Reform Enstitüsü Direktörü Mehmet Ali Çalışkan’la Gezi Davası’nda çıkan kararlar sonrası iktidar ve muhalefetin tutumlarını, altılı masanın geleceğini ve Macaristan’ın altılı muhalefetinin başarısızlığından Türkiye’ye çıkarılabilecek dersleri konuştuk. Bugün söyleşinin Gezi Davası’na dair bölümünü yayımlıyoruz. Yarın da muhalefet, altılı masa ve Macaristan bölümlerini yayımlayacağız.
Röportajı Serbest TV’de izlemek için:
Gezi Davası’nda Osman Kavala ve diğer sanıklara çıkan cezaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gezi Davası’nda önce uzun bir süre iddianame yazılamamıştı. Osman Kavala 1,5 sene kadar cezaevinde kaldığında hala neyle suçlandığını bilmiyordu. Bir suçlama isnat edilememiş ya da icat edilememişti. Arada bir beraat çıktı. Sonra ‘tekrar kıymetlendirme’ denilen bir tuhaflık yaşadık ve nihayet çok ağır cezalarla dava sonuçlandırılmış oldu. En çok tartışılan “bu siyasi bir dava mı, hukuki bir dava mı” oldu.
Delillerin tuhaflığı, iddiaların mesnetsizliği, dayanakların zayıflığına bakınca hukuki tarafı tartışmaya kapalı. Hukukiliğini savunmayı mümkün kılan hiçbir özelliği yok.
Bir siyasi dava olduğu aşikâr. Sonuçlarının da siyasi olması kaçınılmaz görünüyor. Siyasi dava dediğimizde de Türkiye tarihinde ilk kez siyasi davalarla karşılaşıyormuş gibi bir sürpriz hal de var. Ben onu yadırgıyorum biraz.
Tarihimiz hukuk kisvesi altında siyasi davalarla dolu. Seyit Rıza’nın idamı, Adnan Menderes’in idamı, Deniz Gezmiş’lerin idamı, Erdal Eren’in yaşının büyütülerek idamı… Bunlar en ağırları oldu Türkiye’nin tarihinde. Bu dava da o kategorinin içinde görülebilecek davalardan biri.
Belli ki idam cezası hala geçerli olsa Osman Kavala idam cezasıyla yargılanacaktı. Dolayısıyla siyasi olduğu aşikâr.
Bugünkü konjonktürde neyin bu davayı siyasi yaptığını konuşmak gerekebilir. Bir grup masum insana çok ağır bir bedel ödetiliyor. Meselenin insani ve vicdani bir kısmı var. Ama siyasi tarafı bunun önüne geçiyor ve bu ağır mağduriyetlerin nasıl giderileceğini de bilmiyoruz.
“Cumhur İttifakı ile AK Parti iki ayrı özne gibi duruyor”
Yargı, Kavala’nın tahliyesiyle ilgili AİHM kararını uygulamadığı için Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden ihracı sonucunu doğurabilecek “ihlal prosedürü”nün devrede olduğu bir ortamda AİHM kararını dinlememeye devam etti. Üstelik yakın zamanda AK Parti’den de Kavala’yla ilgili AİHM kararının uygulanabileceğine yorulan bazı sinyaller de gelmişti. Tüm bunlar neticesinde kamuoyunda çok da ağır cezalar beklenmiyordu. Bununla ilgili değerlendirmeniz ne olur? Bir de Rusya’nın Ukrayna işgali sonrası hükümet ile Avrupa ilişkilerinin daha olumlu bir ortama gidebileceği değerlendirmeleri ekseninde düşünürsek, kararın bu kadar sert çıkması bununla da bağlantılı olabilir mi? Yani hükümet bu dönem Avrupa’dan daha az tepki gelir diye düşünmüş olabilir mi?
Ceza verilmeden bitmeyeceği ortaya çıkmıştı davanın. Cezalar verilecek gibi görünüyordu. Dolayısıyla bu cezaların verilmesini sürpriz bulmadım. Ama cezaların ağırlığı sürpriz olmuş olabilir.
Ama asıl sürpriz, tutuksuz yargılananların Yargıtay süreci boyunca tutuksuz kalmalarına izin verilmemiş olması ve tutuklama kararı verilmiş olması oldu.
