Haluk Levent’in kurucusu olduğu Ahbap’a karşı iktidar cenahından başlatılan kampanya, akla 17 Ağustos 1999 depremi sonrasında, o zaman öne çıkan STK’lara yöneltilen devlet baskısını getirdi. AK Parti sözcüsü Ömer Çelik, 6 Mart 2000’de Yeni Şafak’ta Nasuh Mahruki’nin başına gelenler üzerinden bu konuyu ele almıştı…
Devlete sırtını dayamadan, ”kendi başına bir değer” olabilenlerin ”icabına bakmak” için devlet gücünü kullanmaya çoğu kez gerek kalmıyor.
Ne zaman olacak diye merakla bekliyordum, demek ki zamanı gelmiş. Zamanı geldiğine göre, Nasuh Mahruki”yi harcamanın tam zamanı. Hepimize kolay gelsin. Bunun da altından kalkacağız inşaallah.
Bunu yapmak için çok zorlanmayacağız tabii. Adam harcamak için sürekli ”bilenen” ve sürekli ”tazelenen” tecrübelerimiz her zamanki eşsiz yol göstericiliğini esirgemeyecek kuşkusuz.
Siyasette, akademyada ve sporda çektiğimiz geleneksel ”numaraları” çekmenin, bütün hünerlerimizi göstermenin tam zamanı.
Öncelikle Nasuh Mahruki’nin ”iyi bir dağcı olmadığını” ispata girişeceklerin bütün engin tecrübeleriyle ortaya çıkacaklarını beklemeliyiz, diye düşünüyordum. Fakat fazla beklemeden ama bu sefer daha şaşırtıcı ”itham biçimleri” çıktı ortaya. ”Uzmanlık uzmanı” bir gazeteci, Nasuh Mahruki’nin aslında dağcı olmadığını, ”parayı bastıran herkesin” aynı sportif başarıları elde edebileceğini ima eden açıklamalarda bulundu. Ne de olsa bütün dünyanın başarılı bulduğunu başarısız sayma ”iştahına” ve kabiliyetine sahip olanların günü bugün. Dünyanın ”kar leoparı” unvanına layık gördüğü Nasuh Mahruki’nin hayatının sahteliklerle örülü olduğunu ispat etmek, yeteneğe, akla ve girişimciliğe düşman bilumum ”köşe tutucuları” rahatlatacak.
Devlet dışında hiçbir kuvvet ve kudreti anlamlı bulmayan, devletin himayesi dışındaki her başarıyı ”netameli” saymaya yatkın olan ve toplumun içtenlikle sahiplendiği her kişiyi ”kuşkulu” bulan ”zihinsel gelenek,” tam zamanında gösterdi başını. Bu ”zihinsel hegemonya” bir kere daha çalışıyor ve çok uzun zamandan beri bütün anlamsız tartışmaların üstüne çıkarak ve ”başarılı” sayılmanın ”çürümüş” kriterlerini önemsemeyerek iş gören bir genç adamı daha ”gömmeye” çalışıyor. Televizyonda kurulan ”halk mahkemesi”nde, arkadaşını kaybetmiş bir insanı konuyla ilgisi olmayan ”açıklamalara” zorlayan bu kültür, açıkçası bu memleketteki bir sürü belanın bir numaralı sorumlusudur. Bu kültürün ”fokurdamasından” kariyer devşiren, mide dolduran ve köşe tutan kim varsa, bir kere daha, enkaz altında insan kurtarırken İstanbul’da vefat eden annesinin acısını bile hayat kurtarmaktan geri durmak için bir vesile saymayan bu genç adama ”itiraf et, aslında sandığımız kadar doğru değilsin, aslında sen de defolusun, değil mi?” yollu ithamlarda bulunuyor. Bu ithamlar, bu kültürün ve onun beslediği siyasal düzenin ruhu değil mi aslında? Evet, özgürlüklere değil, sorumluluklara vurgu yapan otoriter anayasanın ruhudur, bu itham geleneği…
Sorun da bu zaten. Her konuda standartı yükseltenlere, yeni bir seviyeyi temsil edenlere saldıran siyasal kültür de buradan besleniyor ya da bu ”ruh haline dayanarak” egemenliğini sürdürüyor… Toplum sağlığı için yararlı olan bir kan kampanyasını asayiş problemi haline sokan, deprem bölgesindeki yardım faaliyetlerini ”iç tehdit” konusu haline getiren refleksler, bu sefer Nasuh Mahruki ismi etrafındaki olumlu havayı dağıtmaya kararlı gözüküyor. Bu kararlılığı temsil edenlerin, siyasal kavrayış düzeyinde ”otoriter” olan ne varsa ona sahiplenmeleri de tesadüf değil bu yüzden.
Osmanlı, padişahın karizması ile yarışır hale gelen ya da güç bakımından özerkleşmeye başlayan her Beylik başını, devlete sadakatinden kuşku duyulacak bir davranışı olmasa bile hemen ”iç tehdit” unsuru sayar ve icabına bakardı. Bu, Cumhuriyet’e aynen miras kaldı, ama daha da incelikli hale gelerek. Devlete sırtını dayamadan, ”kendi başına bir değer” olabilenlerin ”icabına bakmak” için devlet gücünü kullanmaya çoğu kez gerek kalmıyor. Sırtını devlete dayamadan ya da bilinen kariyer elde etme yollarından geçmeden ”kendi başına bir değer” olabilenlerin ”icabına bakmak” için ”anonim ruh hali” bir köşede bekliyor ve bu ruh halinden ”beslenenler” en uygun zamanlamada sahne almayı çok iyi biliyor.
Kurtardığı canların kalplerinin en mutena köşesinde yer almış olan İskender Iğdır’a rahmet diliyor, Nasuh Mahruki’ye hem kaybettiği arkadaşı için başsağlığı diliyor, hem de uğradığı suçlamalar için geçmiş olsun diyorum. Mahruki, umarım, ”ferman padişahınsa, dağlar bizimdir” sözünün bu topraklarda söylendiğini unutmaz…