Nazi Almanyası’nda Hukuk*, 2009 yılında Vermont Üniversitesi’nde yapılan bir sempozyuma sunulan makaleleri içeren bir kitaptır. Yedi makaleden oluşan bu kitap, Nazi hukukunu çeşitli açılardan mercek altına alsa da, esas olarak hukuk icracılarının üzerine eğiliyor. Yani yargıçların, savcıların, avukatların ve yargı bürokrasindeki memurların, bu düzenin inşasında ve tahkiminde oynadıkları rollere odaklanıyor.
Dönemin Almanya’sında hukukçular, iyi bir eğitim alan ve toplumun geneline oranla daha iyi iktisadi koşullarda yaşayan bir grubu temsil ederler. Kitaba katkı sunan hukukçular ve tarihçilerin ortak kanaati, bu seçkinlerin Hitler’in değirmenine su taşımalarının salt Nazizmin tedhişçiliği ile açıklanamayacağıdır. Sistematik terörün tercihleri etkilediği şüphesizdir, fakat hukukçuların Nazi limanına demir atmaları bir tek terör korkusuyla izah edilemez.
Nazilere verilen hukukçu desteğinin altında, çeşitli ve karmaşık saikler yatar. Hukukçuların kimi inançlı bir Nazi’dir, arzuladığı rejim için şevkle çalışır. Kimi parlak bir kariyerin peşindedir; aradığı fırsatı Nazilerde bulur. Kimi de ırkçı ve hiyerarşik bir toplumsal tasavvura taraftar olmakla birlikte bunun da hukuk dairesi içinde gerçekleşmesini savunur. Ama nihayetinde hepsi, hareket noktaları farklılaşsa da, “Nazi Hukuku” denilen kötülüğün dokunmasına hizmet etmiş olurlar.
Aslında “Nazi Hukuku” derken, bu kavramın da tartışmalı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü bazı hukukçular, “Nazi” ile “hukuk” kavramlarının beraber kullanılmasını abesle iştigal addederler. Onlara göre, Nazizme hiçbir surette hukuki değer atfedilmemeli, “Nazi Hukuku” denilerek Nazilerin gerçekleştirdiği vahşet hukuk ile irtibatlandırılmamalıdır. Naziler yalnızca “haksızlık” ve “hukuksuzluk”la beraber anılmalıdırlar, “hak” ve “hukuk” ile değil.
“Hukukçu olmak, utanç verici”
Bu görüş, yürek soğutur. Fakat Nazilerin ırkçı bir diktatörlüğü hukuk kurallarıyla kurdukları ve sürdürdükleri de tarihi bir vakıadır. O halde meseleye daha incelikli yaklaşmak lazım gelir. Evet, Hitler iktidarını tahdit eden her şeyden ve özelikle da “hukuk korsesi”nden nefret eder, “dik kafalı hukukçular”dan hiç hazzetmez. 26 Nisan 1942’de yaptığı konuşmadaki “Her Alman, hukukçu olmanın ne kadar utanç verici olduğunu anlayana kadar dinlenmeyeceğim” ifadesi, onun hukukçulara duyduğu öfkenin derinliğini yansıtır.
Mamafih Hitler, aklındaki Ari ırkın üstünlüğüne dayalı programı ancak etkili ve iyi örgütlenmiş bir kamu hizmetiyle hayata geçirebileceğinin de farkındadır. Nazilerin ırkçı tahayyüllerini hukuki şekle büründürecek hukukçulara gereksinimleri vardır. Genç, dinamik ve ideolojik açıdan bağnaz hukukçular Nazilerin bu hayati gereksinimini karşılar ve onların hukuku saptırmalarına yol gösteren, meşruluk sağlayan “akıl hocaları” olurlar.
“Rejim, onların (hukukçuların) sadakatlerine, titizliklerine, hukuk uzmanlıklarına, idari deneyimlerine ve hayal güçlerine güvenebilirdi.” (s. 54)
Nazi rejimi eşitliğin yerine ırk üstünlüğünü, bireyin yerine Aryan ırkını ve demokratik katılımın yerine de Führer’in iradesini koyar ve hukukun temel ilkelerini yerle yeksan eder. Kanunsuz suç ve ceza olmayacağını anlatan ve “olmazsa olmaz” bir nitelik arz eden prensipler, Nazi hukukunda bir kıymet taşımaz. Bireysel hakların buharlaştığı, yerleşik hukuki kuralların önemini yitirdiği ve yargının bütünüyle yürütmeye bağlandığı bu düzende, doğal olarak, mahkemelerin idarenin faaliyetlerini denetlemesi de mümkün olmaz.
