Nihat Genç’in “Tanıdığım Levent Göktaş” başlıklı yazısından dikkat çekmek istediğimiz bölümler aşağıda (ara başlıklar Serbestiyet tarafından kondu). Tümü için:
https://www.veryansintv.com/tanidigim-levent-goktas/
Yazması söylemesi zor işler!
Ancak büyük soruyu kafamda ilk gençlik yıllarında çözdüm, kendime, “Atatürk isteseydi Topal Osman’ı kurtarır mıydı?” dedim. Evet, karmakarışık çetelerle dolu Samsun’dan Anadolu’yu dolanıp Ankara’ya kadar kendini koruyan Topal Osman’ı pekala korurdu, ancak, Atatürk’ün kurmak istediği, derebeylik değil, bir hukuk devleti’ydi…
Hablemitoğlu iddianamesinde adı geçince arkadaşlarımız önce Levent Göktaş‘ı aradı, “isminiz geçiyor, bir açıklamanız olacak mı?” dendi, “-ya öyle mi, haberim yok, bir bakiyim” denildi ve bir daha haber alamadık, ve sonra avukatını aradık, “neler oluyor kafamız çok karışık şok içindeyiz” dedik, avukatıyla çok samimi olduğumuz halde “bu konuda tek bir kelime konuşmayacağım” deyince…
“İşler karışık” dedik, hapisteyken, “soylu kahraman subayımız” diye yazılarımız dahi var, filmin finalini tahmin edebilmek hiçbirimiz için mümkün değildi ve medyamız yine kulak arkasına yattı ve sadece Veryansın TV’de peşi sıra “açıklama yapması lazım, kaçmaması lazım” ve bir çok sorulu, programlar yaptık ve ama nereden bakılsa sindirilmesi anlaşılması çok güç bir olay, çevresindeki herkesin ruh dengesini bozacak kadar şaşırtıcı karışık işler!
“Bizi ancak, açıklık, harbilik ve hukuk kurtarır”
Devlet paramparça, kime güveneceksin, alevler her tarafı sardı, bizi ancak, açıklık, harbilik ve hukuk kurtarır, sessizliğe bürünüp hiçbir kirli işin uzantısı parçası ya da töhmet ve ithamı ve şüphesi altında asla kalmayacağız, “her gün program yapın ve her gün sorun, niye kaçıyor?”
Biz, Cumhuriyetçiyiz, hukuk karşısında herkes eşittir ve kimseye eyvallahımız olamaz, yaptığımız cesur programlar bağımsız karakterimiz ve onurumuz olarak VeryansınTV youtube’de duruyor, zor ve belalı günlerde konuşmaya cesareti olmayanların vatanı ve ahlakı olamaz!
(…)
“Önce şunu hiç unutmayın, Levent Göktaş’ın Kara Harp Okulu’na girdiği, 1976 yılını, bu yıl, Türk Silahlı Kuvvetler tarihinde hiç olmadık bir şey oldu, ve otuz öğrenci, ‘dışardan’ tabir edilen ‘sözleşmeyle’ okula alındı” diyor (bu uygulama peyderpey devam etmiş) Levent Göktaş’ı çok yakından tanıyan bir ‘devre arkadaşı’…
Sonuçları bugüne kadar tartışılan büyük sorumuz işte budur, standart ve kural dışı bir kararla bu yüz kişiyi kim askeri öğrenci neden yaptı?
(…)
Levent Göktaş’ı tahliye olduktan sonra birebir tanıdım, ama önce, oğlumun lise mezuniyet töreninde yargıtay üyesi eşiyle ayaküstü konuşmuştuk, onun da aynı okulda kızı mezun oluyordu. Şöyle dedi: “Şaşkınlık içindeyim, Levent’in içerde olmasına hâlâ inanamıyorum” biz, dedi, “Tayyip beyle, ailecek görüşür gider gelirdik”.
Çok kültürlü çok okumuş ve kendini çok iyi yetiştirmiş bir cesur kadın yargıçla tanışmak sinema filmi gibiydi, geçen aylarda kanserden vefat etti. “Hanımefendi, uzun yıllar çatışma bölgelerinde ve dağlarda ve hep yurt dışında savaşmış Levent Göktaş’ın bu kadar sakin bir eşinin olması beni de şaşırttı” dedim. Hanımefendinin hayattan dersler çıkartmış çok saygın değerli cümleleri içinde kayboldum gittim, ve şu son cümlelerini hiç unutmadım: “Levent’in bir gidip, iki yıl üç yıl hiç dönmeden ve aylarca hiç haber almadan görevlerine alıştık diyemem zamanla kabullendik!”
Gerçekten Levent Göktaş’ı efsane bir komutan bilirdik, bugün yaşadığımız şok ve şaşkınlığın bu yüzden sınırı yoktur. Hikayelerinden bir kaçını ilk ağızdan dinleyince “psikolojisi ne güçlü insanlar var” dedim. Bir gün, üç gün hiç uyumadan bir çatışmanın ortasında kalmış, o günlerde de Galatasaray’ın UEFA kupa finali var, elinde küçücük bir radyo, maçı dinliyor ve birazdan ölen arkadaşlarının cesedini taşıyor, olayı anlatırken, aynı anda, hem ölen arkadaşlarının isimlerini anılarını anlatıyor hem de ara verip Galatasaray’ın takım kadrosu ve ataklarını anlatıyor! Şu, Cappola’nın Vietnam filmleri ve sahnelerine ne çok benziyor!
