Halil Berktay: Başbakanlıktan ve AK Parti genel başkanlığından uzaklaştırılmanız, bir dönüm noktası oldu. Ardından, iktidar tekelleşmesi açısından her şey çorap söküğü gibi geldi. O Pelikan komplosuna niçin direnmediniz? Otoriterleşmeye karşı asıl o noktada istifa edip ayrılmak gerekmez miydi? Bugün yaşasaydınız, neyi/neleri farklı yapacağınızı düşünüyorsunuz?
Ahmet Davutoğlu: Bu çok karşılaştığım ve her an kendime de tekrar tekrar sorduğum bir iç muhasebe sorusu. Bu sorunun biri benim şahsi entelektüel/siyasi serüvenimle ilgili, diğeri Türkiye’nin siyasi seyri ile ilgili içiçe geçmiş iki boyutu var.
Her şeyden önce benim istifamın Pelikan denilen piyonlar çetesinin bildirisi ile ilgisi yoktur. Bu zihni ve vicdanı satılmışlar güruhunun yönlendirmeli bildirisi İslam ahlakı iddiasındaki bir siyasi ekibin ahlaken ne kadar çirkinleşerek böylesi bir güruhu ve böylesi ahlaksız bir yöntemi harekete geçirebileceğini göstermesi bakımından önemlidir, o kadar. Bu piyonlar çetesi arkasında denetimsiz bir şekilde tek adam ve tek güç olmak isteyen Tayyip Erdoğan’ın, ondan sonrası için kendini hazırlamaya çalışan Berat Albayrak’ın, ulaşabileceği maddi gücün boyutlarını görerek başbakanlık rüyaları gören Binali Yıldırım’ın ve daha önce ağır hakaretler ettiği Erdoğan’ın gölgesinde doksanlı yılların derin yapılarını tekrar devlet sistemi içine sokarak güç devşirmeye çalışan Süleyman Soylu’nun gücü ve yönlendirmesi olmasa böylesi iğrenç bir komploya cesaret edebilirler miydi?
Özetle mesele bir trol bildirisi değil, zihni, ahlakî ve pratik temelleri bakımından artık ortak bir siyasi zeminde birarada olması mümkün olmayan iki farklı siyaset anlayışının çatışmasıydı. Doğru, bu mücadelede yalnız bırakıldım ve konjonktürel olarak kaybettim. Ama nihai olarak kimin kazandığını tarihi süreç belirleyecek. Ama en azından Erdoğan dışındaki aktörlerin hemen hemen tümünün istiskal edilerek siyaset dışında kaldıkları ve kamuoyu önüne çıkamadıkları da aşikar. Ben hala halkın içindeyim ve mücadeleme devam ediyorum. Bu sefer yalnız da değilim. Yanımda ve arkamda Gelecek Parti bünyesinde aynı mücadele için bedel ödemeye hazır nitelikli ve ahlaklı bir kadro ve yüzbinlerce teşkilat mensubu, üye ve gönüldaşdan oluşan samimi bir topluluk var.
İsterseniz şahsi zihni/siyasi serüvenim açısından ciddi bir özeleştiri çağrısı da barındıran bu sorunuza Ali beyin bir önceki muhafazakârlıkla ilgili sorusu ile bağlantılayacak çetin bir soruyu daha ekleyerek kapsamlı bir şekilde cevaplandırayım ki konu bütün veçheleri ile ortaya konabilsin: Peki, İslami değerlerle yola çıktığını iddia eden bu muhafazakâr siyaset böylesi yozlaşırken siz ne yaptınız?
Bu sorunun gerektirdiği özeleştiriyi her gün zihnimi çatlatırcasına yapıyorum. Muhafazakâr kesimin yerel ve ulusal düzlemde sınırlı şekilde iktidarla tanıştığı doksanlı yıllarda bahsettiğim zihniyet dönüşümünün entelektüel zeminini oluşturmak için siyasete mesafeli bir tutum sergiledim ve rahmetli Erbakan hocamızdan 1995 ve 1999 seçimlerine Milletvekili adayı ve Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra Fazilet Partisi kurulduğunda kurucu olma tekliflerini ilmi çalışmalara öncelik verdiğimi ifade ile nezaketle izin istedim, ancak ne zaman çağrılmışsam hiçbir unvan ve makam beklemeksizin katkıda bulundum. 2001 yılında AK Parti kurulurken de Sayın Erdoğan ve Sayın Gül’ün birlikte yaptığı kuruculuk teklifini de bu görüşmeden kısa bir süre önce yayınlanan Stratejik Derinlik sonrasında yazmayı planladığım -başta hala tamamlayamadığım Tarihi Derinlik olmak üzere- çok sayıda bekleyen eser ve BSV’de yetiştirdiğimiz öğrencilerle kurmayı planladığımız üniversiteye (daha sonra kurulan ve iktidar tarafından bana duyulan şahsi öfke ve nitelik düşmanlığı dolayısıyla kapatılan Şehir Üniversitesi) yoğunlaşmak istediğimi ifade ederek mazeret beyan ettim. Ayrıca, iktidara gelineceğinden hiçbir şüphem olmadığını, iktidara gelindiğinde hiçbir mevki, unvan ve makam beklemeksizin Erbakan hocamıza verdiğim tarzda bir destekten kaçınmayacağımı ifade ettim.
Bu bağlamda 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında Sayın Abdullah Gül’ün hükümeti kurduğu gün yürümekte olan AB müzakereleri, Irak’a müdahale hazırlıkları ve Kıbrıs müzakereleri bağlamında acil desteğe ihtiyaç olduğunu vurgulayarak yaptığı, daha sonra Sayın Erdoğan ile yaptığımız ikili görüşme ile teyit edilen davetle Aralık ayı başında başdanışmanlık görevini kabul ettim. Hemen sonrasında Sayın Gül’ün teklifi Sayın Ahmet Necdet Sezer’in onayıyla tarafıma üstlendiğim görevleri daha etkin yürütebilmek amacıyla büyükelçilik unvanı da verildi. Bunun üzerine BSV’deki arkadaşlarımla istişare ederek sivil toplum kuruluşlarının sivil kalabilmeleri için siyaset ve devlet ile olan ilişkilerinde özerkliklerini korumaları gerektiğini, aksi takdirde vakfın zihniyet dönüşümünü hedefleyen akademik çalışmalarının güç ilişiklerinden olumsuz etkilenebileceğini söyleyerek derslerime devam etmekle birlikte Yönetim Kurulu Başkanlığından istifa ettim.
Başdanışmanlık görevimde AB müzakerelerinin arkaplan diplomasisinden NATO’nun yeniden yapılanmasına, Irak’a müdahale öncesi gerçekleştirilen “Komşu Ülkeler Zirvesi”nden Irak’ta başta Sünni-Şii diyaloğu olmak üzere farklı gruplar arasında sürdürdüğümüz arabuluculuk çalışmalarına, Medeniyetler İttifakı projesinden İKÖ ve D-8‘in reform süreçlerine ve Türkçe Konuşan Devletler Zirvesi’nin Türk Konseyi’ne dönüşümünün ön çalışmalarına, Lübnan iç savaşından Gürcistan-Rusya gerilimindeki arabuluculuk çalışmalarına, Suriye-İsrail barış görüşmelerinden Hamas-İsrail, FKÖ-Hamas arabuluculuk girişimlerine, Körfez ve Balkanlarda yeni strateji planlamalarından Afrika, Latin Amerika ve Doğu Asya açılımlarına, İKÖ Genel Sekreterliğinin alınmasından BM Güvenlik Konseyi üyelik çalışmalarına, TİKA’nın etkinleştirilmesinden Yunus Emre Enstitüsü ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar kurumlarının oluşumundaki koordinasyona kadar çek geniş bir alanda yoğun bir çalışma temposuna girdim.
Bu yoğun tempoda devlet bürokratı olma vasfıyla 27 Nisan e-muhtırası benzeri antidemokratik vesayet çabalarına karşı mücadele etmek gibi durumlar dışında pratik parti süreçlerine müdahil olmadım. Zaten idealizmin daha örselenmediği o dönemlerde yozlaşma baskın ölçekte değildi. Ayrıca bu dönemde Soğuk Savaş kültürünün tesiriyle geliştirmeye çalıştığımız çok boyutlu dış politika anlayışını benimseyemeyen bazı medya mensuplarının sert eleştirilerine rağmen Sayın Erdoğan ve Sayın Gül olmak üzere bakanlar, parti yetkilileri ve devlet kurumlarında teşrik-i mesai yaptığım arkadaşlarımla çok seviyeli, dürüst ve samimi ilişkilerim oldu. Hepsine teşekkür borçluyum.
“Sayın Erdoğan “peki kim bakan olacak ve şu ana kadar yürüttüğünüz süreçleri kim devam ettirecek?” diye sorduğunda da bakanlık için Sayın Ali Babacan’ı, başbakanlıkta yürüttüğüm koordinasyon için doksanlı yıllardan itibaren zihni ve fiili teşrik-i mesaide olduğum Sayın Hakan Fidan ve Sayın İbrahim Kalın’ı önerdim ve onlara 2008 yılının başına kadar bir geçiş süreci içinde yardımcı olduktan sonra akademik çalışmalarıma döneceğimi ifade ettim.”
2007 seçimleri öncesi Sayın Erdoğan önce Milletvekili sonra da Sayın Gül’ün Cumhurbaşkanı olması sonrasında Dışişleri Bakanı olmak üzere siyasete girme ve aday olma teklifinde bulundu. Bu teklife siyasi alanın oluşturduğu cazibe dolayısıyla sivil ve akademik alanın çok boşaldığı, pratik siyasetin cazibesinin nitelikli insan unsuru yetiştirilmesine engel olmaması gerektiğini, zamanla çok daha fazla sayıda nitelikli insan ihtiyaç hissedileceğini, uluslararası alanda temel bazı sorunların da aşılmış ve yeni bir dış politika anlayışının altyapısının kurulmuş olması dolayısıyla akademik hayata dönerek milli birikimimizle evrensel insanlık birikimini harmanlayan özgün bir üniversite kurmak ve bu bağlamda yeni bir bilim geleneği oluşturarak gelecek nesillerin her tür meydan okumaya hazır şekilde yetiştirilmesine gayret sarf edeceğimi ifade ettim. Sayın Erdoğan “peki kim bakan olacak ve şu ana kadar yürüttüğünüz süreçleri kim devam ettirecek?” diye sorduğunda da bakanlık için Sayın Ali Babacan’ı, başbakanlıkta yürüttüğüm koordinasyon için doksanlı yıllardan itibaren zihni ve fiili teşrik-i mesaide olduğum Sayın Hakan Fidan ve Sayın İbrahim Kalın’ı önerdim ve onlara 2008 yılının başına kadar bir geçiş süreci içinde yardımcı olduktan sonra akademik çalışmalarıma döneceğimi ifade ettim. Ancak 2008 başında Silahlı Kuvvetlerimizin Kuzey Irak’ta başlattığı harekât sonrası yaşanan gelişmeler üzerine Bağdat’a gerçekleştirdiğim ziyaret ve yürüttüğüm temaslar dolayısıyla bu planımı bir müddet ertelemek zorunda kaldım.