“Hitler Almanya’dır, tıpkı Almanya’nın Hitler olduğu gibi”
Harry Reicher, Nazi hukukunun metodolojisinin tek bir kelime ile özetlenebileceğini söyler: “Führerprinzip”. Liderin sözünü yazılı yasanın üstünde tutan bu “liderlik ilkesi”, devletin bütün gücünün, bu gücü keyfi olarak kullanabilen tek bir adamın elinde toplanmasını deyimler. 1934’te Nürnberg’de düzenlenen Nazi Partisi mitinginde bu husus, Hitler’in özel sekreteri Rudolf Hess tarafından dile getirilir:
“Parti, Hitler’dir. Bununla birlikte Hitler Almanya’dır, tıpkı Almanya’nın Hitler olduğu gibi.” (s. 176-177)
1936’da Nazi Partisi’nin örgütlenme kitabında “Führer’in iradesi, Parti’nin yasasıdır” ve “Führer her zaman haklıdır” denilir. Dönemin bir kovuşturma belgesinde Hitler’in iktidarının sınırlanamaz ve sorgulanamazlığı herkesin anlayacağı bir berraklıkta anlatılır:
“Führer, Reich’in bütün egemen otoritesini kendinde toplar… Reich içindeki siyasi otoritenin karakterini doğru bir şekilde belirlemek istiyorsak, devletin otoritesinden değil, Führer’in otoritesinden bahsetmeliyiz. Devletin kişisel olmayan bir birim olarak siyasi otoritesi yoktur ama otoritesini ulusal iradenin yürütücüsü olan Führer’den alır. Führer’in otoritesi tamdır ve her şeyi kucaklar… Führer’in otoritesi kontrol veya denetlemeyle, özel ya da özerk organlarla veya bireysel haklarla sınırlanamaz; onun otoritesi özgür, bağımsız, kapsayıcı ve sınırsızdır.” (s.186-187)
Yargıya uygulandığında Führerprinzip, üç ilkeye tekabül eder: Bir, hukuk siyasal liderliğe hizmet etmelidir. İki, Führer en üstün yargıçtır, teoride hüküm verme yetkisi sadece ondadır. Ve üç, Führer’le doğrudan sadakate dayalı bir ilişkisi olan yargıç, Führer gibi karar vermelidir. (s. 178)
Führerprinzip, bu bağlamda, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırır, yargıyı adaleti sağlamakla değil siyasi iradeyi yerine getirmekle yükümlü kılar ve hâkimleri her davada Hitler’in isteğine uygun karar verme mecburiyetinde bırakır. Reicher, Führer İlkesi ile merkezine Hitler’in oturtulduğu Nazi hukukunun iç içe geçmiş üç eş merkezli daire olarak düşünülebileceğini belirtir.
İlk eş merkezli daire, yargıçları temel haklardan yoksun bırakan yasalardır.
İkinci eş merkezli daire, açıkça temel haklardan yoksun bırakmayan ama yorum yoluyla temel hakların korunmasını ve kullanılmasını imkânsız kılan yasalardır. Misal “halkın sağlam vicdanı uyarınca cezalandırılmayı hak eden bir eylemde bulunan kişi cezalandırılacaktır” hükmünü içeren bir düzenleme, hem geçmişe yürüyen yasa yapmayı sağlar hem de hakimleri yazılı hukuku bir tarafa bırakıp Nazi ideolojisinin gereklerine uygun bir yargılama yapmaya zorlar.
Üçüncü eş merkezli daire ise, yargıçların sadece Hitler’in “zamanın talebini anlama” talimatıyla bağlı olmaması, bu talimatı kendilerine dönük tehditlerle birleştirmeleridir. Hitler’in ağzından çıkan kanun hükmündedir, onun dediğinin dışına çıkmak bir yargıcın hem makamına hem de hayatına mal olabilir.
