26 Mayıs 2022’de yetmiş biri Adalet ve Kalkınma Partisi, biri Milliyetçi Hareket Partisi olmak üzere yetmiş iki milletvekili tarafından imzalanarak TBMM’ye sunulan kanun teklifi, uzun bir süreden beri aşındırılan hukuk devleti ilkesini açıkça ihlâl etmekte; aynı zamanda yıllardır anayasal güvencelerinden yoksun kılınan ifade hürriyetini büsbütün korumasız hale getirmektedir.
Kamuoyunda Dezenformasyon Yasası olarak adlandırılan teklifin resmi adı, “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” şeklindedir. 40 maddeden oluşan teklif, halen yürürlükte olan 24 kanun üzerinde 52 değişiklik yaparken bu kanunlara 3 geçici madde ve 8 ek madde eklemektedir.
Bu yönüyle teklif, içeriği bir kenara bırakılsa dahi hukuk devleti ilkesinin hukuk normlarının erişilebilirliği ve öngörülebilirliği yönünden önemli bir anayasaya aykırılık sorunu içermektedir. Ne var ki teklifin yol açması muhtemel sorunlar, hukuk devleti ilkesiyle oluşturduğu çelişkiden ibaret değildir. Takibi, hukukçular yönünden dahi fevkalade zor olan teklif metninin belki en can alıcı yanı, bu teklifin demokrasinin olmazsa olmaz unsuru olan ifade hürriyetini büsbütün güvencesiz hale getirmesi; bu yönüyle gene demokrasinin vazgeçilmezlerinden olan eleştiri hürriyetiyle muhalefet hakkını neredeyse ortadan kaldırmasıdır.
Bu yazıda teklifin hukuk devletini ihlâl eden yönünü inceleyeceğim. Müteakip yazımda ise teklifi, insan haklarına saygılı, demokratik devlet kavramları yönünden ele alacağım. İfade hürriyetinin bu iki kavramla oluşturduğu zorunlu bağ nedeniyle teklifi ifade hürriyetini ihlâl eden yönüyle de değerlendireceğim.
Teklif metninin hukuk devletiyle çelişkisi
Akademik bir çalışmamda belirttiğim gibi, “Hukuk devleti ilkesi, kısaca bireyin varlığını, onurunu, hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla devlet otoritesinin hukuka uygunlukla sınırlandığı bir sistem olarak tanımlanabilir. Bu tanımın, biri şeklî diğeri maddi olmak üzere iki boyutu mevcuttur. Tanımın şeklî boyutu, devlet otoritesinin hukuka uygun davranmakla yükümlü olmasını ifade etmektedir. Bu otorite, yasama, yürütme ve yargı organlarıyla ve idari makamların fonksiyonları aracılığıyla tezahür ettiğine göre, hukuk devletinden söz edebilmek için bütün bu organ ve makamların, her tür eylem ve işleminde, hukukun üstünlüğünü dikkate almaları gerekmektedir.
Ne var ki hukuk devleti, sadece bu şeklî boyutun mevcut olmasıyla ulaşılabilecek bir hedef değildir. Bir hukuk devletinde, devlet otoritesini hukuka uygun kılmakla ulaşılmak istenen asıl amaç, bireyin varlığını, onurunu, hak ve özgürlüklerini, bu otorite karşısında korumaktır. Bu öz olmadıkça, sadece hukuka uygunlukla sınırlanan bir devlet, hukuk devleti değil, olsa olsa kanun devleti olacaktır.”[1] Ampirik örnekler ve teorik çalışmaların gösterdiği gibi, sadece şeklî hukukiliği esas alan kanun devleti, devlet otoritesini güçlendirmeye hatta sınırsız hale getirmeye odaklanırken nihaî amacı bireyin onurunu, varlığını ve haklarını devlet gücü karşısında korumak olan hukuk devleti, bu gücün sınırlanması yoluyla anayasal hak ve özgürlüklerin korunmasına odaklanmaktadır. Bu nedenle kanun devleti otoriter yönetimlerin, hukuk devleti ise demokrasilerin olmazsa olmazları arasında yer almaktadır.
