Hatay’ın Antakya ilçesinde mimarlığını yaptığınız The Museum Hotel, bölgede depremi en az hasarla atlatan binalardan biri oldu. Museum Hotel’in yüzde 90’ından fazlası çelik konstrüksiyon olarak dizayn edilmiş. Bu tercihin deprem dayanıklılığına etkisi ne oldu? İnşaatı yaparken bölgedeki zemini de incelemiş miydiniz?
Emre Arolat.
The Museum Hotel Antakya yapısı büyük oranda çelik strüktür olarak ve ciddi bir mühendislik hizmeti alınarak inşa edildi. Bununla birlikte aynı ciddiyette yapılan zemin etüdünün bulguları değerlendirilerek yapının ana taşıyıcıları mevcut zeminin metrelerce altındaki sağlam zemine oturtuldu. Bunun için yapım aşamasında çok özel yöntemler kullanıldı ve aynı zamanda arazide bulunan tarihi kalıntılar da bütünüyle korundu. Bu işlemler hem projelendirme hem de yapım sürecinin beklenenden katbekat uzun sürmesine yol açtı, ancak bu süreçte teknik gerekliliklerden kesinlikle hiçbir taviz verilmedi. Mimari, statik, mekanik, elektrik ve altyapı projelerinin birbirleri ile uyumu ve koordinasyonunun sağlanması önemli bir ölçüt olarak öne çıktı.
Bu tür yapıların deprem anında salınım yaparak sarsıntının yıkıcı etkisini sönümlendirerek bertaraf etmesi öngörülür. Müze Otel yapısı da meydana gelen bu felaket sırasında teknik olarak hayli olumlu bir performans gösterdi ve gözle görülür, kayda değer bir hasar almadı.
Depremin bu denli büyük bir tesir oluşturmasına karşın olay sırasında içinde bulunanların tümünün salimen ve kontrollü bir şekilde dışarı çıkabilmesine olanak verdi. Daha sonrasında da tedbir amaçlı olarak tamamen boşaltıldı. Yeniden kullanılması için bu iki büyük sarsıntının varsa etkilerini ortaya çıkartacak ayrıntılı çalışmalar ve testler yapmak gerekecek.
The Museum Hotel’in bu kadar büyük iki sarsıntıda dahi bu denli olumlu bir performans göstermesi, tüm proje ekiplerinin tasarım aşamasındaki titizliği ve mesleki sorumluluk bilinçlerinin yanı sıra, yapının inşa sürecinde de gerekli imalatın ve belki de bundan daha önemlisi, teknik kontrollerin olması gerektiği biçimde yapıldığını gösteriyor.
Bölgede ‘yeni’ ve ‘deprem yönetmeliğine uygun’ inşa edilen birçok yapı da yıkıldı. Bu depremin mevcut inşaat mevzuatının öngörmediği bir şiddette olduğu söyleniyor, doğru mu?
Deprem sırasında kaydedilen ve uluslararası yetkili kuruluşlarca yayınlanan ölçümler, meydana gelen olaydaki sarsıntının ve açığa çıkan gerilimin oluşturduğu yer ivmelerinin beklenenin ve yönetmeliklerde öngörülenin hayli üzerinde olduğunu gösteriyor. Yine de bu bilginin yetkili uzmanlar tarafından teyit edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Eğer doğruysa, bölgedeki yıkımın bu denli yoğun olmasının bir nedeninin bu gerçeklik olduğu iddia edilebilir. Ancak her şeyden önce yönetmeliklerde verilen tüm verilerin kabul edilmesi gereken en az değerlerden oluştuğu bilinmelidir. Herhangi bir yapının taşıyıcı sistem tasarımını yapan uzman mühendisin bu çerçevede bir yorum yapıp yapmaması kendi deneyimi ve öngörüsü ile karar vermesi gereken bir durumdur.
Bununla birlikte, taşıyıcı sistemin konfigürasyonu, yani bir anlamda yapının mimari varoluş biçimi ile kurduğu ilişki, gerek düşey gerekse depremde olduğu gibi yatay tesirlere karşı oluşturduğu geometrik kurgu gibi konular çok önemlidir. İmalat esnasında yapım detaylarına da dikkat edilirse, yapı kabul edilen yüklerin daha fazlasını rahatlıkla karşılayabilir. Bu çerçevede, bir yapının deprem anındaki performansı ile ilgili olarak anahtar projenin taşıyıcı sistem tasarımı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Ancak bu meselenin genel olarak çok daha derinlikli ve geniş kapsamlı bir konu olduğu ve bugüne dek yaşananların içinde neredeyse herkesin öyle ya da böyle yer aldığı bir tür toplumsal suç ortaklığı olduğu kabul edilmelidir. (Toplumsal Suç Ortaklığı, ilk defa kendisinden çok şey öğrendiğim İhsan Bilgin’den işittiğim bir tanımdır.)
Bu tartışmaya ülkede uygulanan genel politikalar, buna bağlı olarak gelişen kapsamlı göç hareketleri ve böylelikle ortaya çıkan hızlı kentleşme süreçleri konularından başlamak gerekir. Daha sonrasında ise yapılaşmanın yer seçimi, seçilen yerin zemin durumu, bu durumun mühendislik kabullerinde ne derece dikkate alındığı gibi konular devreye girer. Bu esnada az önce sözünü ettiğim yapıların taşıyıcı sistem tasarımı, yapım sırasında kullanılan malzemenin niteliği, yapım yöntemi ve denetimlerin hangi titizlikte yapıldığı, yapım sonrasında özellikle taşıyıcı sistem bütünlüğünü etkileyen müdahalelerin gerçekleşip gerçekleşmediği gibi konular ayrıntılı bir biçimde araştırılarak ele alınmalıdır. Ben Türkiye’deki yönetmeliklerin dünya üzerindeki diğer yönetmelikler ile kıyaslandığında hayli nitelikli olduğunu düşünenlerdenim. Ne var ki gerek tasarım gerek yapım ve gerekse denetim aşamalarının bütünüyle büyük ihmaller ve zafiyetler içerdiğini düşünüyorum. Ancak bu sözüm, bu meselenin salt teknik bir sorunlar silsilesi olduğu anlamına gelmiyor. Deprem konusu özünde çok geniş bir politik meseledir. Söz gelimi, mesleki sorumluluk sigortası mecburiyeti olmadan ortaya çıkan Yapı Denetim Kurumları ile bu meselenin çözüme kavuşturulmasının imkânsız olduğunu hep birlikte gördük. Bunun gibi birbirine bağlı pek çok yasal ve prosedürel açık geç kalmadan kapatılmalı, bu bağlamda artık bir tür toplumsal seferberlik başlatılmalıdır.
The Museum Hotel’deki kolonların yurtdışından getirildiği yazılmış, bu doğru mu?
Yapı, çok büyük ölçüde yerli malzeme ile imal edilmiştir.