Tam akademik çalışmalara dönme hazırlığında iken, 14 Mart 2008’de AK Parti’ye yönelik kapatma davası açıldı. Bunun üzerine Sayın Erdoğan’a 2 Nisan’da İsveç’e giderken uçakta yaptığımız görüşmede “bu kapatma davasının sadece AK Parti’ye değil demokrasiye bir savaş ilanı olduğunu, bu şartlarda asla kendisini yalnız bırakmayacağımı ve kendisinin “şartlar düzeldi” dediği güne kadar siyaset ve devlet alanında kalacağımı” ifade ettim. Parti içinde birçok çıkar odaklı siyasetçinin kapatılma korkusu ile kendisine mesafe koymaya başladığı bir dönemde bu tavrı almam üzerine Sayın Erdoğan “işte sizin farkınız bu hocam, o zaman bu kez bakanlık teklifimi reddetmeyeceksiniz ve parti MKYK’sına gireceksiniz” dedi. Bu demokratik mücadele için ne gerekiyor ise yapacağımı ifade ettim. Çalışma tempomu hızlandırdım ve 17 Mayıs 2008’de dünyada geniş yankı uyandıran Suriye-İsrail barış görüşmelerini başlatma yanında Lübnan’da savaş sonrasında uzun süredir çözülemeyen Cumhurbaşkanlığı krizini çözerek AK Parti’nin bölgesel barış için ne kadar önemli olduğunu göstermiş olduk. Daha sonra 2009 mahalli seçimler sonrası bakanlık görevini üstlendim, aynı yıl yapılan kongrede MKYK üyesi oldum.
Bu detayları vermem “niye direnmediniz ve daha önce ayrılmadınız?” sorunuzu hakkıyla cevaplandırmak içindir. Ben siyasete ilkesel bir gerekçeyle girdim ve başbakanlığı da ilkesel bir duruşla bıraktım. Ayrıca sizin de takdir edeceğiniz gibi, Başbakanlık gibi bir makamı bir hafta içinde bırakmak insanın kendi nefsine karşı verdiği en büyük direnişin sonucu olabilir.
Siyasete fiilen girdikten sonra Dışişleri Bakanlığının yoğun temposuna rağmen siyaset ve devlet hayatındaki bozulma emarelerini daha yakından fark etmeye başladım. 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan’ın savcılığa çağırılması üzerine hemen ertesi gün yaptığım açıklamada “Allah şirk, devlet şerik kabul etmez, hiçbir yapının devlette ayrıcalıklı konumu olamaz, sivil toplum faaliyeti yaptıklarını iddia edenler sivil toplum alanında kalmalıdır” diyerek devlet içindeki çeteleşmeye karşı çıktım. 17/25 Aralık 2013 olaylarında ise bir taraftan “Dönemin Başbakanı” ibaresiyle hazırlanan soruşturma dosyalarını açık bir darbe girişimi olarak yorumladım ve net bir tavır aldım, diğer taraftan her tür yolsuzluk iddiasının hiçbir taviz vermeksizin araştırılması gerektiğini söyleyerek güç yozlaşmasının ekonomik boyutuna karşı da kararlı bir duruş sergiledim.
Bu tavrım hem FETÖ çevrelerince hem de yolsuzluklara bulanmış odaklarca tehdit olarak görülmeme yok açarken, kamuoyunda ve AK Parti tabanında büyük bir takdirle karşılandı. Başbakanlığa giden süreç her iki güç odağına karşı da sergilediğim kararlı direniş ve tavırlarla şekillendi. İşin çarpıcı olan tarafı şu ki Pelikan denilen çete büyük ölçüde eski FETÖ unsurlarından oluştu ve AK Parti iktidarında yolsuzluklara bulanmış çevrelerce finanse edildi.
Başbakanlık görevini devraldığımda siyasi tarihimizde uzun süreli iktidarlarda birçok örneğini gördüğüm güç yozlaşmasının yeni unsurlarla da desteklenmiş olarak devlet ve siyaset hayatını bir ahtapot gibi kuşattığını fark ettim. AK Parti Genel Başkanlığını Sayın Erdoğan’dan devraldığım kongrede irticalen yaptığım konuşmada devleti ve siyaseti sağlam bir zeminde yeniden yapılandırabilmek için dokuz alanda restorasyon gerçekleştirmeyi hedeflediğimi ilan ettim: (i) psikolojik özgüven, (ii) vatandaşlık ve tarihdaşlık temelinde sosyo-kültürel birlik/ortak aidiyet, (iii) özgürlük-güvenlik dengesine dayalı siyaset, (iv) ehliyet ve liyakat temelli devlet mimarisi, (v) siyasi ahlak, (vi) vicdan temelli adalet, (vii) insanlık birikimine özgün katkı sağlayacak kültür ve medeniyet, (viii) Ar-Ge odaklı üretim ekonomisi ve (ix) çok boyutlu etkin dış politika restorasyonu. Bugün bu alanlarda reform ve restorasyon ihtiyacı o günkünden çok daha acil ve kapsamlı hale gelmiştir.
“50 kişilik MKYK üyelerinin aralarında benim zihni ve ahlakî birikimlerine güvendiğim arkadaşlarımın da olduğu 47’sinin siyaset ve devlet teamüllerine aykırı bir şekilde, daha önce bana hiçbir eleştiri getirmeden bir gece yarısı operasyonu ile Cumhurbaşkanından gelen talimat ve Berat Albayrak’ın doğrudan koordinasyonu ile yetkilerimi kısıtlayan bir girişime imza vermesi benim için gerçek bir hayal kırıklığı oldu.”
Devlet adına alınan hediyelere kurallar getirmek, siyasilerin isimlerinin kamu kaynaklarınca yapılan yatırımlara verilmemesi, nepotizme yani akraba kayırmacılığına karşı açık mücadele başlatma, yakın atamaları yapanları görevden alma ve dört bakana yüce divana gitme tavsiyesinde bulunma gibi daha noktasal düzenlemelerle güç yozlaşmasına yönelik mücadelemin ilk aşamasını başlattım. 1 Kasım 2015 seçimleri sonrasında siyasi ahlak yasası, ihale yasası, imar yasası, rantların vergilendirilmesi, siyasetin finansmanı ve her düzey siyasilere mal varlığı beyanı getirme şartı gibi kapsamlı ve sistematik reform aşamasına geçtiğimizde ise yaklaşık on beş yıllık iktidar süresince oluşan bütün çıkar ağları, doksanlı yıllardan gelen ve yeniden aktif olma çabası içinde olan otoriter yapılardan beslenen mafyatik çevrelerle birlikte geniş bir koalisyon halinde bana karşı harekete geçtiler. Bir taraftan Doğu’da ve Güneydoğu’da terör örgütüyle ve ülke genelinde devlete sızmış FETÖ unsurlarıyla çetin bir mücadele yürütürken, diğer taraftan Ankara’nın puslu ve karanlık koridorlarında bu reformları engelleyebilmek için beni tasfiye etmek üzere harekete geçen ekonomi-politik çıkar çevrelerinin ayak oyunlarını etkisiz kılmaya çalışıyordum.
“Bugün olsaydı ne yapardınız?” sorusu ile ilgili olarak da iki konuda hata yaptığımı, iki konuda ise ciddi hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyebilirim.”
Dolayısıyla devlet ve siyaset hayatımın her aşamasında temiz siyaset mücadelesi verdim ve hiç geri adım atmadım. Ancak, siyasi ahlak yasasını TBMM’ne gönderdiğimiz bir dönemde ben yurtdışında ülkemi temsil ederken 50 kişilik MKYK üyelerinin aralarında benim zihni ve ahlakî birikimlerine güvendiğim arkadaşlarımın da olduğu 47’sinin siyaset ve devlet teamüllerine aykırı bir şekilde, daha önce bana hiçbir eleştiri getirmeden bir gece yarısı operasyonu ile Cumhurbaşkanından gelen talimat ve Berat Albayrak’ın doğrudan koordinasyonu ile yetkilerimi kısıtlayan bir girişime imza vermesi benim için gerçek bir hayal kırıklığı oldu. Yapmak istediğim reformların bu siyasi kadro ile gerçekleştirilmesinin neredeyse imkânsızlığını gösteren böyle bir gelişme olmasaydı, Pelikan benzeri piyon çetelerinin saldırılarının asla bir kıymet-i harbiyesi olmazdı. Verilmek istenen mesaj açıktı: Siyasi ahlak ve benzeri reformlardan bahsetmezsen Başbakan olarak kalabilirsin, yoksa yetkileri sınırlanmış kukla bir başbakan -Pelikan çetesinin sözcülerinden birinin ifadesiyle düşük profilli başbakan- olmayı kabul etmek zorunda kalırsın.
Özetle, istifa kararım Pelikan çetesinin alçak bildirisinin sonucu değildi. Devletin ahlakını ve siyasetin onurunu korumak için verdiğim bu çetin mücadelede yalnız bırakılmamın bir sonucuydu.
“Bugün olsaydı ne yapardınız?” sorusu ile ilgili olarak da iki konuda hata yaptığımı, iki konuda ise ciddi hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyebilirim. Birinci hatam, 12 Eylül 2015’te yaptığımız olağan kongrede Cumhurbaşkanının getirdiği MKYK listesinde benim de zihni ve ahlakî birikimine güvenerek kendi listeme de aldığım çok sayıda arkadaşımın ismini görünce kritik bir seçim öncesinde parti içinde bir çatlama ve Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamları arasında bir kriz yaşanmaması için o listeyi kabul etmem oldu. Birinci hayal kırıklığım, bu MKYK üyelerinin yüzüme hiçbir eleştiri getirmeden ve ülkede her şey son derece iyi seyrederken benim gıyabımda benim yetkilerimi kısıtlayan bir metne imza atmalarıydı. Daha sonra bir kısmı tek tek gelerek özür dileyen bu arkadaşlara “bana karşı sergilediğiniz tavır için değil, hayat ilkelerinizden ve şahsiyetinizden verdiğiniz taviz için üzülün” dedim. Bugün olsaydı, 12 Eylül 2015 olağan kongresinde seçim öncesi bir kriz çıkması pahasına kendi MKYK listemle çıkardım. Bu arkadaşlarla ilgili hüsn-ü zannım ve partimi seçim öncesinde bir arada tutma kaygım bunu engelledi.
İkinci hatam, bu sorunun benimle Cumhurbaşkanının yetki çatışmasından çıktığını ve Sayın Erdoğan’ın etrafındakilerce “liderliğinin elden gittiği” yönünde tahrik edildiğini düşünmem dolayısıyla benim fedakârlık yaparak çekilmem durumunda devlet ve parti-içi çatışmanın engellenebileceği şeklindeki yanlış değerlendirmemdi. Rahmetli Ecevit’in Sayın Sezer ile yaşadığı Anayasa kitapçığı krizinin bir benzerinin yaşanmaması için krizi tırmandıracak bir kamuoyu açıklamasından kaçındım.
