Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın faiz tartışmalarıyla ilgili “Burada nas var” çıkışını eski milletvekili iktisatçı İbrahim Turhan’la konuştuk.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın faiz tartışmaları hakkındaki “Şunu bilmemiz lazım, bu konuda nas ortada. Nas ortada olduğuna göre sana, bana ne oluyor? Biz değerler silsilemiz içerisinde olaya buradan niye bakmıyoruz? Olaya buradan bakacağız, ona göre de adımımızı atacağız” çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu konunun iki boyutu var: Siyasal, hukuki ve anayasal kısmıyla ilgili boyut ile sunulan argümanın teknik içeriğine ilişkin boyut.
Birinci kısmından başlarsak… Bildiğimiz gibi devlet kamu alanını düzenlemek için insanlar tarafından oluşturulmuş bir aygıttır. İçinde bulunduğumuz çağda artık devletin ilahi bir varlık olduğunu kabul etmiyoruz.
Monarşilerde devletin bir ilahilik boyutu vardır. Devletin başındaki monark tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edilir. O yüzden devletin başındaki kişi tanrı tarafından görevlendirilmiş olmalıdır. Ama seküler devlet düzeninde -bizim Cumhuriyetimiz gibi- devlet başkanları seçimle belirleniyor. Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığına Müslüman olmayan birisi seçilebilir.
Devlet kamu alanındaki ortak işlerin görülmesi için ortaya çıkarılmış insan yapımı bir organizasyon olduğuna göre, devletin işleyişine ilişkin kararların da insanlar tarafından alınacağının kabul edilmesi lazım.
Sayın cumhurbaşkanı kendisi de seçimle göreve geldi ve görevini de seçmenler tarafından onaylanan bir anayasanın sağladığı meşruiyet çerçevesinde yerine getiriyor. Yani meşruiyetinin dayanağı ilahi bir görevlendirme değil seçmenin kendisine teveccüh göstermesi…
Her insan bireysel olarak inanç hakkına ve inancına uygun olarak yaşama hakkına sahiptir. İnanma ya da inanmama bireyin tercihine kalır. İnsanlar bireysel alanlarını kendi inançları doğrultusunda şekillendirebilirler.
Fakat toplumun ortaklaşa işlerinin yürütüleceği kamu alanı, toplumun bütün kesimlerinin birlikte karar vermesi gereken bir oydaşma alanıdır. Dolayısıyla kuşkusuz burada bir uzlaşma bulmak zorundayız.
İnançlar hakikatlerden bahseder. Hakikatle ilgili uzlaşma olmaz. Olması da gerekmez. “Biraz onun hakikatından, biraz benim hakikatımdan olsun” gibi hakikatin yarısı, çeyreği, kısmisi olmaz. İnanç, kesin kanaat sahibi olmakla ilgili bir durumdur. Birçok durumda kanıtlanması veya taraflar arası uzlaşma yoluyla ortak bir noktaya getirilmesi mümkün olmayan bir durumdur.
Dolayısıyla kamu alanının inanç tarafından belirlenememesinin temel sebeplerinden bir tanesi bu. Ama böyle yapmaya kalkılırsa, inançlarda uzlaşma olamayacağına göre kaçınılmaz olarak bir çatışma doğar.
Burada şunu da belirtmeliyim. Siyaset alanının inançlardan, kanaatlerden tamamen sterilize edilmesi gibi katı seküler bir şeyden bahsetmiyorum. İnsanların gündelik yaşamında inançlarının nasıl belirleyiciliği varsa seçmen davranışlarında da etkisi olur. Bir kamu yöneticisi görevini yerine getirirken de inanç dünyası mutlaka davranışlarını etkiler. Bunu da insani bir şey olarak normal görmemiz lazım. Aksi takdirde çok radikal bir laikçi anlayış doğar. Bu da mahzurlar doğuruyor, farklı dayatmalar ortaya çıkıyor.
ABD’de kürtaj karşıtı bir siyaset var ve ABD siyasetinin bir parçası. Bu ABD’nin sekülerliğine halel getirmiyor. Ama siz yasama veya yürütmeyle ilgili bir karar alırken, İncil’deki bir hükme göre bir kural koyarsanız o zaman onu sizin destekçileriniz de kabul etmez. O konuda yorumunuz aynı olabilir ama farklı konularda ters düşebilirsiniz. İnsanların dini ya da felsefi inançları veya inançsızlıkları bireysel hayatlarına nasıl yansıyorsa siyasal davranışlarında da yansımaları görülebilir.
İkinci konuya gelirsek, bu da inancın nasıl yorumlanacağı meselesi.
Aynı kutsal kitap, aynı peygamber hatta aynı ifade; farklı kişiler tarafından değişik şekillerde yorumlanabilir. Bu yorumlara hak vermek ya da vermemek de öznel bir tercihtir.