“Üç eş merkezli daire etkin biçimde Nazi Almanyası’ndaki ‘hukuk’un tamamını oluşturuyordu. Bir davada bileşenlerinden birine ya da diğerine başvurarak Führer’i tatmin etmeyen bir kararın verildiği hiçbir dava ya da mesele yoktu.” (s. 187)
“Devlet iç düşmanlarını en verimli şekilde uzaklaştırmalı ve tamamen yok etmelidir”
Naziler hukuku, toplumda istemedikleri kişi ve gruplar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanırlar. Savunmasız muhalifler yasalarla tasfiye edilirler. Hukukun istenmeyenleri cezalandırılma yoluyla toplumdan çıkaran bir vasıtaya dönüşmesi, en çarpıcı anlatımlardan birini, 1942’de Joseph Goebbels’in sözlerinde bulur:
“Yargıç karar verirken yasalardan ziyade suçlunun yok edilmesi gerektiği fikrinden yola çıkmalıdır… Devlet iç düşmanlarını en verimli şekilde uzaklaştırmalı ve tamamen yok etmelidir. Yargıcın sanığın suçluluğuna ikna edilmesi gerektiği fikri tamamen terk edilmelidir. Yasanın yönetiminin amacı ilk etapta misilleme, hatta iyileştirme değil, devletin sürdürülmesidir.” (s. 188)
Velhasıl Nazi rejimi, Almanya’yı belli insan gruplarından kurtarmaya dönük amacına ulaşmak için ayrıntılı bir hukuk sistemi oluşturur. Başlıca iki nedenden ötürü, bu tirani yapının tuğlaları hukuk ile örülür:
Birincisi, hukuken “düşman” kategorisine konulan grupların toplumdan izole edilmesidir. Bir kişi ya da grup bir yasa ile damgalandığında, anında çevresiyle olan bağı kesilir, savunma dayanakları çökertilir ve böylelikle kolay lokma haline gelir. Mesela, en büyük hedef olan Yahudilerin “avlanmasını” kolaylaştırmak için, toplamda 1900’den fazla özel yasa çıkartılır. (s. 113)
Hukuki olarak Almanlar için tehlikeli ve insan-altı bir varlık olarak kodlanmaları Yahudileri tümüyle savunmasız bırakır. Rejim, onlara reva gördüğü bütün insanlık dışı faaliyetleri hukuki bir kalıba döker. Dolayısıyla, Auschwitz’e taşınmaları bile yasalarla belirlenen Yahudiler, hukukun olmadığı bir alanda değil, aksine hukuka aşırı müracaat edilen bir alanda zulme uğrarlar.
İkincisi, Alman hukukunun teori ve pratiğindeki güçlü pozitivist gelenekten, rejim lehine istifade edilmesidir. Naziler, insanlık karşıtı iddia ve ideallerini bir hukuk kuralı haline getirdiklerinde, hukuk camiasından genellikle iki türlü karşılık alırlar: Zaten Nazi olanlar, bu hükümleri hararetle selamlarlar. Nazilere mesafeli duran ve hatta karşı olanların çoğunluğu ise, vazifelerinin yürürlükteki bir yasayı uygulamaktan ibaret olduğu düşüncesiyle Nazi kurallarını muhataplarına tatbik eder ve onların hayatını cehenneme çevirirler.
“Onlar için ‘görev’lerini yerine getirme duygusu, böylesi yasalara karşı kişisel itirazlarını hatta tiksintilerini aşmış, görev addettikleri şeyden kaçmak için doğal hukuk ilklerine ya da evrensel haklara başvurmalarını engellemiş olabilir.” (s. 14)
“Suikastçının hançeri, yargıç cübbesinin altında gizlenmiştir”
Kuşkusuz Ernst Fraenkel, Hugo Sinzheimer, Hans Litten, Max Alsberg, Marx Hirschberg gibi büyük bedeller ödeyerek Nazi caniliğine karşı duranlar olur. Ancak itiraz edenlerin sayısı sınırlı, hukuki direniş çok zayıf kalır. Hukukçuların çok büyük bir kısmı, pozitif hukuku bir düşünsel tutamak ve bir meşruiyet zemini sayıp Nazilerle işbirliği yaparlar ve Naziler de toplumun üzerinden silindir gibi geçerler.