Çiğdem Mater çok çarpıcı bir örnek. Davaya katılmak için yurtdışından geliyor. Davanın ardından kaçma şüphesiyle tutuklama veriliyor. Sanıkların kaçmamak yönünde irade gösterdikleri ortadayken bu yapılıyor. Bunu intikamcı buluyorum.
Batı’yla ilişkilerle ilgili konu ise bana şöyle geliyor. Hükümet; mülteci meselesi, Rusya ile Ukrayna arasında oynadığı arabuluculuk rolü gibi Avrupa karşısında elini güçlendiren, masada müzakere imkânı olan bir şeyle karşılaştığında bunu malzemeye dönüştürebiliyor.
Bugün Rusya ile yürüttüğü diyalog, Avrupa için kullanışlı bir ortam olduğu için bu kararı verebiliyor veya mültecilerle ilgili Avrupa’nın beklediği bir şeyi yaptığı zaman, onlar benimsemeyecek olsa bile bu tür tutumlara girebiliyor.
Oysa Avrupa ile Türkiye arasındaki müzakereler açısından bakıldığında böyle fırsatlar daha iyi kullanılabilir.
Müzakerelerle ilgili eline geçen fırsatları Gümrük Birliği’nin modernizasyonu, vize anlaşmasının tamamlanması gibi daha toplum yararına işlerde kullanabilecekken muhaliflerden intikam almak gibi meselelerde kullanmayı seçebiliyor. Bu anlamda hükümetin tutumu bana çok rasyonel gelmiyor.
Ama AB’nin tutumunu da çok önemsediklerinden emin değilim. AK Parti’nin içinden yükselen itirazlarla birlikte düşünüldüğünde şöyle bir kanaate sahibim.
Cumhur İttifakı ile AK Parti iki ayrı özne gibi duruyor şu an siyasette. AK Parti’nin içinden Cumhur İttifakı’nın toplamdaki kararlarına ya da eğilimlerine itiraz yükselebiliyor. Ama Cumhur İttifakı’nın da bir stratejisi, siyasi planı, yol haritası olduğu anlaşılıyor ve AK Parti’den itiraz yükselse bile onu önemsemeden yoluna devam ediyor.
“Bu davanın Gezi olaylarıyla çok ilgili olduğunu düşünmüyorum”
Ben bu davanın Gezi olaylarıyla da çok ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Başka bir stratejiye hizmet ettiğini düşünüyorum.
Cumhur İttifakı’nın esas hedefi Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini kurumsallaştırmak. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini kurumsallaştırmaktan kastım da Türkiye’nin siyasi karar mekanizmasını aşırı merkezileştirmek ve kişiselleştirmek.
Merkezileşmiş ve kişiselleşmiş karar mekanizmasının inşası için uğraşıyorlar. Bunun için kararların, onları alan öznelerden arındırılması gerekiyor. Birkaç özne vardı ve teker teker arındırıyorlar. Karar alanından mıntıka temizliği yapmak gibi oluyor bana kalırsa…
Bakanlar Kurulu, kararları etkileyebilecek en yüksek mekanizmaydı. Bakanlar Kurulu’nu seçilmişlerden değil atanmışlardan oluşturuluyor; bir tür yönetici asistanına dönüştürülmüş bakanlar var bugün artık.
Çünkü bakanlar yönettiği alanlarda karar alıcı olmaktan çıktı. Çünkü siyasi figür değiller. Bakanlar Kurulu atanmışlardan oluşturularak karar alanının dışına çıkmış durumda.
Parlamento, karar alanının önemli öznelerinden biriydi. Orada da denetleme mekanizmaları ortadan kaldırıldığı için parlamento karar alanının epeyce dışına çıkarılmış durumda.
Medya, sivil toplum, akademi de karar alanına etki eden önemli özneler. Medyayı zaten ticari olarak ele geçirerek, kendi etraflarında propaganda aygıtına çevirerek kararları etkileme olanağını ortadan kaldırdılar. Akademide epeyce bir süredir rektör atamalarıyla, eleştirel aklı ve liyakatı ortadan kaldırıp bir sadakat tesis etmiş oldular.
