14 Haziran 2012 tarihinde Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu ve Ankara Temsilcisi Metehan Demir’e konuşan Leyla Zana’nın sözleri, o dönem hem Türk medyasında hem de Kürt toplumunda büyük yankı uyandırmıştı. Zana, açıklamasında şunları söylüyordu:
“Açıkça söyleyelim ve kabul edelim. Hepimizin yapması gereken, Başbakan’ın sorunu çözmesinde yanında olduğumuzu ona hissettirmemiz, onu teşvik etmemizdir. Asıl mesele bu ülkede şiddetin hemen durmasıdır. Bir kere terör ve Kürtler ifadesi bir arada anılmamalı. 1999’dan itibaren strateji değiştiyse, Bağımsız Birleşik Kürdistan yerini, haklı talepleri elde ederek tamamen birlikte yaşama stratejisine bıraktıysa ve amaç yerel yönetimin güçlenmesi, demokratikleşme ise bu gençlerin ölmesini artık hiçbir vicdan kabul edemez. PKK da ona göre süreci yeniden değerlendirsin.”
Anaakım Kürt Siyasi Hareketi’nde bir “çatlak” ve “ayrılık” görüntüsü veren bu çağrıya dönemin aydınları da güçlü bir destek vermişti. Şüphesiz bu sözlerin bu derecede geniş yankı uyandırmasının sebebi Zana’nın PKK’ye yönelttiği eleştiriler ve yaptığı çağrının içeriğiyle sınırlı değildi. Leyla Zana’nın ismi cezaevinde olduğu dönemleri de içeren uzun bir süre boyunca Öcalan’a karşı “yeni nesil Kürt lider” olarak geçmiş ve Kürt siyasetinde yeni bir yolun mümkün olduğunu ifade edenlerce sıklıkla işaret edilmişti. Bu sebeple açıklamanın muhtevası kadar öznesi de önemliydi. Kürt siyasetinden Zana’ya cevaplar gecikmedi: “Biz sizin vekiliniziz. Asıl olan sizsiniz. Güçlü ve bağlayıcı olan sizsiniz. Hiçbir belediye başkanımız, hiçbir parti yetkilimiz, hiçbir milletvekilimiz halkın iradesinin üstünde olamaz. Leyla’yı Leyla yapan Mecnun’un aşkıdır.”
“Mekânın asıl sahibini” hatırlatan yukarıdaki sözlerin sahibi 15 Haziran 2012’de Van mitinginde konuşan Selahattin Demirtaş idi. Demirtaş bu sözleriyle hem partisinin durduğu yerin altını çiziyor hem de Kürt Siyaseti’nde yeniden alevlenebilecek “liderlik” tartışmalarının önünü alıyordu.
Demirtaş bu tartışmaların hiçbirine uzak değildi. Henüz çiçeği burnunda bir avukat iken Öcalan uluslararası bir operasyonla yakalanarak Türkiye getirilmişti. Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi sonrası örgüt içerisinde bazı tartışmalar baş göstermişti. Bu tartışmaların baş gösterdiği cezaevlerinin başında, abisi Nurettin Demirtaş’ın da dahil olduğu örgütün yönetici kadrolarının (Sabri Ok, Muzaffer Ayata, Meral Kıdır, Can Yüce) bulunduğu Bursa ve Çanakkale cezaevleri geliyordu. Çanakkale Cezaevi’nde Meral Kıdır ve Can Yüce gibi eski PKK’li yöneticilerin öncülük ettiği grup Öcalan’ın liderliğini reddediyor ve PKK Devrimci Çizgi Savaşçıları adıyla yeni bir örgüt kuruyordu. Öcalan’ın liderliğini reddeden bu çizgiye karşı Bursa Cezaevi’nde güçlü bir direnç göstererek boşa çıkaran Sabri Ok, Muzaffer Ayata ve Nurettin Demirtaş’ı bu dönem en sık ziyaret eden avukatların başında genç Selahattin Demirtaş vardı.
2004 yılında PKK’nin yönetim konseyi üyeleri olan Osman Öcalan, Nizamettin Taş ile Kani Yılmaz PKK’den ayrılarak PWD’yi (Yurtsever Demokratlar Partisi) kurmuş ve Türkiye’de siyasal faaliyetler yürütme çabasındayken de Demirtaş, İHD Diyarbakır Şube Başkanı olarak bu gelişmelerin tanığı ve tarafıydı.