Halbuki, şimdi görüyorum ki, mesele iki şahıs arasında değil, iki zihniyet ve siyasi anlayış arasındaydı. Cumhurbaşkanını bana karşı tahrik edenler kafalarındaki devlet düzeni için benim büyük bir tehdit teşkil ettiğimi düşünüyorlardı. Bunların arasında yapmakta oldukları darbe girişimi hazırlıkları için bir kriz çıkmasını bekleyen FETÖ unsurları da vardı, doksanlı yılların otoriter yolsuzluk düzenini muhafazakâr bir maske altında yeniden üretmek isteyen çevreler de vardı. Benim varlığım ve özgürlükçü temiz siyaset anlayışına dayanan siyasi zihniyetim her iki kesim için de ortadan kaldırılması gereken bir engeldi. Benim istifam sonrasında her iki kesim de birden harekete geçti. Dediğiniz gibi o günden sonra ülkede her şey kötüye gitti.
İkinci büyük hayal kırıklığım, herkesin makam peşinde koştuğu bir dönemde en yüksek makamı ahlakî bir duruş ile terk etmemin parti içinde ve ait olduğumu sandığım muhafazakâr camiada bir vicdan sorgulamasına yol açacağını düşünmemdi. Heyhat ki ne heyhat! Arada geçen sürede “siz ayrılırsanız biz yolsuzluklara bulanmış birine ve ekibine nasıl sayın başbakanım diye hitap edeceğiz” diyen kanaat önderleri de dahil olmak üzere herkes yeni güç düzenine uyum sağladı. Hatta daha da ileri giderek bana saldırmanın ödüllendirilen bir davranış olduğunu görerek taş atanlar kervanına katıldılar. Daha önceki soruda zikrettiğim “muhafazakâr zihnin değerlere değil otoriteye teslimiyet” sorununu acı bir şekilde tecrübe ettim.
Tabi ki, bu teslimiyette 15 Temmuz darbe girişiminin psikolojik etkisi büyük oldu. Bu psikolojik etki bugün dahi geçerlidir. 15 Temmuz’un o herkesi ve her toplum kesimini -ancak en çok da AK Parti’ye destek vermiş kitleleri- etkileyen travması olmamış olsaydı, muhtemelen benim ayrılmam sonrası yaşananlarla ilgili AK Parti içinde bir özeleştiri ya da vicdan muhasebesi mümkün olabilirdi. Bu travmanın yol açtığı varoluşsal kaygı bütün yanlışlıkları, hukuksuzlukları ve yolsuzlukları örten bir şal, demokrasimize giydirilen bir deli gömleği olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini meşrulaştıran bir manivela işlevi gördü.
Alper Görmüş: 2021’in Ocak ayında verdiğiniz iki söyleşideki sözlerinizi hatırlatarak sormak istiyorum: O günkü tespitlerinizi bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugünkü Türkiye, o söyleşilerde dile getirdiğiniz gibi “28 Şubat zihninin muhafazakâr bir lider desteğiyle” kurduğu bir ülke midir? Erdoğan’ın vesayet altında olduğu ve ‘ilk fırsatta’ tasfiye edileceği hakkındaki görüşünüz sürüyor mu?
Birinci söyleşi, Independent Türkçe, 10 Ocak 2021: “Türkiye’de şu andaki yönetim modeli, 28 Şubat zihninin, Erdoğan’ın kitlesel desteğini kullanarak Türkiye’yi getirdiği yerdir. Bakın bunu bilinçli olarak şimdi zikrediyorum. 28 Şubat zihni, muhafazakâr görünümlü bir lider desteği olmaksızın o Türkiye’yi kuramayacaklarını gördüler.”
İkinci söyleşi, Karar TV, 17 Ocak 2021: “Erdoğan, şu an vesayet altında. 28 Şubat artıklarının vesayeti altında. Sayın Erdoğan’ı buradan uyarıyorum, aklı başında herkesi uyarıyorum. Bundan sonraki ilk aşamada Erdoğan da tasfiye edilecek ve muhafazakârların bir daha başı dik dolaşamayacakları tarzda otoriter rejim kurulacak.”
İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Nazi ve Faşist hareketlerin çıkış sosyo-psikolojisini inceleyen ve Hannah Arendt’in “otoriterlik-totaliterlik ayrımı” ile en kapsamlı formülasyonuna ulaşan literatürün son dönemde küreselleşme ve yeni iletişim teknolojisi şartlarında gelişen yeni-otoriterlik bağlamında yeniden değerlendirilmesi Türkiye’deki ideolojileri yatay kesen otoriter eğilimlerin anlaşılması açısından özel bir öneme sahiptir.
Türkiye’de özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sonrasında artan otoriter eğilim şu ana kadar totaliter bir ideolojik eğilime dönüşememiş ve daha çok siyaset pratiği ile ilgili oportünist bir yönetim tercihi olarak kalmıştır. Eksikliklerle ve zaaflarla malul de olsa son 75 senelik demokratik tecrübemizin direnci Ortadoğu ve Asya’da gözlenen türde totaliter sembol ve seremonilerle meşru kılınan ama özde ailevi, mezhebi ya da etnik asabiyeye dayalı tek tipçi otoriterliğe geçişi engellemiştir. Bahsettiğiniz açıklamalarımda kastettiğim 28 Şubat döneminin aktörleriyle Erdoğan-Bahçeli ikilisinin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine biçtikleri rol konusunda yaptıkları oportünist uzlaşmadır.
20. yüzyıla girerken geleneksel imparatorluk yapılarından ulus-devlete geçiş süreçleri bu bağlamda ilginç örnekler sunmaktadır. Daha yeknesak bir ulus yapılanmasına ve 19.yüzyıl romantizmine dayanan Alman imparatorluğu Nazi hareketi ile totaliter bir ideolojiye dönüşürken, çok uluslu ve çok dinli yapılara sahip olan Rus imparatorluğu ulus-aşan bir ideolojiyle Sovyet düzeninde totaliter bir niteliğe büründü. Çok dinli ve çok uluslu Avusturya- Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları ise küçülerek bu süreçte ulus-devlet niteliklerine sahip oldu.
Burada Osmanlı Devletinden Cumhuriyete geçişin farklılığı geride kalan vatan topraklarında siyasi birliğin devlet-sürekliliği üzerinden sağlanmış olmasıydı. Rejim değişmişti ama devlet süregidiyordu. Burada temel soru devleti kimin temsil ettiği veya aslında kimin “mülk” edindiği sorusuydu. Devleti geleneksel kültür sürekliliği bağlamında Sultan Abdülhamid’in “mülk”ü olmaktan çıkardığını iddia eden İttihat-Terakki çizgisi kendi ekolünü devletin sahibi olarak -bazı Alman kaynaklarda Enverland ifadesinin kullanılması da dahil olmak üzere- tanımlarken Halaskaran-ı Zabıtan da tam karşısında aynı iddiayla konumlandı. O günlerde devlet elit-içi mücadelelerle sahiplenildi ve sahiplenenin ideolojisi ne olursa olsun karşısındakileri “devlet düşmanı” ilan etti. Öyle ki, devleti kurtaran ve Cumhuriyeti kuran başta Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuad Paşalar gibi İstiklal Savaşı komutanları 1926’da, devleti soyut anlamıyla da kutsayan Nihal Atsız gibi Türk milliyetçileri de 1944’te benzer suçlamaya maruz kaldılar. Türkiye’de otoriterlik totaliter eğilimlerden daha çok bu elit-içi devlet sahiplenmesinin sonucunda ortaya çıktı.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbe ve müdahalelerinin devletle ilgili ortak tehdit algısı ise 31 Mart olaylarından beri devlet için en önemli tehdit odağı olarak görülen “irtica” idi. Tepeden tabana doğru gerektiğinde cebri yöntemlerle uygulanan modernleşme stratejisine direnen geleneksel toplum kesimlerinin farklı dönemlerde farklı gerekçelerle bu suçlamaya maruz bırakılması otoriter darbe yönetimlerinin en önemli meşruiyet kaynağını oluşturdu.
Bu geniş toplum kesimlerinin şehirleşme ve yaygınlaşan eğitim imkânlarıyla kendi nitelikli insan unsurunu çıkarmaya başlaması ve bunun toplumsal taban ile desteklenmesi ülkenin demokratikleşmesi açısından büyük bir imkân oluşturuyordu. 28 Şubat, çağdışı bir anlayışla devleti kendi mülkü gören “otoriter-seküler elit”in başörtülü eğitimli kadınlar başta olmak üzere kendi inanç sembolleri ile kamusal alanda etkinlik göstermeye başlayan yeni eliti tasfiye etme çabasıydı. Aslında geleneksel kültür değerleriyle uyumlu tabandan gelen bir modernleşmeyi temsil eden bu yeni elitin o dönemin Başbakanının Meclis kürsüsünden “devlete meydan okuyanlar” olarak tanımlanması, devleti sahiplenme iddiasına dayalı otoriterliğin bir başka örneğini teşkil ediyordu.
Tarihin akışına ters düşen 28 Şubat post-modern darbesi iktidarlarının yol açtığı siyasal ve ekonomik kriz sonrasında gelenek-modernite dengesini kurma iddiasıyla iktidara gelen AK Parti iki yüzyıllık modernleşme sürecinin en temel gerilim alanını çözüme kavuşturacak tarihi bir dönüşüme öncülük edebilirdi. En azından kendi adıma ben öyle görüyordum. Devleti soyut olarak kutsanan ve bir kişi ya da bir elitin “mülkü” gören otoriter devlet anlayışına karşı, ortak tarihdaşlık ve vatandaşlıktan kaynaklanan aidiyet bağıyla bir araya gelen “kamu”nun örgütlenmiş şekli olarak gören demokratik devlet anlayışını siyasetimizin merkezine yerleştirmek için tarihi bir fırsat doğmuştu. İktidarımızın ilk yıllarında yüzyıllık Cumhuriyet tarihimizin en önemli üç fay hattını oluşturan etnik (Türk/Kürt), mezhebi (Sünni/Alevi) ve ideolojik-hayat tarzı (laik/muhafazakâr) gibi farklılaşmaları ortak kamu düzenine dayalı çoğulcu bir siyasi anlayışla rehabilite etmeye çalışan demokratikleşme paketleri hepimizi heyecanlandırırken, devlet içinde etkinlik mücadelesi veren iki kesim harekete geçti.
Birinci kesim nerdeyse 20. yüzyıl boyunca ve son olarak da 28 Şubat’ta “devletin sahibi” olarak seçilmiş demokratik hükümetlere karşı harekete geçen askeri-bürokratik vesayet temsilcileriydi. Sayın Abdullah Gül’ün şahsında bir Cumhurbaşkanının eşinin başörtülü olmasını devlete tehdit olarak algılayan askeri-sivil (Yaşar Büyükanıt-Sabih Kanadoğlu) bürokratik elitin yayınladığı 27 Nisan e-muhtırası ve TBMM’ni bloke eden 367 şartı bu antidemokratik vesayet çabasının ürünüydü.
Bu vesayet çabasının Sayın Erdoğan ve Sayın Gül öncülüğünde AK Parti siyasi ekibi olarak hepimizin ortak çabasıyla aşılması sonrasında 2007 seçimlerini müteakiben gerçek anlamda parlamenter sisteme geçiş için başlatılan yeni anayasa çalışması Cumhuriyet tarihimizin belki de en önemli ve kritik adımıydı. Sayın Erdoğan da o günlerde Başbakan olduğu için Başbakanlık makamını tek yürütme erkine dönüştüren bu reforma destek vermekteydi. Gerçek anlamda parlamenter sisteme geçişi öngören bu süreç 2008’deki AK Parti kapatma davasıyla akamete uğradı. Böylece, 2007 Ekim’inde yapılan referandumla cumhurbaşkanının halk tarafından seçiminin kabul edilmesi ile iki seçilmiş üst makam arasında kaçınılmaz krizleri beraberinde getiren daha da çarpıtılmış bir parlamenter sistem ortaya çıktı. Bizim Sayın Erdoğan ile yaşadığımız yetki çatışmasından bu çarpıklığın belirleyici etkisi oldu.