Hukuk devleti ilkesi, 1961 Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana ülkemizin anayasal düzeninin temel unsurlarından biri olmuştur. Tıpkı 1961 Anayasası gibi halen yürürlükte olan 1982 Anayasası da hukuk devleti ilkesine, Cumhuriyetin niteliklerini düzenleyen 2. maddesinde yer vermektedir. Ancak 1961 Anayasasından farklı olarak yürürlükteki Anayasa, 4. maddesiyle Anayasanın ilk üç maddesini değişmezlik kapsamına almaktadır. Böylece 1982 Anayasası, 2. maddesiyle düzenlediği Cumhuriyetin niteliklerine ve bunlar arasında yer verdiği hukuk devleti ilkesine değişmezlik izafe etmektedir.
Dahası Anayasa, gene selefi gibi anayasanın üstünlüğü ilkesiyle (m. 11) bu ilkenin güvencesi ve yaptırımı anlamına gelen anayasa yargısına (m. 146 vd.) yer vermektedir. Üstelik Anayasa, anayasanın üstünlüğü ilkesini sadece kanun koyucuyu değil, devletin tüm organ ve makamlarını bağlayan bir hüküm şeklinde düzenlemektedir. Bu maddeye göre, “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Şu hâlde bu madde karşısında yasama (TBMM) kanun yaparken, yürütme (şu anki sistemde Cumhurbaşkanı) kanunları uygularken, yargı ise hukukî uyuşmazlıkları çözüme bağlarken hukuk devletinin gereği olarak anayasa hükümlerine uymak zorundadır.
Anayasa Mahkemesi ise yerleşik içtihatlarında hukuk devletini şöyle tanımlamıştır: “Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuki güvenliği sağlayan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.” (E. 2015/5, K. 2015/82, t. 10.9.2015)
Bu kararın gösterdiği gibi, hukuk devletinin tartışma konumuz olan Dezenformasyon Yasası yönünden önem taşıyan unsurlarından biri, devlete ve hukuka güven ilkesidir. Hukuk devletinin temel amacı, bireylerin, devlet otoritesi karşısında hukukî güvenliklerini sağlamaktır. Diğer bir deyişle devlete güven ilkesi, hukuk devletinin aslî unsurlarından birini oluşturmaktadır. Bu ise, hukuk devleti ilkesini benimseyen bir anayasa düzeninde, hukuk normlarının bazı özellikler sergilemesini gerektirir. Bunlardan biri, hukuk normlarının belirliliği ilkesidir. Bu ilke, hukuk normlarının, herkesçe anlaşılabilecek bir açıklıkta olmasını, uygun vasıta ve yollarla ilan edilmek suretiyle yürürlüğe konulmasını, herkesin erişimine açık olmasını ifade etmektedir. Öte yandan, hukuk normlarının ancak yürürlüğe girmelerinden sonraki olaylar, durumlar ve ilişkilere uygulanabilir olmaları da gerekmektedir. Böylece bireyler, davranışlarını ve hukukî ilişkilerini, yürürlükte bulunan kuralları dikkate alarak düzenleme imkânını bulabilirler.