Muhakkak Demirtaş’ın Leyla Zana’ya karşı 2012 yılının Haziran ayında yaptığı çıkış da, açılım günlerinde Barzani’nin Diyarbakır’a geldiği 16 Kasım 2013 tarihinde attığı “Berlin’de on binler sadece bu sloganı atıyor hep birlikte ‘Biji Serok APO’” tweetiyle hem Barzani hem de Erdoğan’a mesaj veriyor ve geçmiş tanıklığının/tarafının izini taşıyordu.
Genel başkanlıktan fenomenliğe Demirtaş
2012 yılında çözüm süreci ile birlikte yavaş yavaş açılan demokratik alan, Kürt siyasi hareketinin büyüyen cüssesinin arka sokaklardan ana arterlere ve hatta merkeze yerleşme ihtiyacını daha belirgin hale getirdi. Öncesinde Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ile anılan bu adımlar, zamanla Halkların Demokratik Partisi (HDP) ismiyle konuşulur oldu. HDP’nin siyaset sahnesine çıkması bu dönemde legal Kürt siyasetinin taşıyıcı partisi olan BDP’nin işlevini ve mevcut yapısını çok daha tartışmalı hale getirdi. Kürt milliyetçilerince bir korku filmi, sosyalist ve bazı liberal çevrelerce peri masalını çağrıştıran “Türkiyelileşme” tartışmalarının sonunda BDP yerini HDP’ye bırakarak siyaset sahnesinin gerisine çekildi.
Ağustos 2014’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, CHP-MHP ittifakı tarafından Erdoğan’ın karşısına çıkarılan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, CHP’nin kendisini daha solda tanımlayan seçmeniyle duygudaşlık kuracak profilden yoksun olması ve buna karşın HDP’nin ve sosyalist blokun büyük oranda desteklediği Demirtaş’ın bu memnuniyetsizlerin kaçış odağı haline gelecek bir kampanya yürütmesi, Kürtleri Türkiye siyaset sahnesinde yükselen bir aktöre dönüştürdü. Demirtaş’ın bu seçimlerde aldığı oy, Kürt siyasetinin Türkiye genelinde bir seçimde aldığı en yüksek oy oranına tekabül ediyordu. Yakalanan bu başarı, HDP’nin 2015 Haziran’ında yapılacak seçimlere girmesi halinde barajı aşabileceği düşüncesini güçlendirdi.
Bütün bunlarla beraber 2014 yazında IŞİD’in hem Irak’ta hem de Suriye’de Kürt kentlerine yönelik saldırısı, Kürt toplumunda çok ciddi bir refleksin gelişmesine sebebiyet verdi. Bu saldırılar sırasında tüm dünya için yeni küresel korku trendi olarak görülen IŞİD’in karşısında beliren Kürt savaşçılar, yeni bir fenomen haline geldi. Türkiye’nin uzun süre IŞİD’in Kürtler üzerinde yaratığı bu travmayı öngörecek ve giderecek adımlardan uzak durması, yükselen Kürt fenomeninin Türkiye içinde hızlı bir ulusal Kürt dalgasına dönüşmesi sonucunu doğurdu. Kürt ulusalcılığının bu yeni rüzgarıyla yelkenlerini doldurma imkân ve fırsatını bulan HDP, anaakım medyada daha önce olmadığı kadar görünür olmanın da avantajını iyi kullandı. HDP, kendi geleneğinden gelen siyasi partilere vekil çıkarma umudu olmadığı için oy vermeyen seçmenler ile HDP’den uzak durmasına rağmen HDP’nin barajı geçmesi gerektiği düşüncesindeki seçmenleri “barajın kıyısındayız” algısına ikna ederek oyunu önemli oranda artırdı.
HDP, o dönem Meclis’te dördüncü parti olmasına rağmen “Seni başkan yaptırmayacağız!” sloganını üstlenerek adeta seçimlerin ana muhalefeti konumuna geçti ve kendisini iktidar karşıtı pozisyonda konumlandıran ve çoğunluğu CHP’lilerden müteşekkil Türk seçmeninin de büyük oranda sempatisini kazandı. Bu başarı hikayesinin kuşkusuz en görünür yıldızı bu söylemi taşımayı başaran Selahattin Demirtaş’tı. Demirtaş başlarda kendisinin de itiraz ettiği bilinen HDP projesinin, en parlak yüzü olmuştu. HDP’nin “yeni yaşam” paradigması Demirtaş şahsında görünür olmuştu.