Bence Gezi davası da sivil toplumun karar alanından tasfiyesinin bir enstrümanı oldu. Yani Osman Kavala’yı bu kadar uzun süre mesnetsiz iddialarla hapiste tutarak, şimdi de davanın diğer isimlerini de tutuklayarak ve ağır cezalar vererek hem onların kişisel olarak bu alandaki varlıklarını etkisizleştirmiş oldular -ve bence daha önemlisi- hem de sivil toplum alanında faaliyet gösteren bütün kuruluşların; hangi görüşten olduğu da önemli olmaksızın yani İslami, seküler, tematik, hayırsever fark etmeksizin tümüne de bir ders ve mesaj verdiler. Bir diz çöktürdüler.
Gezi davası başladığından beri Türkiye sivil toplumunun içerik üretme davranışı bir tür öz kontrol altına alınmış görünüyor.
Artık eskisi kadar içerik üretilmiyor, eskisi kadar eleştirel bir akıl da üretilmiyor, eskisi kadar devletle müzakere zeminlerini de aramıyor sivil toplum. Sivil toplum bu anlamda rolünden geri çekilmiş gibi görünüyor.
İkincisi de sivil toplumun vasıflı insan kaynağının yurtdışına gitmesine, özel sektöre geçmesine yol açmış oldular ya da sivil toplum alanına yeni vasıflı insan kaynağının gelmesini korkutarak, sindirerek engellemiş oldular.
Dolayısıyla bence buradaki ana stratejilerden biri Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini kurumsallaştırmak amacıyla; karar alanını, eleştirel akılla etkileme potansiyeli taşıyan her şeyden temizlemek.
Gezi Davası’nın asıl hikayesi bana kalırsa, Gezi olaylarının mahkûm edilmesinden daha çok; Türkiye sivil toplumunun siyasetle diyalog kanallarının ortadan kaldırılması ve sivil toplumun karar alanından tasfiye edilmesi hedeflerini güdüyor. Stratejinin bu olduğunu düşünüyorum. Bu daha genel yönelimle ilgili.
Ayrıca davanın bu şekilde sonuçlanmasının, seçimler açısından bir taktiksel anlamı olduğunu düşünüyorum. Yine davayı siyasileştiren bir dinamik de o.
Gezi Davası eninde sonunda seküler sivil toplum dünyasının yargılandığı ve mahkûm edildiği bir dava oldu. Bu davanın böyle sonuçlanmasıyla seküler yurttaşları alana çekmeyi, meydanda tepkilerini ortaya koymalarını sağlamayı ve bunun üzerinden bir kutuplaşma dinamiği inşa etmeyi hedeflediklerini; HDP’nin kapatılması da buna eşlik ederse bir başka kutuplaşma dinamiğini de Kürt meselesi etrafında kurmak isteyebileceklerini düşünüyorum.
Dolayısıyla seçimlere iki tane kadim kutuplaşma ekseninde gidebiliriz. Buradan bir fayda umduklarını düşünüyorum.
Buna belki bir de eşlik edebilecek bir şey de ekonomik alanda bir iyileşme politikası olabilir.
Bir yandan toplumsal alanda kutuplaşma dinamiklerini harekete geçirmek, öbür taraftan ekonomik bir iyileşme planını hayata geçirmek. Seçimlere bu şekilde gitmek gibi bir hedefleri olabilir.
Gezi Davası’nın bu şekilde sonuçlanmasıyla hedeflenen bir yandan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini kurumsallaştırmanın bir adımı olarak görünürken bir yandan da seçimlerde kutuplaşma ekseninden bir oy devşirmek gibi duruyor.
Topluma, “bu iktidar değişirse yüzleşeceğiniz şey budur, iktidar değişiminin maliyeti de şudur” diyen bir mesaj verildiğini düşünüyorum.
“Muhalefet ezberindeki malzemeyi ortaya çıkardı. Sivil toplumu etkisizleştirme çabasını, ana stratejiyi sorgulayan bir muhalefet tutumu görmedik”
Bu bahsettiğiniz “kutuplaştırma iklimi” ve “sivil toplumun daraltılması” eksenlerinden de bakarak; muhalefetten sert tepkiler de geldi, daha sakin tepkiler de. Özgür Özel’in açıklaması özellikle iktidar cenahında çok öne çıkartıldı ve karşı açıklamalar da geldi. Kutuplaştırma, o tip çıkışlarla da güçlenmiş olabilir. Muhalefetin Kavala kararı sonrası tutumunu genel olarak nasıl buluyorsunuz?