Somut bir örnek vereyim. İkisi de Hanefi mezhebi içinde olan iki müçtehit var: İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed. Özellikle fıkıh alanıyla ilgili önemli farklılıklar var. Bireysel kanaatimizle hangisini haklı bulduğumuza dair bir tavır geliştirebilir ve kendi yaşamımızda benimsediğimiz yorumlara göre yaşayabiliriz. Ama kimsenin, benimsediği yorumu mutlak gerçeklik olarak o kanaati paylaşmayan insanlara dayatmak gibi bir hakkı olamaz.
Ekonomi tartışmasında “burada nas var” demek, “ama ben Galatasaraylıyım” demekle aynı düzlemde olur
Yani anayasal siyaset açısından, “bu konuda nas var buna göre uygulamak zorundayız” argümanı teknik olarak geçerli bir argüman değil. Bir insan nas olarak kabul ettiği önerme doğrultusunda kendi yaşamını şekillendirebilir. Ama onun nas olarak kabul ettiği şey bütün toplumu ilgilendiren bir tartışmada argüman olarak sunulamaz.
Bunu bütün toplum kabul eder, bütün toplum kamu alanının buna göre şekillendirilmesi konusunda bir ortak uzlaşıya varır, o zaman ayrı. Bir ekonomi politikası tartışmasında argüman olarak “burada nas var” demek o tartışmada “bir dakika ama ben Galatasaraylıyım” demekle teknik olarak aynı düzlemde olur.
Bu inanca da zarar verir. Çünkü inancı tartışmanın bir unsuru haline getirmiş olursunuz.
Bunun incelenmesi gereken bir başka kısmı da şu: Merkez Bankası’nın politika faizi, Sayın Cumhurbaşkanı’nın değerler silsilemiz içinde diyerek atıf yaptığı nasın konusu olan bir şey midir?
“Faiz haramsa faizin 19 olmasıyla 14 olması arasında bir fark yoktur”
Öncelikle ayrıntıya girmeden şunu söyleyeyim. Cumhurbaşkanı’nın kastettiğini varsaydığımız yalın anlamıyla bakalım. Faiz haramsa faizin 19 olmasıyla 14 olması arasında bir fark yoktur. Haramsa haramdır.
İçerikle ilgili değerlendirecek olursak, bu konuyla ilgili Müslüman fıkıhçılar arasında belli ölçüde kabul gören bir yaklaşım var. Bu yaklaşım şuna dayanıyor: faizin haram olduğu dönemdeki para ile bugünkü para aynı olmadığı için, bu özellikleri dikkate alınarak yorumlanmalıdır. Bunun da son derece makul bir gerekçesi var.
Faizi sert bir şekilde yasaklayan Bakara Suresi 279. ayet şöyle der: “Eğer (bu yanlıştan) döner ve vazgeçerseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık edersiniz ne haksızlığa uğrarsınız.”
Yani işin özü haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak. İnsanlar arasındaki ilişkileri kardeşlik temelinde tanımlayacağınız bir toplum idealiniz varsa haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak iktisadi faaliyetin belirleyici ilkesidir.
Bahsettiğim anlayıştaki İslam fıkıhçıları diyor ki, bu bakış açısıyla enflasyonun satın alma gücünde yarattığı aşınmanın telefi edilmesi, faiz yasağının konusu değildir.
Zaten faiz yasağının söz konusu olduğu bugün gözlemlediğimiz ölçekte enflasyon diye bir şey de yoktu. Dönem dönem özellikle arz yönlü etkenler sebebiyle fiyat artışları söz konusu olmakla birlikte bugün güncel olarak anlayacağımız şekilde süreklilik kazanan kalıcı fiyat artışı gözlenen bir durum değildi.
Fiyat artışları o denli sınırlıydı ki örneğin; Portekiz ve İspanya’nın sömürgeciliğe başladığı dönemde Amerika’dan Avrupa’ya akan muazzam miktarda değerli metal yüzünden gram gümüş cinsinde ifade edilen fiyatların 16. yüzyılın başlarından 17. yüzyılın ortalarına kadar yüz elli yılda iki katına çıkması, kimi ülkelerde yüzde 200’den fazla artış kaydetmesi çok büyük bir olay oldu. Tarihe “fiyat devrimi” olarak geçti. Oysa bizim bugünkü enflasyonumuzla ortalama fiyatların iki katına çıkması sadece 4 yıl alıyor.
Türkiye’de yüzde 20 enflasyon varken faizi bunun altına düşürdüğünüz zaman aslında alacaklıya zarar vermiş oluyorsunuz. Yani tam da ayetteki haksızlığa uğramama ilkesini ihlal etmiş oluyorsunuz.