Türkiye genelinde sağlanan bu başarı, Demirtaş’ı bugüne kadar HEP geleneğinden gelen partilerde genel başkanlık yapmış “klasik” genel başkanlardan (Fehmi Işıklar, Yaşar Kaya, Mehmet Abbasoğlu, Murat Bozlak, Tuncer Bakırhan, Aysel Tuğluk, Ertuğrul Kürkçü, Ahmet Turan Demir, Nurettin Demirtaş vd) farklılaştırarak Türkiye’deki Kürt siyasetinin yeni dönemdeki en güçlü lider adayı haline getirdi. Bu durum son 30 yılda Türkiye’de Kürt siyasetinin yaşadığı en önemli gelişmelerden biriydi.
Demirtaş nereye?
Demirtaş’ın, PKK’nin Mersin’de yaptığı saldırıyı kınaması üzerine kendisine son dönemde yöneltilen eleştiriler ve kendisine sahip çıkmak için yazılan yazılar bazı tartışmaları beraberinde getiriyor. Bu tartışmalar büyük oranda; Demirtaş’ın kolektif siyasetin dışında yol yürümeye çalıştığını söyleyerek Demirtaş’ın özgünlüğünü görmekten uzak, “hizaya getirmeye çalışan” eleştiriler ile onu Kürt siyasetinin tarihinden ve örüntüsünden soyutlayarak bir “muhalif” kimliğe sıkıştıranların övgülerinden ileri geliyor. Bu iki kutuplu siyasal değerlendirmeler Demirtaş’ın bir siyasal aktör olarak imkân ve risklerini konuşmayı zorlaştırıyor.
2015 yazından bu yana Kürt siyasetinin ağırlık merkezlerinin değişimi, Demirtaş’ın sivil ve legal bir aktör olarak daha önce hiçbir aktörün mazhar olmadığı kitle sempatisine sahip olması, HDP’nin seçmen tabanının yüzde 6’lardan yüzde 12’ler seviyesine yükselmesinin tabanda yarattığı çeşitliliğin sivil siyasete dair beklentileri artırması, Kürt siyasetinin hızla şehirlileşen ve orta sınıflaşan Kürt kamuoyu ile ilişkisini klasik HDP-PKK örüntüsüyle sürdürmesinin bir patinaja sebebiyet verme ihtimali gibi gelişmeler, Demirtaş’ın siyasal geleceğine dair imkanları artırıyor.
Bunun yanı sıra, Demirtaş’ın 7 Haziran seçimlerinin politik atmosferinden çıkmadığını gösteren, destekçileriyle olan bağını güçlendirmek yerine daha çok potansiyele dair mesajlar vermesi, siyasal bir liderlik örneği sergilemekten ziyade siyasal aktivizmi çağrıştıran görüntü vermesi, artık uluslararası bir konu haline gelen ve hiç olmadığı kadar bölgeselleşen Kürt meselesinin bölgede yaratacağı her gelişmenin HDP ve Demirtaş denklemini değiştirme ihtimali ve bu durumun öngörülemez oluşu gibi durumlar da Demirtaş’ın yolundaki önemli riskleri oluşturuyor.
Geçmişte çok fazla siyasetçinin, kendi partisi içerisindeyken söylediği sözlere ve yaptığı eleştirilere aldığı desteği, dışarı çıkarken taşıyamadığı biliniyor. Son ana kadar Demirtaş’ın Kürt siyasetinin ana omurgası içinde tartışarak durması, sivilleşme tartışmalarını içeride yaparak tabanı ve kurumları dönüştürme çabasına girmesi, “kopuş” çağrılarından hayırlı görünüyor. Demirtaş’ın bu sınavdan nasıl çıkacağı liderlik testinin en önemli adımı olacak. Bu teste vereceği cevap Demirtaş’ın renkli bir seçim kampanyasının renkli ve sempatik yüzü olmak ile bir Kürt lider olmak arasında, ağırlık merkezini nereye konumlandıracağını da gösterecek. Bu tercihin Kürt siyasetindeki ağırlık merkezine nasıl etki edeceği de esas o zaman görülecektir.
Zira kamusal beğeniyi artırırken siyasal desteğini korumak, kendi yolculuğuyla tabanının yolunu birleştirmeyi başarmak sanıldığı kadar kolay değil, ama liderlik böyle durumlarda ortaya çıkan çelişkileri ortadan kaldırabildiği oranda kalıcılaşabilir.
Roj Girasun, Medyascope, 16 Ekim 2022