölümünü şimdiden ilan etmek söz konusu bile olamaz.