Ve hangi uzun sürmüş çatışmayı sorsan Cem Yılmaz parodisi gibi renkli süslü esprili bir atraksiyon gibi anlatıyor, hüzün, acı, zayıflık, güçsüzlük, acziyet, hiç göstermiyor, şurada mahsur kaldık şuradan günlerce çıkamadık derken bile milli bir bayram milli bir zafer gibi anlatıyor!
Cephede hiç olmamış insanları karşı bir kibirleri var, cephede yaşamamış insanları ciddiye almaz hatta horlar hatta dalgasını geçer, sadece tehlike ve ateş altında kazanılmış kahraman bir kimliğin kıskançlığı mı, bilemem!
Savaşmamış insanlara hiç inancı ve saygısı olmadı, defalarca ateş altında cehennemi yaşamış bu insanların ruh hallerini anlayabilmemiz mümkün değildir, belki de bu yüzden, dağda cephede bir soluk yanlarına gelen çok çok büyük komutanlarla bile eğlenir, onları cahillik ve acemilikle suçlar, yüzlerine karşı ciddiye almadığını esprili laf sokuşlarıyla anlatır! Çünkü: “Hiçbiri, burada olup biten dehşetin farkında değil! Ölüm kalım günlerce ateş altında kalmış insanlar üniforma ve apoletlere hiç inanmaz hiç değer vermez, hiç saygı göstermez! Yüksek komutanlara sadece formel hiyerarşi ve disiplin gereği selam ver ve geç, bu kadar!”
(…)
Silah, seccade, ve devlet!
Levent Göktaş’ın kendi kadar şöhretli bir silahı vardı ve on yıllar boyunca o silahı yanından hiç ayırmadı, çok daha kalite markalar bulduğu halde, bu eski silahına duygusal bir bağlılığı vardı, bir an bile, ya belinde ya da el mesafesinde hep aynı silah, ofis masasının üstünde, eski günlerinde kendini ölümlerden koruyan terk etmediği tek sevgilisi!
Yanından hiç ayırmadığı ikinci şey, seccadesi! Arapça, İngilizce, Kürtçe, vb. birçok dil bilen Levent Göktaş’ın hafızlığı da var! Yurt dışı görevleri yüzünden Levent Göktaş’a James Bond yakıştırması yapılır ve ancak James Bond güzel kızlarıyla ünlü, ve Levent Göktaş’ın yanından ayırmadığı ise seccadesi!
Silah ve seccade, size çok şey anlatsın!
Tahliye olduğunda ona ilk sorum, fikirlerinde bir değişiklik olup olmadığı: “bakın, siz içerdeyken sadece bir avuç Cumhuriyetçi muhaliflik yaptı” dedim, hiç yüz vermedi. Solculuğa kökünden karşı. “Ama içerde solcu arkadaşların oldu” dedim, güldü, dalgasını geçti, “hiçbirinden bir .ok olmaz”a getirdi, lafı… “Bu kadar ağır ve hiç beklenmedik sırtından hançer yemesine rağmen hâlâ sağcı muhafazakar bir yerdesin” dedim, “Sağcılık, solculuk, bize göre değil, tek hakikat devlettir, her şartta devlet için varız..” “Ama dedim, devlet, ordusu hukukuyla işgal altında…” “Devlet, her daim var, olacak” gibi, laflar etti, devlet koruyucu bir melek değil, devlet uğruna savaşılacak bir şey de değil, başka bir yere getirdi lafı, devletten başka fikir zikir başka tür bir gerçeklik hiçbir şey yoktur, gibi bir yere…
Devlet’i sizin benim bildiğimin dışında başka türlü anlattı, bedeninin bir organı gibi ya da bedeni büyük parçaya bağlı gibi, “istesem de başka türlü düşünemem, devlet olmadan hiçbir şey yapılamaz başka hiçbir yerde olamam!”
Silah, seccade, ve devlet!
Sonra, adı Mit müsteşarlığında geçti, sonra, o kumpas ve sıkıntılı yıllarda sarayın korumalığını ve birçok bakanlığın korumalığını yaptığını ve sonra Sinan Aygün’ün ofisinde ve sonra İnan Kıraç’ın avukatlığını ve, sonra, işte, Hablemitoğlu davasında adının geçtiğini!
(…)
Kardeşlerim, bu karanlık kumpas suikast kirli işlere kim ne şekilde ne adına bulaşmışsa, uzak durun. Selam vermeyin, avukatlığını yapmayın ve asla susmayın ve hızla yana çekilin!
Çünkü, üst üste göğe kadar dizdikleri ve içine tarikatlarla gladyoyla Fetö’yle ve altınlar ve dolarlar ve kara parayla tıka basa doldurdukları en altındaki küp, yerinden oynuyor!
İçinizdeki bağımsız Cumhuriyet’i, firavunlardan saraydan tarikatlardan silah tüccarlarından tetikçilerden narko siyasetten, uzak tutun.
Rüzgar, eli kulağında, geldi geliyor!