“Sayın Erdoğan maalesef ilkesel bir duruştan daha çok gücünü temerküz ettirebileceği opsiyonları tercih etti. Farklı dengeler içinde öncelikli tercihi hep kendi gücünü artıracak kişi ve gruplarla ittifak kurmak oldu. Bunu gören örgütlü gruplar ve çevreler de onun ve AK Parti’nin halk nezdindeki itibarını kullanarak seçim kazanmadan ve hatta hiç seçim zahmetine girmeden devlet gücüne nüfuz etmeye çalıştı.”
Bu konjonktürü istismar eden diğer kesim ise, AK Parti’nin halktan sağladığı destek ve verdiği demokratik mücadelenin oluşturduğu siyasi zemini kullanarak kendi otoriter yönetimini kurmak isteyen FETÖ yapılanmasıydı. “Adanmış ruhlar” gibi totaliter bağlılıkları teşvik eden bir din anlayışı ile harekete geçen bu grup bir taraftan fakir Anadolu çocuklarını sahte bir idealizmle istismar ederken, diğer taraftan “devletin yeni sahipleri” iddiasıyla her kurumda egemenlik kurmaya çalışıyordu. 2007’de 12 Eylül darbe anayasasının yerine gerçek bir parlamenter sisteme dayalı sivil bir anayasa yapımı için başlatılan süreç akamete uğrayınca 2010’da yapılan anayasa değişiklikleri bu kesim tarafından yargı üzerinden devlet sistemine hakim olmanın aracı olarak kullanıldı.
AK Parti bu iki kesimin kıskacına alınınca bir yol ayrımına gelindi. Özellikle 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarına yönelik yapılmaya çalışılan operasyondan itibaren birisi “devletin eski sahipleri” diğeri “devlete bugün sahip olma iddiasındaki” bu iki otoriter yönetim heveslisi kesime karşı da milletin örgütlenmiş kurumsal yapısı olan devletin gerçek sahibinin kamu olduğu ve demokratik seçimlerle işbaşına gelen iktidarların devlet gücünü bir malik olarak değil, iki seçim arasında hukuk devleti anlayışı içinde bir emanet olarak kullanabileceği inancıyla, her iki vesayet odağına da karşı çıktım. Benim için devlet, bizatihi değil dayandığı ahlak, hikmet, adalet ve demokratik hukuk ilkeleri çerçevesinde değerli ve milletin iradesini yansıttığı ölçüde meşrudur. İlkem açıktır: Hiç kimse ve hiçbir kesim kendisinden menkul meşruiyet iddiasında bulunamaz ve demokratik seçimler sonucu iktidara gelenler devlet gücünü kamu adına hukuk devleti kuralları içinde-iki seçim arası ile sınırlı olarak- kullanma yetkisine sahiptirler.
Bu yol ayrımında, Sayın Erdoğan maalesef ilkesel bir duruştan daha çok gücünü temerküz ettirebileceği opsiyonları tercih etti. Farklı dengeler içinde öncelikli tercihi hep kendi gücünü artıracak kişi ve gruplarla ittifak kurmak oldu. Bunu gören örgütlü gruplar ve çevreler de onun ve AK Parti’nin halk nezdindeki itibarını kullanarak seçim kazanmadan ve hatta hiç seçim zahmetine girmeden devlet gücüne nüfuz etmeye çalıştı.
15 Temmuz gecesi bir taraftan ulusal kanallarda halkı darbe girişimine karşı direnmeye ve uluslararası kanallarda -o gece uluslararası kanallara konuşan aktif siyasetteki tek üst düzey siyasi olarak- demokrasimizin her ne pahasına olursa olsun korunacağı mesajını verirken, diğer taraftan da 16 Temmuz sabahı ve sonrası ile ilgili ciddi kaygılar taşıyor, dikkat edilmesi gereken hususları not ediyordum.
“Bahçeli’nin 11 Ekim 2016’da yaptığı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş çağrısı ve hazırlanan Anayasa değişikliği paketi ile birlikte tablo nerdeyse tümüyle değişti. Erdoğan bu teklifte gücünü denetimsiz bir şekilde temerküz ettireceği bir fırsat, Türkiye’ye Asya ve Ortadoğu rejimlerine benzer otoriter bir gömlek giydirmek isteyen çevreler de Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrası kazandığı güçlü meşruiyet zeminini hedefleri doğrultusunda manivela gibi kullanacakları bir potansiyel gördü.”
Darbe girişiminden iki gün sonra 17 Temmuz’da şehidimiz Erol Olçok’un cenaze törenini müteakip Sayın Erdoğan ile Kısıklı’daki evinde baş başa bir görüşme gerçekleştirdiğimde bu kaygılar çerçevesinde üç tavsiyede bulundum. İlk olarak TSK’nın devletin güvenlik omurgasını teşkil ettiğini, ordunun iç çatışma ve parçalanma yaşadığı II. Meşrutiyet döneminde bir imparatorluğu kaybettiğimizi, 27 Mayıs sonrasında Talat Aydemir isyanları ve Madanoğlu cuntaları sebebiyle de yeni gelişmeye başlayan demokrasimizin büyük bir darbe aldığını, benzer bir durumun ortaya çıkmaması için Yüksek Askeri Şura’nın derhal toplanarak ordunun darbe girişimine karışmamış komutanların oluşturacağı yeni bir hiyerarşik düzene kavuşturulmasının kamu düzeni ve devlet işleyişi bakımından hayati derecede önemli olduğunu vurguladım. İkinci olarak, kendisinin kararlı tutumu ve halkın fedakârlıkları ile aşılan bu darbe girişimi sonrasında demokrasimizin köklü bir şekilde, yeni ve sivil bir anayasa temelinde kurumsallaşması açısından siyasi tarihimizin en büyük fırsatının ortaya çıktığını vurguladıktan sonra, hiçbir ayrım yapmadan, önce bütün siyasi liderleri sonra da her kesimden sivil toplum temsilcilerini toplayarak yeni demokrasimizin bir daha hiçbir vesayet ve darbe girişimine izin vermeyecek şekilde birlikte inşa edileceği bir döneme liderlik yapmasını tavsiye ettim. Üçüncü olarak da, FETÖ’nün devlet kurumlarından tasfiyesi sonrasında doğacak boşluğun otoriter anlayışlara sahip başka örgütlü gruplarca doldurulmamasına özen gösterilmesinin demokrasimizin geleceği açısından son derece önemli olduğunu vurguladıktan sonra, bu bağlamda başta Perinçek gibi 1960’lardaki Milli Demokratik Devrim tezlerinden doksanlı yıllarda 28 Şubat yapılanmasına kadar otoriter bir düzen kurma hevesi taşıyan grupların ve doksanlı yılların mafyatik yapılarının devlete yeniden sızma çabalarına karşı dikkatli olunması gerektiğini söyledim. Daha sonra Ankara’ya intikal ettiği ilk gün destek için kendisini Beştepe’de tekrar ziyaret ettiğimde bu görüşlerimi bir kez daha ilettim.
Darbe girişimi sonrası ilk aşamada bu görüşlerimin dikkate alındığını görmekten de çok mutlu oldum. Gerçekten YAŞ hemen toplandı. 7 Ağustos’ta gerçekleşen Yenikapı mitinginde de bütün siyasiler birlikte aynı demokrasi mesajını verdiler. Ancak, Bahçeli’nin 11 Ekim 2016’da yaptığı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş çağrısı ve hazırlanan Anayasa değişikliği paketi ile birlikte tablo nerdeyse tümüyle değişti. Erdoğan bu teklifte gücünü denetimsiz bir şekilde temerküz ettireceği bir fırsat, Türkiye’ye Asya ve Ortadoğu rejimlerine benzer otoriter bir gömlek giydirmek isteyen çevreler de Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrası kazandığı güçlü meşruiyet zeminini hedefleri doğrultusunda manivela gibi kullanacakları bir potansiyel gördü.
Son yedi yıldır ülkeyi yöneten otoriter koalisyon böyle doğdu. Bu otoriter kesimlerin darbelerin başaramadığı otoriter yönetim biçimine anayasal bir zemin oluşturma çabasını görünce, Sayın Erdoğan ile Anayasa değişikliği taslağının TBMM’ne sunulduğu 5 Aralık 2016 günü bir kez daha görüştüm. Kısa dönemde kendi siyasal gücünü artıracak görüntüsü veren bu değişikliğin aslında siyasal sistemi tümüyle otoriter bir yapıya dönüştürme amacı güttüğünü, şimdi kendi elinde olan bu gücün zamanla 28 Şubat zihniyetine sahip birileri tarafında kullanılmasının geri dönülemez zararlar doğuracağını, bu sistemdeki 50+1 şartının AK Partiyi en küçük partilerle bile işbirliğine zorlayarak partinin doğasını bozacağını, otoriter yapılarda gözlenen çeteleşme ve mafyalaşmaya dayalı yolsuzluklar ağının her yeri saracağını anlatarak bu değişiklik konusunda bir keza daha düşünmesini istirham ettim ve kendisine bu görüşlerimi içeren bir rapor sundum.
“Bugün Sayın Erdoğan’ın yakın çevresi de dahil olmak üzere birçok kesimin “Erdoğan sonrası ne olacak?” kaygısı içine girmiş olması sistem mantığının ve sisteme güven unsurunun kalmamış olmasındandır. Muhafazakâr çevreler bu soruyu kaygıyla sorarken, otoriter sistemin daha da kökleşerek bu yolla devletin yeni sahibi olmak isteyen odaklar ise bu süreci kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görmektedirler.”
Ancak gerek benim gerekse arkadaşlarımın parti içinde gösterdiği çabalar Sayın Erdoğan’ı ve dönemin AK Parti yönetimini ikna etmeye yetmedi. Demokrasinin zaten gerçek anlamda kökleşemediği ülkemiz bu anayasa değişikliği sonrasında bir otoriterleşme sarmalının içine girdi. Bu sarmalı kendi çıkarları için kullanmak isteyen 28 Şubat dönemi aktörlerinin hemen hemen tamamı Erdoğan’ın çevresini işgal ederken, 28 Şubat mağduru muhafazakâr kitlelerin temsilcileri birer birer dışlandı. 28 Şubat döneminin Başbakan Yardımcısı, Erdoğan’dan sonraki en etkin siyasi aktör konumu kazanırken, 28 Şubat’ın teorisyeni iddiasını taşıyan Perinçek yeni dönemi de kendilerinin dizayn ettiğini vurgulayacak kadar ileri gitti. Daha önce demokratikleşme süreçlerinde Erdoğan ve AK Parti karşıtı ne kadar aktör varsa hepsi siyasal güç yelpazesinde yer almaya başladı. O günlerin organize suç örgütü liderlerinden mafyatik yapılarına kadar bilinen bütün isimler tekrar boy gösterdi. Bırakın hukuk devleti kavramının işlevselliğini, en temel hukuk kurallarının bile göz ardı edildiği bir düzen bu şekilde devreye sokuldu.