Hülasa güçlü pozitif hukuk geleneği soykırıma giden yolu döşer. Aynı gelenek daha sonra ise, Nazilerin savunmalarının belkemiğini oluşturur. Zira II. Dünya Savaşı’nın ardından yargılanan Naziler, bütün kararlarının hukuka uygun olduğunu belirtirler ve suçlamaları reddederler.
Nazi hukukçularına göre, bütün yasalar mer’i hukuk düzenine göre çıkarılmıştı. Yasa, yasa idi; kendilerinin bağlı oldukları bu yasalara aykırı davranmaları düşünülemezdi. Yasaların gereğini yerine getirmiş ve işlerini doğru yapmışlardı. Bunun için sorumlu tutulamaz ve suçlanamazlardı.
Nürnberg’e de bu savunmayı sunarlar Naziler; sadece geçerli ve uymakla yükümlü oldukları hukuku uyguladıklarından mahkûm edilemeyeceklerini söylerler. Ancak onaltı hâkim, savcı ve bürokrat hukukçunun yargılandığı Nürnberg Adalet Davası’nda sanıkların bu savunmaları kabul görmez. Mahkeme, sanıkları Almanya’nın hukuk sistemini saptırmak ve onu bir vahşet ve tedhiş aracına dönüştürmekle suçlar. Mahkemeye göre, “sanıklar yargı eliyle cinayet işlemişlerdi ve cinayet görünüşte hukuki olsa bile yine de cinayetti.”
“Yasalar, Hitler’in kararnameleri ve Drakonvari yozlaşmış ve sapkın Nazi yargı sisteminin bizzat kendisi … insanlığa karşı işlenen suçların maddi unsurunu teşkil etmektedir ve bunların yürürlüğüne girmesine ve icra edilmesine katılmak, suça iştirak anlamına gelir… Kısaca suçlama, ülke çapında hükümet tarafından düzenlenen bir zulüm ve adalet sistemine bilinçli olarak katılmaktır; insanlık … yasalarının ihlali söz konusudur ve suç Adalet Bakanlığı’nın otoritesi ile hukuk adına işlenmiş, mahkemeler de suçun işlenmesine aracılık etmiştir. Suikastçının hançeri, yargıcın cübbesinin altında gizlenmiştir.” (s. 190)
İktidar Almanlara devredilir edilmez Nazi hukukçular kürsülerine geri dönerler. 1950’li yıllarda bu hukukçuları aklamaya dönük bir eğilim hız kazanır. Nazizmin bütün günahı, zalim yasaları yapan yasa koyucunun boynuna yüklenir ve işlevi yasayı uygulamakla sınırlanan yargıçların sorumluluktan kurtulmasına kapı aralanır.
“1950’lerin ortalarında Alman mahkemeleri, yargıçların Nazi döneminde verdikleri kararlarını, yargıçların yasaya bağlılıklarını sürdürmek ve yargıç olarak görevlerini yapabilmek için Nazi yasalarını uygulamaktan başka çareleri olmadığı gerekçesiyle teoride meşrulaştıran pozitivist yaklaşımı benimsemişti.” (s. 212)
“Kanlı adalet”
1960’lara gelindiğinde bu anlatı bir üst seviyeye taşınır. Nürnberg kararlarına yönelik eleştirel sesler daha yüksek perdeden çıkar, Nazi hukukçularını mazur gösteren savunmalar pekişir. Dönemin yargıçlarını “Nazilerin keyfi yasalarına ve kararnamelerine direnen, pozitivist hukuk eğitiminin kurbanı olan, rejime ayak uydurmağı takdirde işini ve hayatını kaybetmekten korkan, yasaya ve adalete kendilerinden sonra gelecek meslektaşlarından daha bağlı olduklarına samimiyetle inanan yargıçlar” olarak resmeden teorilerle, Naziler temize çıkarılmaya çalışılır.