Anayasa Mahkemesi’nin kararları da aynı yöndedir. Mahkemeye göre, “Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil, daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla, mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Aslolan muhtemel muhataplarının mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini öngörmelerini mümkün kılacak bir normun varlığıdır.” (E. 2014/61, K. 2014/116, t. 7.11.2014)
Kuruluşundan beri Türkiye’nin de üyesi olduğu Venedik Komisyonu’nun hukuk devletine ilişkin raporunda hukuk devletinin unsurlarından biri olarak belirlilik ilkesine yer verilmektedir. Komisyona göre, “Bu, bireylerin, yargıya ve hukuka güven duymalarının temel koşuludur. Bu güvenin sunulması için devlet, hukuk metinlerine kolayca erişimi sağlamalıdır. Devlet, bu ilke karşısında, yürürlüğe koyduğu normlara saygı göstermeli, bu normların öngörülebilir usuller çerçevesinde uygulanmasını sağlamalıdır. Böylece bireyler, hukuk normlarının etkilerini öngörmek suretiyle, davranışlarını buna göre şekillendirebilmelidirler. Hukuki belirlilik ihtiyacı, takdir yetkisini ortadan kaldırmamakta, bu yetkinin, bireyin haklarını ihlâl edecek biçimde kötüye kullanılmasını engellemektedir. Bu ilke karşısında, yürütme ve idareye tanınan takdir yetkisinin alanı, tereddüde yer bırakmayacak bir açıklıkla tayin edilmeli, böylece, takdir yetkisinin kötüye kullanılmasının yaratması muhtemel hak ihlâlleri önlenmelidir. Hukuki belirlilik, hukuk normlarının, açık ve kesin olmasını gerektirmektedir. Bu ise, bir normun kapsamındaki ilişkilerin ve durumların öngörülebilirliğinin güvencesi olmaktadır. Hukuki belirlilik, aynı zamanda, kesinleşmiş yargı kararlarına saygı gösterilmesi ve bu kararların uygulanması gerektiği anlamına gelmektedir. Hukuki belirlilik ilkesinin gereği olarak, temel hak ve hürriyetlerin müphem ve muğlak hukuk kurallarıyla çiğnenmesine izin verilmemeli, böylece bireylerin hakları, devlet organ ve makamları karşısında korunmalıdır.”[2]
Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, yukarıda değindiğimiz gibi, çeşitli kanunların çok sayıda maddesi üzerinde, takip edilmesi ve anlaşılması hukukçular yönünden dahi kolay olmayan değişikliklere yer vermektedir. Bu yönüyle teklif, bireyler için hangi tutum ve davranışların ne tür hukukî sonuçlara yol açacağı konusunda belirsizliklerle dolu bir ortam yaratacaktır.
Bu nedenle kanun, hukuk devletinin önemli unsurlarından olan devlete ve hukuka güven ilkesiyle ve bu ilkenin uzantısı mahiyetindeki hukuk normlarının belirliliği kuralıyla çelişmektedir. Teklifin kanunlaşması ve yürürlüğe girmesinden sonra sosyal medya hesaplarında kullanılan sıradan ifadelerin dahi yol açması muhtemel sorunların öngörülebilmesi, kolay olmayacaktır. Bu nedenle bireyler, düşüncelerini ifade etmelerinin önemli araçlarından olan sosyal medya hesaplarını kullanmaktan vazgeçecekler veya birkaç cümleden ibaret olan açıklamalarının yol açabileceği sonuçların tedirginliğiyle yaşamaya katlanacaklardır.
Konuyu hukuk devleti yönünden ele aldığım bu yazıda, anayasa hukuku felsefesinin önde gelen isimlerinin üzerinde durduğu diğer bir boyuta da değinmenin uygun olacağı kanısındayım. Bunlardan biri olan Prof. Michel Rosenfeld, hukuk devletinin ne olduğunu açıklarken aynı zamanda onun ne olmadığının tanımlanmasının da faydalı olacağına değinmektedir. Yazara göre, “‘Hukuk devleti’, çoğu zaman ‘kişisel yönetim’in karşıtı olarak gösterilmektedir. Bazı durumlarda ‘kişisel yönetim’ (ya da günümüzde diyebileceğimiz gibi ‘belli bir bireyin yönetimi’) genellikle, sınırlandırılmamış ve belki de öngörülemez bir yöneticinin, sınırlandırılmamış ve potansiyel olarak keyfî kişisel yönetimini ifade eder. (…) Eğer kanunlar tek taraflı ve keyfî olarak değiştirilebiliyorsa, genellikle bunlara uyulmuyorsa, ya da yönetici ve onun yardımcıları düzenli olarak hukukun üzerinde kalıyorlarsa, hukuka göre yönetim de ‘kişisel yönetim’e dönüşebilir.