Bugün Sayın Erdoğan’ın yakın çevresi de dahil olmak üzere birçok kesimin “Erdoğan sonrası ne olacak?” kaygısı içine girmiş olması sistem mantığının ve sisteme güven unsurunun kalmamış olmasındandır. Muhafazakâr çevreler bu soruyu kaygıyla sorarken, otoriter sistemin daha da kökleşerek bu yolla devletin yeni sahibi olmak isteyen odaklar ise bu süreci kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görmektedirler. Bahsettiğiniz açıklamalarımda kastettiğim de bu odaklardır. Bu odaklar otoriter sistemin iyice kökleşmesi için son seçimlerde bir kez daha Sayın Erdoğan’ı desteklemişlerdir. Bundan sonraki Cumhurbaşkanının bu yetkileri hangi ideolojik formasyon içinde kullanacağının hiçbir teminatı yoktur.
Otoriter sistemlerin doğasından gelen bu durum darbe sonrası yaşanan geçiş süreçlerinden daha tehlikelidir, çünkü toplumda o dönemlerin geçici olduğu kanaati hakimdi. Mesela, en güçlü darbe yönetimi olan 12 Eylül yönetiminde bile bir geçiş süreci sonrasında demokrasiye dönüleceği inancı vardı. Ancak, şimdi anayasal çerçeveye oturtulmuş, kurumsallaşmış ve son seçimlerle halktan onay almış görünen bir otoriter siyasal sistem söz konusudur.
Altılı Masa olarak çok geniş bir toplumsal mutabakatla “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme” geçiş önerisiyle yürüttüğümüz çalışma bu bakımdan tarihi bir önemi haizdi. Ancak, 14-28 Mayıs seçimleri bu imkânı vermedi. Bugün, bu bağlamda herkesi ciddi bir sınav beklemektedir. Muhalefet partileri olarak bizler ve muhalif sivil toplum seçim travmasını üzerimizden atarak demokrasimizin geleceği konusunda yeni bir planlama ve çalışma içine girme sorumluluğu ile karşı karşıyayız. AK Parti ve MHP’yi desteklemiş her siyasetçinin, aydının ve seçmenin de seçim sonrası geçen kısa sürede yaşanan ekonomi ve asayiş sorunlarını da göz önünde bulundurarak “nereye gidiyoruz?” sorusunu ciddi şekilde düşünme sorumluluğu vardır.
Unutmayalım ki, mesele bir kişi meselesi değil bir sistem meselesidir. Ülkemizin devletin yegâne sahibi olma iddiasındaki “seküler/milliyetçi-muhafazakâr” otoriterleşme sarkacında kısır bir döngüye girmesi yoksullaşmayı ve iç gerilimleri artıracak, gelecek nesillerin bu ülkede yaşama hevesinin kalmayacağı sonuçlar doğuracaktır. Hukuk kurallarıyla tanımlanmış devlet kimsenin mülkü değildir; kamunundur, yani bütün etnik, mezhebi ve siyasi kimlikleriyle bütün vatandaşlarındır. Şimdi bizi bekleyen görev, devlet erkinin kimsenin mülkiyeti olarak görülemeyeceği bir kamu düzeni anlayışını egemen kılacak bir zihniyet ve hukuk devrimi yönünde kararlılıkla mücadele etmektir.
Oral Çalışlar: Siz CHP zihniyeti üzerine çok sert eleştiriler yaptınız sonra da Millet İttifakı içinde yer aldınız. Siz nasıl değiştiniz, CHP nasıl değişti?
Ahmet Davutoğlu: Sayın Kılıçdaroğlu Gelecek Partisi’nin kuruluşu sonrasında gerçekleştirdiği ziyarette sohbetimiz esnasında kendisine “sizin otoriter laikliği özgürlükçü laikliğe dönüştürme hızınızla bizim otoriter muhafazakârlığı özgürlükçü muhazafakârlığa dönüştürme sürecimiz ortak bir zeminde buluştuğunda ve eşzamanlı olarak başarıya ülke barış ve huzura kavuşacak” demiştim. Bugün de aynı kanaate sahibim. Türk modernleşmesinin en derin ve toplumu yatay kesen fay hattı olan laik-muhafazakâr fay hattı ortak değerler ve özgürlükçü bir zeminde rehabilite edilmeden siyasetimizin gerilimden, toplumsal hayatımızın kutuplaşmadan kurtulması çok zordur.
Benim nezaketsiz bir muameleye muhatap olduğum bir TV kanalında “hayatım CHP zihniyeti ile mücadeleyle geçti” derken kastettiğim zihniyet bu otoriter ve jakoben laiklik anlayışını toplumumuza bir deli gömleği gibi giydirmeye çalışan bu zihniyettir. Öte yandan, son on yıl içinde ağır bedeller ödeyerek karşı çıktığım zihniyet de muhafazakârlığı aklı ve vicdanı bir kenara koyarak kör bir biat anlayışına indirgeyen otoriter muhafazakârlık anlayışıdır.
Aslında benim karşı çıktığım CHP zihniyeti aynı zamanda CHP’nin %25 bandını aşamamasının arkasındaki temel faktördür. Bu zihniyetin halkın sosyo-politik dokusuyla uyum sağlayamayan iki ana omurgası vardır: tepeden tabana yayılan ve kimi zaman da cebri yöntemlerle uygulanan modernleştirme stratejisinin toplumun geleneksel dokusuyla bir kültürel yabancılaşmaya yol açması ve askeri darbeleri/müdahaleleri olmadan önce teşvik eden, olduktan sonra da meşrulaştıran tavrının milli irade ile zıtlaşan bir tavır ortaya koyması. Bu iki unsur CHP’nin halka tepeden bakan, kibirli bir elit partisi olarak algılanmasına yol açmıştır.
Bu zihniyeti dönüştürerek halkla barışmaya çalışan üç yaklaşım olmuştur. İlk deneme, ellili yıllarda Kasım Gülek’in Genel Sekreter olarak partinin siyaset üslubunu değiştirme çabasıdır. Ancak bu deneme Kasım Gülek’in şahsi sempatik tavrı olarak algılanmış ve bir zihniyet dönüşümü olarak algılanmamıştır.
İkinci çaba Bülent Ecevit’in yetmişli yıllarda yükselen sol hareketlerin de etkisiyle CHP’yi rejimi kuran ve korumak için her yöntemi meşru gören parti olmaktan çıkararak eşitsizliğe karşı “hakça bir düzen” talep eden gerçek bir muhalefet partisine dönüştürme çabasıdır. Bu çaba, CHP’nin demokrasi tarihinde gerçek anlamda iktidara yürüdüğü tek başarı öyküsü olma niteliği taşımıştır. CHP’nin MSP ile kurduğu koalisyon geleneksel toplum kesimleri ve değerleri ile “tarihi bir uzlaşı” olarak tanımlayan Ecevit’in 12 Mart müdahalesine karşı sergilediği net ve kararlı tutum CHP’nin milli iradeyi yok sayan askeri müdahale karşısında tavır alışının da ilk örneğini teşkil etmiştir. Ecevit’e verilen “Karaoğlan” unvanı halka yakın ve halk içinde yürütülen bu siyaset yönteminin de sembolü olmuştur. Ecevit’in 12 Eylül sonrası CHP’den ayrılmasında da bu siyasi anlayış ve yöntem farkının önemli etkisi olmuştur. Bu farklılık ile 1999’da yeniden başbakan olmuştur. Ecevit’in tüm demokrasi tarihimizdeki CHP kökenli tek başbakan olmasının kökeninde de geleneksel değerlerle ve toplum kesimleriyle barışma ve askeri müdahalelere karşı çıkış vardır. Ancak, 1999 seçimleri sonrası 28 Şubat politikalarını sürdürmesi ve başörtülü milletvekiline karşı çıkarak başörtülü TBMM’ye gelmeyi “devlete başkaldırı” olarak nitelemesi geleneksel toplum kesimleri ile kurduğu bağın kopmasına ve bir sonraki seçimde baraj altı kalmasına yol açan faktörlerden birisi olmuştur.
“Bugün bir seçim yenilgisi psikolojisinin oluşturduğu sis bulutu içinde görülemeyen bu süreç zamanla demokrasi tarihimiz için önemli bir eşik olarak anılacaktır. İktidarı etnik, mezhebi ve ideolojik her türlü fay hattını yalan ve montaja dayalı propaganda taktikleri de kullanarak istismar ettiği bir ortamda ve bazı eski zihniyeti terk edememiş CHP’ye yakın kesimlerden gelen talihsiz açıklamalara rağmen alınan %48.5 luk oy Ecevit dahil herhangi bir CHP liderinin ulaşabildiği en yüksek destektir.”
Üçüncü çaba, sayın Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çağrısı ile başlayan ve bugüne kadar da süren çabadır. Ben bu çabayı zikrettiğim gerekçelerle karşı çıktığım eski CHP zihniyetini daha demokratik ve farklı toplumsal kesimlerle daha barışık bir siyasete dönüştürme çabasını eski zihniyeti savunan elit ile yüzleşme açısından cesur, toplumsal barış açsından da önemli gördüm. Sayın Kılıçdaroğlu’nun kendisinin 2008 yılındaki tutumunu da değiştirerek milletvekillerinin başörtülü şekilde TBMM’ye gelmesine karşı çıkmaması ve son seçimde başörtülü adaylara listelerinde yer vermesi yanında başörtü özgürlüğünün yasal bir zemine kavuşturulması çağrısı başta olmak üzere attığı adımlar bizim karşı çıktığımız CHP zihniyetinden kopuş çabaları olarak son derece saygıdeğerdir.
Bizim diğer liderlerle birlikte Altılı Masa oluşumuna öncülük etmemiz ve yeni bir yapıya kavuşan Millet İttifakı içinde yer almamız toplumsal barış çabalarına ve CHP’deki bu zihniyet dönüşümüne katkı verme açısından son derece anlamlıdır. Bugün bir seçim yenilgisi psikolojisinin oluşturduğu sis bulutu içinde görülemeyen bu süreç zamanla demokrasi tarihimiz için önemli bir eşik olarak anılacaktır. İktidarı etnik, mezhebi ve ideolojik her türlü fay hattını yalan ve montaja dayalı propaganda taktikleri de kullanarak istismar ettiği bir ortamda ve bazı eski zihniyeti terk edememiş CHP’ye yakın kesimlerden gelen talihsiz açıklamalara rağmen alınan %48.5 luk oy Ecevit dahil herhangi bir CHP liderinin ulaşabildiği en yüksek destektir. Bazıları görmek istemeseler de, bu olguda en etkin faktörler Altılı Masa’daki diğer beş sağ partinin kendi tabanlarıyla da çatışmayı göze alarak verdiği destek ve Kılıçdaroğlu’nun farklı toplum kesimlerine ulaşmak için attığı adımlar olmuştur.