Tabii bunun bir adım daha ilerisi var. Faiz yasağı sadece İslam inancına özgü bir yasak değil. Hristiyanlıkta, Musevilikte hatta dinleri bir kenara bırakın klasik döneme ait düşüncelerde de yer alır. Mesela Marksizm’de de olan bir şey.
Bir gayrimenkulü kiraya veriyor. Ortada bir sermaye var yani gayrimenkul. Anaparayı saklıyorsunuz. Başka bir kişi bir süre bunu kullanıyor. O kişi kullandığı süre için size para ödüyor. Dönemin sonunda anaparanızı yani gayrimenkulü size iade ediyor. Bununla ilgili bir yasak yok.
Bir başka örnek vereyim. Bir kişi bir işletmede çalışıyor ve işverenin kâr edip etmemesinden bağımsız olarak emeğinin karşılığını alıyor. Yani işverene emeğini kiraya vermiş oluyor. İşveren adına emeğini kullandı ama kendi varlığı yine ona ait, onun kölesi falan olmadı. Emeğinin karşılığında da işverenin kâr edip etmemesinden bağımsız olarak ücretini alıyor. Bu örnek için de gayrimenkul kirası örneğindeki gibi meşru olmadığını düşünen yok.
Aslında faizde de bu örneklere benzeyen bir sistem var. İki durumda da bu meşruyken sermaye ortaklığında ancak kâr ederse o kârın paylaşımı üzerinden meşru sayılıyor. Bugün de uygulanmakta olan katılım bankacılığının ya da dünyadaki adıyla İslami finansman modelinin temeli kâr ortaklığı.
Başka inançlarda da veya seküler ideolojilerde de faizle ilgili yasaklama veya kısıtlamalar var. Sebebi de çok anlaşılabilir. İktisatla ilgilenen herkesin bildiği gibi, klasik iktisat düşüncesinde değer üreten üretim araçları toprak ve emektir. Finansal sermaye, tarihin çok geç dönemlerinde bir üretim ve değer yaratma aracı olmuştur. Bu perspektiften bakarsanız sermayeye, emekten ve topraktan ayrı bir kategoride yaklaşılması kendi içinde tutarlı ve mantıklıdır.
“Bu bir yorumlama biçimi, İslam fıkıhçıları arasında görüş birliği yani icma oluşmuş değildir”
Bizim konuyu bu derinlikte tartışabilecek bir bakış açısına ihtiyacımız var. Nitekim tarihsel uygulamaya baktığımız zaman, 16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislam Ebusuud Efendi’yle meşhur olmuş bir konu var: Para vakıfları. Uygulama çok daha eskiye dayanıyor ama paranın vakfedilip edilemeyeceği meselesi o dönemde çok tartışılmış.
Muamele-i şer’iyye ya da murabaha denilen peşin alıp vadeli satma ve vadeli satışta peşindekinden daha farklı fiyat belirleme özellikle Hanefi fıkıhçıları tarafından meşru görülmüş.
Bu örnekleri hatırlatarak şunu söylemek istiyorum. Bu konu böyle yüzeysel bir şekilde ele alınabilecek bir şey değil. Hele de bir siyasi tartışmanın gündemi yapılmaması gereken, farklı teknik boyutları olan bir konu.
Merkez Bankası’nın politika faizinin yani, işlerinin aslı para ticareti olan bankalar ile kendi arasındaki işlemlerde uyguladığı faizin, İslam’da yasaklanan faizle bire bir aynı olduğunu düşünmek acaba ne derece doğrudur? Bu konuda fıkıhçılar arasında da farklı görüşler var.
Kime göre nas? Nas denilen şeyleri yorumlayacak bir bakış açısına ihtiyaç var. Bu da öznel bir bakış açısı. Sayın Cumhurbaşkanı belki Merkez Bankası’nın bankalarla yaptığı işlemlerde uyguladığı faizi, hem de böyle enflasyonist bir ortamda hem de şu an bizim kullandığımız para sistemi içinde Kur’an’ın yasakladığı faizle birebir aynı şey olduğunu düşünüyor olabilir. Buna saygı duymamız gerekir. Ancak bu bir yorumlama biçimi, İslam fıkıhçıları arasında görüş birliği yani icma oluşmuş değildir.
Bu konuda gerek para sisteminden kaynaklı gerek enflasyondan kaynaklı gerek daha temel iktisadi durumlardan kaynaklı olarak farklı yorumlar vardır. Bu bahsettiğim kişi ya da kesimler de nasın bağlayıcı olduğu hususunda en az Sayın Cumhurbaşkanı kadar güçlü bir inanca sahip. Ama nası farklı yorumluyorlar. Buradan da anlaşılacağı gibi nası anayasal siyaset ve kamu yönetimiyle ilgili bir tartışma aracı yapmak yanlıştır. En başta da nasın da bir parçası olduğu inanca zarar verir.