Fakat 1970’lerden sonra gelişen eleştirel tarih çalışmaları, bu “pozitif hukukun kurbanı olan hukukçular” mitini yıkar. Bu dönemde, hukukçuların Nazizmi nasıl benimseyip içselleştirdiklerini, Nazi ideolojisinin kodifiye edilmemiş kavramlarını genişletmek için nasıl canla başla mücadele ettiklerini, Nazi ilkelerini hukuk anlayışlarına ve kararlarına nasıl yedirdiklerini gösteren çok sayıda araştırma yayınlanır. Araştırmalar, hukukçuların -bilhassa milliyetçi hukukçuların- zorla ve korkuyla değil büyük bir coşku ve heyecanla Nazi saflarına katıldıklarını kanıtlar.
1990’ların başında, Alman hukukçularının Nazi geçmişi daha büyük bir kamusal tartışmanın parçası olur. Çünkü o günlerde bazı mahkemelerden, Nazi dönemi hukukçularını mazur gösteren kararlar çıkar. Tartışmalar alevlenir ve davalar Alman Yüksek Mahkemesi’ne taşınır. Yüksek Mahkeme, ilk defa, Nazi dönemi yargıçlarının eli kanlı bir rejimdeki suçlarından dolayı kovuşturulmadığını ve cezalandırılmadığını kabul eder. Ve daha önemlisi, kendisinin de bu başarısızlıkta suçunun olduğunu itiraf eder.
“O dönemin (III. Reich) hukuk uygulamasının, idam cezasının aşırı uygulanması nedeniyle ‘kanlı adalet’ olarak nitelendirilmesi haksız değildir… Halk Mahkemesi’nin verdiği idam cezasının bedeli hiçbir şekilde ödenmemiştir ve Halk Mahkemesi’ndeki hiçbir yargıç ve savcı adaleti saptırmaktan hüküm giymemiştir, özel mahkemelerin ve askeri mahkemelerin yargıçlarından bahsetmiyoruz bile. Alman Yüksek Mahkemesi’nin hukuk anlayışının, en nihayetinde bu gelişmede bir sorumluluğu olmalıdır. Bu hukuk anlayışı, bu heyetin haklı bulduğu ciddi eleştirilerle karşılaşmıştır.” (s. 224)
“Adaletsiz radikal rejime karşı siper”
Nazi Almanyası’nda Hukuk’un satırları arasında gidip geldikçe, bir yandan Nazizmin tüyler ürperticiliğini iliklerinizde hissediyor, diğer yandan da böylesine insanlık dışı bir düzeni var eden aktörlere, mekanizmalara ve dinamiklere daha yakından nüfuz ediyorsunuz. Elbette kitaba dair birçok mevzunun altı çizilebilir ama ben birini vurgulayıp bitireyim:
Nazi hukukunun tarihi, hukuk icracılarının iki kimliğe de bürünebileceğine işaret eder. Hukukçular bir yandan “adaletsiz radikal rejimlere karşı siper” olabilirler (s. 225) ama diğer yandan “toplu katliamlara kadar varan menfur suçları işleyebilir ve bunu yaparken görünüşte hukukçular olarak ‘normal işlerini görmeye devam da edebilirler.” (s. 167)
Bir hukukçunun tercihinin hangi yönde seyredeceğini belirlemede iki faktör öne çıkar: Biri, sosyolojik şartlardır. Diğeri de kişinin hukuk anlayışıdır. Zor zamanlar hukuku saptırır ve hiçbir ülke bundan muaf değildir. Hukuk yozlaştığında bireyler de toplum da tehlikeye girer. Tehlikenin teşhisi ve zararının asgariye çekilmesi, hukukçuların eşitliğe ve bireylerin hak ve özgürlüğüne dayalı bir hukuk anlayışına sahip olmalarını gerektirir.
Aksi takdirde hukuk adına ve hukuk eliyle cinayetler işlenmesi kaçınılmaz olur.
* Alan E. Steinweis & Robert D. Rachlin; Nazi Almanyası’nda Hukuk: İdeoloji, Fırsatçılık ve Adaletin Saptırılması, çeviri: Kıvılcım Turanlı, Zoe Kitap, İstanbul, 2020.
Not: Konuya ilgi duyanlara ayrıca 2014 tarihli “Yalan Labirenti” (Im Labyrinth des Schweigens, yönetmen: Giulio Ricciarelli) adlı filmi de hararetle öneririm.
Perspektif, 22 Mayıs 2022