Özetle, yetmişli yıllarda İdris Küçükömer’in özgün bir bakış açısıyla “Düzenin Yabancılaşması” kitabında ortaya koyduğu “muhafazakâr kitlelerin dönüştürücü gücünü” gören Ecevit ve Kılıçdaroğlu gerçekleştirmeye çalıştıkları siyasi anlayış ve zihniyet değişimi ile CHP tarihindeki seçim performansı ortalamasının çok üstüne çıkmışlardır. Biri iktidar olmuş, diğeri iktidara çok yaklaşmıştır. İlginç olan şudur ki, ikisi de iktidara yaklaşmalarını 1974’de muhafazakâr MSP ve 2023’de sağ kitlelerle hitap eden Altılı Masa mensuplarının desteğiyle gerçekleştirmişlerdir.
Seçim sonrası yaşananlar CHP’nin de yeni bir yol ayrımında olduğunu göstermektedir. CHP ya bu toplumsal barış çizgisini sürdürerek yeni bir siyasi zihniyet ve zeminde ilerleyecek, ya da yükseldiği düşünülen popülist ulusalcılık çizgisinde eski zihniyetin yeni bir versiyonuna yönelecektir. İki tur arasında yaşananlar ve sonrasında yapılan tartışmalar bu ayrımın ilk işareti olmuştur. İktidar kutuplaştırma stratejisinin bir sonucu olarak kesinlikle eski zihniyetin yeni versiyonunu tercih edecektir. Bu da CHP’yi %20 bandı civarına mahkum edecektir. Geleneksel değerlerle barışmaya dayalı anlayış toplumsal barışı getirirken, bu değerlerle mücadeleye dayalı bir siyasi söylem ve eylem kutuplaşmayı tırmandırarak siyaseti bir alternatifin baskın olduğu diğer alternatifin ise dar bir muhalefet alanına hapsolduğu statik bir denklemin kıskacına alacaktır.
Bu süreç, benim için de zorlu ancak çok önemli bir tecrübe birikimine yol açan bir süreç olmuştur. Demokrasi tarihimizde karşılıklı iktidar mücadelesi veren iki liderden birinin diğerini bir sonraki aşamada desteklediği ikinci bir örnek yoktur. 2015’te koalisyon kurabilmiş olsaydık, ben Başbakan Sayın Kılıçdaroğlu Başbakan Yardımcısı olacaktı. Bundan sekiz yıl sonra 2023’te seçime giderken onun Cumhurbaşkanı benim de onun yardımcısı olmayı kabul etmem de siyasi olgunluk ve fedakârlık bakımından siyasi tarihimizde hak ettiği takdiri bir gün mutlaka bulacaktır.
“CHP ya bu toplumsal barış çizgisini sürdürerek yeni bir siyasi zihniyet ve zeminde ilerleyecek, ya da yükseldiği düşünülen popülist ulusalcılık çizgisinde eski zihniyetin yeni bir versiyonuna yönelecektir.”
Bu süreçte, birtaraftan içinden çıktığım ve siyasi lider olarak temsil ettiğim kendi sosyolojik tabanımla gerektiğinde ayrışmayı göze alarak yüzleştim, diğer taraftan daha önce yakın temas imkanı bulamadığım toplumsal kesimlerle tanışma, halleşme ve ortak bir vizyon geliştirme çabası içinde oldum. Protestolar ve dışlamalarla da karşılaştım; samimi kucaklaşmalara ve selamlaşmalara da şahit oldum.
AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan olarak 2015 yılında milliyetçi-muhafazakâr kitlelere hitap ettiğim İstanbul Maltepe, Samsun Cumhuriyet, İzmir Konak ve Bursa meydanlarında 2023 yılında ağırlıklı CHP tabanı olan kitlelere hitap ettim. 2015’deki coşkuyu 2023’te de görüyor olmam beni umutlandırdı. Her meydana çıkışımda ve indikten sonra bu iki kitlenin ortak paydalarını ve ayrıştıkları alanları düşündüm. Zihnimde sürekli “birbirine karşı şartlandırılmış olan bu kitleleri hangi ortak kader zemininde buluşturabiliriz?” sorusu vardı. Bu can yakıcı soru çerçevesinde irticalen yaptığım konuşma metinlerini zihnimde kurguladım.
Memnuniyetle gördüm ki, ortak söylem unsurları ayrışma unsurlarından çok daha fazlaydı. Ülkemizin özgür, itibarlı ve güçlü olmasını, adalet, insan hakları ve demokrasi ilkelerini, milli birlik ve istiklal sembollerini, yolsuzluklara karşı temiz siyaseti, teröre karşı mücadelemizi, gençler ve kadınlarla ilgili vaatleri vurguladığım konuşmalarım sekiz yıl aradan sonra her iki kitlede de aynı heyecanı uyandırdı.
Öte yandan, siyasi ve entelektüel kadrolarda da ciddi bir iletişim ve etkileşim alanı doğdu. Her şeyden önce, Altılı Masa toplantıları sanıldığı gibi sadece siyasi müzakerelerden ibaret değildi. Tarihten dini kültüre, felsefeden sanata, uluslararası ilişkilerden yakın dönem Türk siyasetine kadar çok farklı konularda son derece derinlikli ve içten sohbetler gerçekleştirdik. Sohbetimize kimi zaman Mehmet Akif, kimi zaman Nazım Hikmet kimi zaman Nihal Atsız eşlik etti; Farabi de Nizamulmülk de, siyer tarihi de tasavvuf tarihi de, batı düşüncesi de Çin düşüncesi de, İlim Yayma Cemiyeti de Türk Ocakları da siyasi görüşmelere ara verdiğimiz yemek sofralarına renk kattı. Birbirinden çok farklı mahallerdeki ve nesillerdeki tecrübelerimizi karşılıklı öğrenme süreçlerinde paylaştık.
Ortak platformlarda yaptığımız konuşmalar sadece liderler arası değil farklı siyasi/entelektüel elit arasında da kaynaşma sağladı. 17 Eylül 2022’de Hür Düşünce Derneğinde, Türk Demokrasi Vakfı toplantısında ve İzmir İktisat Kongresinde yaptığım konuşmalar sonrasında CHP’den gelen “biz sizleri yeterince tanıyamamışız, her konuşmanız ufkumuzu açıyor” şeklinde gelen içten yorumlar beni çok etkiledi. Benzer şekilde ben de daha önce yakından tanıma şansı bulamadığım birçok CHP li yetkili ve aydınla gerçekleştirdiğim yakın diyaloglardan çok istifade ettim. Samimi ortamlarda yaptığımız sohbetler toplumun aydınlarının bile birbirini tanımadan ayrı ayrı mahallelerde diğer mahallelerin duymadığı, duysa da anlamak istemediği, konforlu alanlarda yaşadıkları gerçeğini ortaya koyuyordu. İletişim imkanları olağanüstü gelişmiş, ama iletişim şevki yok olmuş, iletişimden kastedilen karşı tarafı zora düşürecek argümanları en etkili yolla sosyal medyada paylaşmak olarak algılanıyordu.
Altılı Masanın bu dar mahalle anlayışlarını aşarak yeni bir toplumsal/siyasal iklim oluşturması, seçim sonuçlarından bağımsız olarak, büyük bir kazanımdı. Ancak seçim sonrası yaşanan yüzeysel tartışmalar toplumsal karamsarlığa yol açması yanında bu kazanımın korunmasını da güçleştirdi.
Altılı Masa’nın olumsuz yan etkilerinden biri de diğer kesimlere açılırken kendi sosyolojik tabanımızla aramıza psikolojik bir bariyer girmiş olmasıdır. Muhafazakâr-milliyetçi sosyolojik tabanın CHP ile ilgili geçmişten gelen çekincelerini tahrik eden iktidar propagandası Altılı Masa’nın genel itibarıyla sağ kökenli diğer beş partisini CHP’ye eklemlenenler olarak takdim edip bizimle sosyolojik tabanımız arasında psikolojik bir bariyer oluşturarak kutuplaştırma stratejisini derinleştirme çabası içine girdi. Altılı Masa’da/Millet İttifakı’nda 1950’de DP’den bu yana gelen CHP dışındaki çizgileri temsil eden beş partinin daha bulunması gerçeğini gözardı ederek “CHP ve CHP’ye eklemlenenler” algısının yayılmasına dayalı propaganda maalesef etkili oldu. CHP’ye yakınlık iddiası taşıyan bazı kesimlerin diğer partileri rencide edici bir dile yönelmesi de bu süreci daha da hızlandırdı.
Bugün temel amacımız muhafazakâr-milliyetçi sosyolojik taban ile suni şekilde oluşturulmuş psikolojik bariyerleri aşacak ve farklı siyasi kesimler arasındaki toplumsal barış iklimini tesis edecek bir siyasi söylem ve strateji geliştirmektir. Türkiye’nin buna her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğu kanaatindeyim.
Hilal Köylü: Saadet Partisi ile kurduğunuz grup hayırlı olsun. Saadet’le mecliste Cumhur İttifakı’na karşı en çok hangi eleştiriyi büyüteceksiniz? Kadın cinayetlerinin önlenmesi, ailenin korunması konusunda Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden imza koyması için Saadet’le ortak çalışmanız mümkün olacak mı? -İstanbul Sözleşmesi Yaşatır- diyor musunuz grup olarak?
Ahmet Davutoğlu: Hayatın kendisi gibi siyaset de dinamik bir süreçtir. Bu dinamik süreçte doğru siyaset yöntemi temel vizyonunuz çerçevesinde her dinamik konjonktürün gerektirdiği adımları atabileceğiniz hareket alanını genişletmektir.
28 Mayıs sonrası her partinin kendi konumunu ve içinde bulunduğu ittifak yapılanmasını değerlendirmesi gereken bir konjonktür doğdu. Bu değerlendirmelerin ve öz eleştirilerin yapılması doğaldır. Ancak, bu sürecin karamsarlık doğuran bir kısır bir döngüye dönüşmemesi gerekir.
Benim bu bağlamda gördüğüm en büyük tehlike siyasette yaşanmakta olan atomizasyon, yani parçalanmadır. Temel siyasi akım ve damarlar daha küçük unsurlara doğru parçalanırsa siyasetin kendi dengesini oluşturması da ülkenin istikrara kavuşması da zordur. Böyle bir parçalanmadan her bir parça üzerinden siyaseti kontrol etme kabiliyeti kazanan otoriter yönetim yanlıları karlı çıkar.
Biz Altılı Masa ile bu ana damarları da kuşatan bir üst birliktelikle siyaseti demokratik bir zeminde toparlamayı amaç edindik. Ancak seçim sonuçları kutuplaşma riskini de siyasi ana damarlarda parçalanma riskini de artıran bir sonuç ortaya çıkardı.
Onun için şimdi bir taraftan Altılı Masa’nın kutuplaşma politikaları karşısındaki toplumsal kazanımlarını korumak diğer taraftan gerekirse fedakârlık yaparak siyaseti toparlayıcı adımları gecikmeden atmak lazım. TBMM’nde Saadet-Gelecek grubunun oluşumuna bu perspektiften bakmak gerekir. İki parti liderleri ve yetkilileri bir araya gelirken birkaç hedefi aynı anda gerçekleştirmeye çalıştık. Birincisi, 28 Mayıs seçimleri sonrası muhalefet cephesinde oluşan parçalanma ve umutsuzluk dalgasına karşı bütünleşme psikolojisini geliştirerek muhalefetin yapısını güçlendirmek ve bize oy veren muhalif seçmene olan borcumuzun gereğini yerine getirmek. İkincisi, TBMM’nde muhalif grup sayısını artırarak Genel Kurul’da ve komisyonlarda iktidar-muhalefet dengesini denetim lehine değiştirmek. Üçüncüsü, iktidarın muhafazakâr/milliyetçi odaklanmaya dayalı kutuplaştırma çabasına karşı geniş toplum kesimlerine özgürlükçü bir muhafazakâr alternatif sunabilmek.