Dolayısıyla hukuk devleti, en azından, hayli genelleştirilmiş bir hukuka göre yönetimi; önemli ölçüde bir hukukî öngörülebilirliği (bu, genel olarak uygulanabilen, yayınlanmış ve geniş ölçüde geleceğe yönelik kanunlarla sağlanabilir); yasama ve yargı fonksiyonları arasında anlamlı bir ayrılığı ve kimsenin hukukun üzerinde olmadığı ilkesine yaygın biçimde bağlılığı gerekli kılar. Bununla tutarlı olarak, bu asgarî şartları karşılayan herhangi bir hukukî rejimin, ‘dar anlamda’ hukuk devletinin şartlarını karşıladığı düşünülebilir.”[3]
Bu açıklamalar, Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişten sonra sergilediği tablonun, Rosenfeld’in hukuk devletinin ne olmadığı yönündeki ifadeleriyle örtüştüğünü göstermektedir. Gerçekten uzun bir zamandan beri Meclise hâkim olan çoğunluk, kanun yaparken kanunların amaç unsurunun içermesi gereken kamu yararına odaklanmak yerine, bir grup yöneticinin ve onların çevresindeki topluluğun bugünkü ve gelecekteki menfaatlerini korumaya odaklanmaktadır.
Sadece bu unsur dahi Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan hızla uzaklaştığını göstermektedir. Dezenformasyon Yasası olarak bilinen teklif de kamu yararını koruyacağı izleniminin gerisinde aslında izlenen politikaların bilimsel ve gerçekçi olarak tartışılmasını, kamuoyunun bu konuda bilgilendirilmesini önlemeyi hedeflemektedir. Böylece kanun, seçmenlerin izlenen politikalar hakkında gerçek bilgiye ulaşmalarını engelleyerek müteakip seçimlerde bugün Türkiye’yi yönetenlerin zafer elde etmelerini sağlamayı amaçlamaktadır.
Yazımın başında ifade ettiğim gibi, kanun teklifinin yol açacağı anayasaya aykırılık sorunları, metnin hukuk devleti yönünden oluşturduğu çelişkiden ibaret değildir. Bu teklif aynı zamanda Anayasamızın değişmezlik izafe edilen 2. maddesinin içerdiği insan haklarına saygılı devlet ve demokratik devlet kavramlarıyla bunların ayrılmaz parçası olan ifade hürriyetiyle de bağdaşmamaktadır. Konunun önemi dolayısıyla bu hukuka aykırılık sorunlarına müteakip yazımda değineceğim.
—
[1] Serap Yazıcı, “Hukuk Devleti ve Yargının Bağımsızlığı”, içinde Türkiye’de Siyasal Yaşam – Dün, Bugün, Yarın, (der.) Mehmet Kabasakal, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 67-68.
[2] European Commission for Through Law (Venice Commission), Report on the Rule of Law, adopted by the Venice Commission at its 86th plenary session (Venice, 25-26 March 2011), Strasbourg, 4 April 2011, https://www.venice.coe.int/webforms/documents/default.aspx?pdffile=CDL-AD(2011)003rev-e ; Serap Yazıcı, “Hukuk Devleti ve Yargının Bağımsızlığı”, içinde Türkiye’de Siyasal Yaşam – Dün, Bugün, Yarın, (der.) Mehmet Kabasakal, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 71.
[3] Michel Rosenfeld, “The Rule of Law and the Legitimacy of Constitutional Democracy”, Southern California Law Review, Vol. 74, 2001, s. 1313; Serap Yazıcı, Hukuk Devleti ve Yargının Bağımsızlığı, içinde Türkiye’de Siyasal Yaşam – Dün, Bugün, Yarın, (der.) Mehmet Kabasakal, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 69.