Grubumuzla birlikte AK Parti iktidarı ilk kez TBMM’nde içerden bir muhalefetin sesini duyacak. Onlar CHP muhalefetini tahrik ederek kutuplaşmayı tırmandırmak isteyecekler. Biz ise evrensel insanlık değerleriyle geleneksel hikmetimizi harmanlayan yeni bir siyasetin sözcüsü olarak iktidar sahiplerinin milli ve manevi değerleri istismar ederek kurdukları otoriter yolsuzluk düzenine bu değerler temelinde karşı çıkacağız. İlk kez böylesi bir muhalefet ile yüzleşmek zorunda kalacaklar ve geniş muhafazakâr toplum kesimleri üzerindeki tekellerini kaybedecekler.
Geleneksel değerlerin de temelini dokuyan canın, aklın, inancın/düşüncenin, malın ve neslin korunmasını esas alan insan hakları, adalet, siyasi ahlak, insan onurunu koruyacak ekonomik refah düzeyi, emanet, ehliyet ve liyakat temelli devlet düzeni benzeri geleneksel değerler ile evrensel değerleri harmanlayan siyaset anlayışımız muhalefetimizin zeminini oluşturacaktır. Bu değerler yönünde adım atıldığında destek verecek, bu değerlerin istismarı üzerinde yükselen otoriter yolsuzluk düzeninin her uygulamasına ise kararlılıkla direneceğiz. Geniş toplum kesimlerine sirayet ettirilen “bu iktidardan memnun değiliz, ama alternatif yok” psikolojisini adım adım kıracağız.
Öte yandan, iki partinin tek bir grup olması, tek bir parti olduğu anlamına gelmiyor. Grup kurma kararı konusunda paylaştığımız mutabakat metninde her partinin kendi siyasi felsefesi doğrultusunda tekil hareket edebileceği de vurgulanmıştır. İki siyasi parti, konuşarak, uzlaşarak ve karşılıklı anlayış çerçevesinde TBMM’de tek çatı altında buluşmayı başardı. İnanıyorum ki tartışmalı konular olduğunda da bu diyalog kapısı hep açık olacaktır. Ancak elbette iki ayrı partinin farklı düşündüğü alanlar da olacaktır. Orada da her siyasi parti kendi görüşünü koruyarak, kendi kurulları ve teşkilatlarından sorumlu olacaktır.
Biz Gelecek Partisi olarak, kadın ve çocuk haklarının güvenlik altına alındığı, Dışişleri Bakanıyken Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti adına imzaladığım ve TBMM’nden tam bir mutabakatla geçmiş olan İstanbul Sözleşmesinin -dile getirilen bazı kaygıları da Venedik Komisyonu ve Avrupa Konseyi mekanizmaları ile temas halinde gidererek- tekrar yürürlüğe girmesine ve ülkede aile yapısını, bağlarını, kültürünü güçlendirmek sureti ile varlığını sürdürmesine destek olmaya devam edeceğiz. Biz ailenin ve kadının korunmasını birbirine alternatif değil tamamlayıcı ilkeler olarak görüyoruz. Ailenin korunması ve kadın haklarının ve kamuda kadın temsilinin güçlendirilmesi konularında Saadet Partisi ile birlikte karşılıklı anlayış içinde geliştireceğimiz çözüm önerilerinin özellikle dünyaya açık muhafazakâr genç nesil için yeni ufuklar açacağı kanaatindeyim.
Vahap Coşkun: DEVA Partisi ile birleşmek veya bir grup kurmak için birçok öneri getirdiniz ama netice alamadınız. Önümüzdeki günlerde bu konuda yeni bir teklifiniz olacak mı? Yoksa bu defteri kapattınız mı? 2024 yerel seçimlerinde Gelecek Partisi nasıl bir yol izleyecek? Seçimlere tek başına mı yoksa ittifakla mı girecek?
Ahmet Davutoğlu: Bu bağlamda yaşanan süreci en yakından siz biliyorsunuz. Bu konuda yazdığınız makale son derece doğru tespitler içeriyor. Farklı zamanlarda getirdiğimiz tekliflerden -birlikte tek parti olarak çıkma (Ocak 2019), ayrı partiler olarak çıktıktan sonra üçlü bir işbirliği zemini oluşturma (Ağustos 2021), Altılı Masa oluştuktan sonra ittifak-içi ittifak yapma (Nisan 2022), seçime birlikte girme (Mart 2023), seçim sonrası birleşme/grup kurma (Haziran 2023)- herhangi biri vaktinde devreye girmiş olsaydı bugün siyasi denklem partilerimiz açısından çok farklı şekillenir, siyasi akışın yönü değişirdi.
DEVA Partisi’nin aldığı kararlara saygı duymaktan başka bir şey yapamayız. Koşullar ne getirir bilinmez ama bugünkü koşullarda gündemimizde yeni bir teklif yok.
Ancak, siyaset temel ilkelerden sapmadan anın gereğini yapma sanatıdır. Şu anda yeni bir siyasi gerçeklik ve ciddi bir fedakârlık sergileyerek kurduğumuz Saadet-Gelecek grubu var. Bu gerçekle de uyumlu yeni bir teklif Deva Partisi’nden gelirse geçmişe takılıp kalmayız. Hiçbir kapıyı kapatmaz, ben-merkezci olmayan, karşılıklı saygıya dayalı hiçbir alternatifin önünü tıkamayız.
Yerel seçimlerde ittifak ve işbirliği konusuna gelince, yerel seçimlerin doğası genel seçimlerden çok farklıdır. Baraj ve ittifak şartlarının kısıtları ile davranılmak zorunda olunan genel seçimlerin aksine yerel seçimlerde her büyükşehir, il, ilçe ve belde seçiminin her biri bizatihi farklı bir seçim bölgesi niteliği taşır. Bu durum her yerel yönetim için ittifak seçeneklerini açık tutan bir sonuç doğurur. Bu bağlamda üç hafta önce yaptığımız Parti Başkanlık Kurulu’nda “yapılacak mahalli idareler seçimlerinde, ittifaklar daha sonra değerlendirilmek üzere, partimizin kendi logosu ve adıyla, tüm Büyükşehir, il, ilçe ve beldelerde kendi adayları ile seçime katılmasına” karar verilmiştir. Saadet Partisi ile yaptığımız ortak deklarasyonda da vurguladığımız gibi, iki parti arasında bu çerçevede istişareler de başlamıştır. Diğer ittifak seçenekleri de parti teşkilatlarımızdan gelecek değerlendirmeler ve diğer partilerden gelecek muhtemel teklifler çerçevesinde ele alınacaktır.
Ali Bayramoğlu: Seçim sonuçlarındaki parti performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? Beklenen oy patlamasını neden yapamadı Gelecek Partisi?
Ahmet Davutoğlu: Bu seçimler seçim yasasının getirdiği kısıtlamalar çerçevesinde partiler arasında değil ittifaklar arasında seyretti. Dolayısıyla tekil olarak parti performanslarını değerlendirmek çok zor.
Ancak, açık yüreklilikle ifade etmek gerekir ki Millet İttifakı olarak amaçladığımız başarıyı elde edemedik. Bunda, devlet imkânlarının hoyratça kullanılması, orantısız bir medya ve propaganda dengesizliğinin olması, yalan ve kara propagandadan psikolojik harp yöntemlerine kadar her tür antidemokratik yöntemin uygulanması kadar Millet İttifakı olarak halkın kaygılarını giderecek bir söylemi inşa edemememizin, kendi içimizde uyum sorunu olduğu algısını engelleyemememizin de önemli bir etkisi olmuştur. Millet İttifakının her paydaşı bu başarısızlıkla ilgili olarak başka sorumlu aramadan önce kendi özeleştirisini yapmalıdır.
Gelecek Partisi olarak hem destek verdiğimiz Cumhurbaşkanı adayımızın hem de birlikte seçime girdiğimiz CHP listelerinin başarısı için olağanüstü bir çaba sarf ettik. Gerek Milletvekili adaylarımızın olduğu illerdeki karşılaştırmalı seçim sonuçları, gerekse hiç adayımızın olmadığı başta Van ve Diyarbakır gibi bazı illerimizde Millet İttifakı seçim merkezlerinin Gelecek Partisi il başkanlarınca yönetilmesi bu konudaki çabalarımızı aşikâr şekilde ortaya koyar. Bu konuda seçim sonrası yapılan bazı spekülasyonları doğru da etik de bulmuyorum. Memleket Partisi, TİP ve Zafer Partisi’ne verilen oyların önemli bir kısmının CHP’nden gittiğini gözardı ederek seçim sonuçlarının statik bir değerlendirmeye tabi tutulması doğru değildir.
Bu genel çerçeveyi göz önünde tutmakla birlikte Gelecek Partisi olarak seçimlerdeki eksiklerimizi, performansımızı olumsuz etkileyen unsurları tek tek ele alan ve dersler çıkaran bir parti-içi değerlendirme sürecinden geçiyoruz. Bu konuda çıkardığımız en önemli ders farklı toplumsal kesimleri barıştırma çabası içine girerken kendi sosyolojik tabanımızın hissiyatı ile duygusal bir kopukluk yaşadığımız gerçeğidir. Önümüzdeki dönemde söylem ve eylem düzleminde bu duygusal kopukluğu giderecek adımlar atmaya ağırlık vereceğiz.
Bu ilk seçim tecrübemizi bütün yönleriyle gözden geçirerek yerel seçimlerde hedeflerimize ulaşmak üzere çalışmalarımıza hız veriyoruz.
“Öncelikle Türkiye’de bir Kürt sorunu olduğunu kabul etmektir. Ancak bu sorunun yalnızca ana dilde eğitim veya ana dilin hayatın her alanında kullanılmasının önündeki engelleri kaldırmak olarak değerlendirmek mümkün değildir.”
Vahap Coşkun: Size göre, Kürt meselesi konusunda, öncelikli olarak atılması gereken somut adımlar nelerdir?
Ahmet Davutoğlu: Öncelikle Türkiye’de bir Kürt sorunu olduğunu kabul etmektir. Ancak bu sorunun yalnızca ana dilde eğitim veya ana dilin hayatın her alanında kullanılmasının önündeki engelleri kaldırmak olarak değerlendirmek mümkün değildir. Türkiye, kendi kimliğini taşıyan tüm asabiyetleri ile bir bütündür. Bu bütünlük bir İmparatorluk bakiyesi olmanın getirisidir. Bu mirası reddetmek en başta Kürt meselesi olmak üzere, milletimizin her katmanında ayrı ayrı sorunlara yol açmaktadır.
Gelecek Partisi siyasal yaklaşımında güçlü bir tarih bilincini, rasyonel ve demokratik bir durum analizini ve insan haklarına dayalı bir gelecek vizyonunu esas alır. Hiçbir meseleye gözünü kapatmaz, hiçbir meseleyle yüzleşmekten çekinmez ve hiçbir meseleyi çözümsüz görmez. Bu bağlamda Kürt meselesini ortak tarih, kader ve aidiyet bilinci temelinde demokratik siyaset anlayışı ile ele almaktayız. 12 Aralık 2019 tarihinde açıkladığımız parti programımız bu çerçevede siyasi tarihimizin ilklerini bünyesinde barındırmıştır. Anadilin eğitimde kullanımı ve kayyum uygulamasına karşı net tutum başta olmak üzere Kürt Meselesi ile doğrudan ve dolaylı olarak ilişkili olan konular ilke kez bizim parti programımızda çık bir şekilde ortaya konmuştur.
Parti programımızdaki bu temel yaklaşım çerçevesinde Van (17 Ekim 2021) ve Diyarbakır’da (11 Haziran 2022) “Demokratik Geleceğimizin İnşası: Kürt Meselesi” başlığıyla gerçekleştirdiğimiz çalıştaylarda kanaat önderleri, aydınlar ve STK temsilcilerinin de görüşlerinden istifade ederek Kürt Meselesinin çözümünde benimsediğimiz ana unsurları “Kürt Meselesi: Yeni Bir Demokratikleşme Sürecinin Temel Unsurları” başlıklı 10 maddelik bir manifesto ile kamuoyumuzla paylaştık.
Bugün de Kürt Meselesinin çözümünün en doğru yol haritasını oluşturduğuna inandığım bu unsurları sizlerle de bir kez daha paylaşmak istiyorum:
Yeni Bir Zihniyet: Kürt Meselesini ortaya çıkaran anti-demokratik zihniyet ve politikalar, birçok medeniyete ev sahipliği yapan bu toprakların mayasına da asırlarca bir arada yaşamış milletimizin tarihsel hafızasına da yabancıdır. Yaşanan ağır travmaların etkisiyle geçen yüzyılın başında hayata geçirilen tektipleştirici, ayrımcı ve güvenlikçi otoriter paradigma, yüzyıl sonra bugün bile yüzleşmek ve çözmek zorunda olduğumuz pek çok maliyet üretmiştir. Cumhuriyetimiz 100. yılına girerken bir asır öncesine giden sorun başlıkları daha fazla varlığını sürdüremez. Kürt Meselesi başta olmak üzere tüm meselelerimizin çözümü için küresel, bölgesel ve ulusal düzlemde yaşanan köklü dönüşümü hesaba katan yeni bir zihniyet inşasına ihtiyaç bulunmaktadır. Geçmişteki hatalarla yüzleşerek, tecrübelerden dersler çıkararak yeni bir sayfa açmak, yeni bir süreç başlatmak zorundayız. Bu süreç, bütün vatandaşlarımızın her anlamda eşitliğini tesis ederek toplumsal barışımızı ve ortak aidiyetimizi güçlendirecek tam demokratik bir Türkiye inşa etmeyi öngörmektedir.
Ortak ve Yerli Bir Yaklaşım: Sorunlarımızın çözümü için ülkemizin bütün farklılıklarından süzülen ortak ve yerli bir dile ihtiyacımız bulunmaktadır. Çözümü başka başkentlerde, başka modellerde aramak yerine insanlığın tecrübesinden yararlanan ama kendi dinamiklerimizi esas alan bize özgü bir çözüm geliştirmek zorundayız. Bu çerçevede, yeni bir sürecin en asli niteliği bir bütün olarak bu ülkenin birikimlerine dayanması ve yerli dinamiklerin ürünüolmasıdır.
Sivil, Özgürlükçü ve Kapsayıcı Anayasa: Tam demokratik bir Türkiye inşa etmenin ana omurgası insan hak ve özgürlüklerine dayanan özgürlükçü yeni bir anayasadır. Devleti öncelikli görüp insanı ikinci plana iten, farklılıklarımızı tehdit görüp tektipleştirici bir model dayatan 12 Eylül Anayasası vakit kaybedilmeden tedavülden kaldırılmalı, sivil, özgürlükçü, kapsayıcı yeni bir anayasa hazırlanmalıdır. Bu anayasanın yaslanacağı siyasal düzen insan hak ve özgürlüklerine dayalı kapsayıcı demokrasidir. Türkiye yeni yüzyıla muhtevası itibarıyla tüm toplumu kapsayan, oluşum süreci itibarıyla bütün toplum kesimlerinin katılımı ile oluşan yeni bir anayasal zemin üzerinde girmelidir.
Düşünce ve İfade Özgürlüğü: Türkiye’yi tam demokrasi hedefine ulaştıracak, halkımızın huzur ve refahını artıracak yeni toplumsal sözleşmenin ruhunu eksiksiz bir düşünce ve ifade özgürlüğü oluşturmalıdır. Düşünce özgürlüğünün olmadığı bir ortamda insanların sorunları tespit edebilmesi, sorunların tarafları arasında diyalog kurabilmesi ve empati yapması beklenemez. Hukuk sistemi düşünce ve ifade özgürlüğünü korumayı ve sürdürmeyi esas alarak yeniden düzenlenmeli, sivil toplum ve akademinin hukuksal açıdan özerklik ve özgürlüğü garanti altına alınmalıdır.
İmtiyaza ve Ayrımcılığa Dayanmayan Eşit Vatandaşlık: Etnik kökenimiz, dini, mezhebi ve siyasi inancımız ne olursa olsun hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu eşit vatandaşlarıyız. Benimsediğimiz ilke eşit vatandaşlık ilkesidir. Kimse özel bir imtiyaz ve ayrıcalığa sahip olmadığı gibi hiç kimse ayrımcılığa da tabi tutulamaz. Çoğulculuk katlanılması gereken bir külfet değil, aksine savunulması gereken temel bir yapı taşıdır. Siyasi temsilde temel ilke toplumsal çeşitliliğin temsili, bürokratik atamada temel kriter, ehliyet ve liyakat olmalıdır.
Kapsayıcı Muhataplık: Kürt Meselesinin muhatabı bütün vatandaşlarımız, siyasi partilerimiz ve bütün unsurlarıyla sivil toplumdur. Kürt meselesi tüm tarafların karşılıklı güvensizliği değil, güveni üzerine oturtulmak zorundadır. Türkiye’de Kürt meselesi tek bir siyasi partinin değil her siyasi partinin öncelikli gündemlerinden birisi olmalıdır. Kürt vatandaşlarımızın görünen ve görünmeyen, ifade edilen veya edilmeyen siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel ve hukuki hiçbir engelle muhatap olmadığı tam demokratik Türkiye inşa etmekten başka bir çözüm yoktur.
Anadilin Eğitimde ve Sosyal Hayatta Kullanımı: Anadilin öğretilmesi, eğitimde ve sosyal hayatta kullanılması en temel ve doğal insan hakkıdır. Kimse anadilini seçemeyeceği gibi kimse da başkasının anadiline yasak getiremez. Ortak resmi dilimiz olan Türkçe’nin yanısıra herkes kendi ana dilini öğrenme ve bireysel ve toplumsal yaşamda kullanma hakkına sahiptir. Bu temel ilke çerçevesinde, devlet gerekli düzenlemeleri yapmakla yükümlüdür.
Bu bağlamda, ülkenin asli dillerinden olan Kürtçe’ye yabancı veya bilinmeyen dil muamelesi yapılması kabul edilemez. Resmi dilimiz Türkçe olmakla birlikte Kürtçenin kamusal hizmet alanlarında kullanılması Kürt vatandaşlarımızın aidiyet bilincini güçlendirilmesi bağlamında ayrıştırıcı değil birleştirici bir etki yapacaktır. Kamusal alanda, devletin ve yerel yönetimlerin sunduğu tüm hizmetlerde Kürtçenin de kullanılmasının önündeki ideolojik ve yasal engellerin kaldırılması şarttır.
Demokratik Yerel Yönetimler: İşlevsel ve demokratik bir yerel yönetimler sistemi için başta Anayasanın 127. maddesi olmak üzere merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki baskıcı uygulamalarına izin veren tüm yasal düzenlemeler ilga edilmelidir. Yerel yönetimler demokratik bir hukuk sistemi ve vatandaşlar karşısında sorumlu kılınmalıdır. Bu bağlamda seçilenler üzerinde açık bir vesayet niteliği taşıyan KCK uygulamasına da demokratik hukuk devleti ile çelişen kayyum uygulamasına da karşıyız. Seçilmiş belediye başkanlarının yargı kararı olmaksızın görevden el çektirilmesi kabul edilemez. Ayrıca, görevden alınan belediye başkanının yerine İçişleri Bakanının inisiyatifiyle kayyım atanması da milli iradenin tecellisini engellemektedir. Bu çerçevede, mahkeme kararına istinaden görevden alınan seçilmiş belediye başkanının yerine yine seçimle oluşturulmuş belediye meclis üyelerinden birinin seçilmesi teminat altına alınmalıdır.
Sınır Ötesindeki Kürtler: Türkiye, sınırları dışındaki tüm tarihdaş ve soydaşlarla farkındalık ve sorumluluk ilkeleri ışığında ilişki içinde olmayı ve bölgeye onlarla birlikte oluşturulan bir vizyon çerçevesinden bakmayı temel bir ilke olarak ilan etmelidir. Biz, doğal tarihdaş ve soydaş olarak gördüğümüz komşu ülkelerdeki Kürtlere bu genel ilke çerçevesinde bakıyoruz. Sınır ötesinde yaşayan Kürtlerin geleceği ne emperyalist güçlerin ne de terör örgütlerinin insafına terk edilemez. Türkiye olarak sorumluluğumuz ve görevimiz, sınırlarımızın dışındaki Kürtleri tehdit olarak görmek yerine bütün diğer soydaşlarımız gibi Kürtlerin de bulundukları ülkenin onurlu ve eşit vatandaşları olmalarına katkı sunmaktır. Komşu ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı çerçevesinde gerçekleşecek böylesi bir katkı bu ülkelerle aramızdaki barışçıl ilişkileri güçlendirecektir.
Yeni Bir Sosyo-Ekonomik Kalkınma Stratejisi: Son dönemde derinleşen ekonomik kriz özellikle genç kitlelerin bölgeden koparak sadece büyük şehirlere değil fırsat buldukları anda yurtdışına göç etmeleri sonucunu doğurmaktadır. Bereketli Fırat ve Dicle havzalarında tarım ve hayvancılığın bitme noktasına gelmesi, niteliksiz akademik kadrolarla kurulan üniversitelerden mezun olan gençlerin hayat standardı beklentileri ile işsizlik arasındaki derin uçurumun yol açtığı umutsuzluk, seksenli ve doksanlar yıllarda terör ve güvenlik sorunlarının neden olduğu göçlere benzer bir iç ve dış göç dalgası yaratmaktadır.
Bu kaygı verici gelişmeye karşı özellikle genç ve kadın istihdamını önceleyen kapsamlı bir sosyo-ekonomik kalkınma programı uygulamaya konmalıdır. Tarım ve hayvancılık alanında genç çiftçi destekleri, üniversitelerin nitelikli bilimsel yatırımlarla ciddi bir bölgesel teknoloji merkezi haline getirilmesi, bölgenin karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu sektörlerde üretim üsleri kurulması, bölgenin çevre ülkelerle ihracat kapasitesinin artırılması gibi önceliklere dayanan yeni ve kapsamlı bir dönüşüm stratejisi hayata geçirilmelidir.