Muhalefet ezberindeki malzemeyi ortaya çıkardı diye düşünüyorum. Yani Gezi Davası’nı, Gezi’nin siyasi savunmasına çevirdi. Muhalefetin bir kısmı, Gezi’yi siyasi olarak savunan bir pozisyon aldı.
Bunu olumlu bulmuyorum. Çünkü bu davayı Gezi eylemlerinin yargılandığı bir dava olarak değil az önce anlattığım çerçevede yorumladığım için de uygun bulmuyorum.
Gezi eylemlerinin siyaseten savunulması, Gezi eylemlerinin serinkanlı bir şekilde analiz edilmesinin, tartışılmasının da önüne geçiyor.
Gezi eylemleri bir demokratik yurttaş hareketi olarak öneme sahip. Ama pekâlâ her demokratik yurttaş hareketinin sorgulanabilmesine, eleştirilebilmesine imkân veren bir özelliği var.
Yani Gezi eylemlerinin kutuplaşmaya olan etkisi, katkısı, onu zayıflatan, zayıflatmayan dinamikleri pekâlâ eleştirilebilir ve tartışılabilir. Gezi eylemlerinin o dönem yürüyen çözüm sürecinde olumlu-olumsuz etki yaratıp yaratmadığı pekâlâ tartışılabilir, eleştirilebilir.
Bu tür eleştirilere imkân vermeyen bir siyasi savunma yapıldığını düşünüyorum. Bu açıdan bu çıkışları çok doğru bulmadığımı açıkça söylemek isterim.
Muhalefetin genel tutumunu ise şöyle buluyorum. Bu davayı Cumhur İttifakı’nın çizdiği sınırlar içinde ele aldı. Yani “Gezi’yi yargılıyoruz” çerçevesinin içinde ele aldı.
Bu da biraz önce söylediğim şeyi gözden kaçırmasına ve bu davayı Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini kurumsallaştırmanın bir adımı olarak gören, bunun eleştirisini yapan bir konum alması imkanını ortadan kaldırdı.
Muhalefetten gelen iki farklı tutum göründü bana. CHP ve HDP kanadında eylemlerin siyasi savunması yapılırken, diğer ittifak liderlerinden de ifade özgürlüğü alanında kalan tepkiler geldi.
Bu haliyle Gezi Davası’nın çizilmiş sınırlarını kabul etmiş görünüyorlar. Sivil toplumu etkisizleştirme ve felç etme çabasını, ana stratejiyi sorgulayan bir muhalefet tutumu görmedik.
Bu da muhalefetin bu meseleyi iyi okumadığını, derinlikli analiz etmediğini ve muhtemel sonuçları üzerine iyi bir hesap yapmadığını gösteriyor.
Yine muhalefet sözcülerinin hükümete dönük “yargılanacaksınız” türünden çıkışlarını da antidemokratik buluyorum. Bir siyasetçi rakibi olan başka siyasetçilerin bir davadan siyasi fayda üretmek üzere davranıyor olmasını; alıp ona karşı “yargılanacaksın” diye ortaya koyduğu vakit, “biz iktidar olduğumuzda, yargıyı biz ele geçirdiğimizde bu sefer biz sizi yargılayacağız” demiş oluyor.
Oysa cezalandırılmalarından ama seçmenin siyasetçiye keseceği bir cezalandırmadan söz edebilir. Yani “bu adaletsizliğiniz seçmenin gözünden kaçmayacak ve seçmen sandıkta sizi cezalandıracak” diyebilir.
İktidar alternatifi bir siyasetçi, bir başka siyasetçiye cezayı nasıl keseceğini mahkemeyi işaret ederek söyleyemez, söylememeli. Böyle olunca demokratik bir siyasi tartışma olmaktan çıkıyor. Ama şunu söyleyebilir: “Bu mesnetsizlikteki bir davanın kurgulanmasında rol alan yargı mensupları, bağımsız bir yargının yargılama konusu olabilir.”
O zaman şunu söylemesi gerekir: “Biz sizin bu adaletsizliğinizle sandıkta hesaplaşacağız. Seçmen size sandıkta cezayı kesecek. Bizim iktidarımızda bağımsız bir yargı inşa edilecek ve o yargı, buradaki kararları yargıya konu olarak görürse o zaman sorumluluğu olanlar hesap verecekler” diyebilir.
Onun için muhalif sözcülerin bu tutumlarını; iddia ettikleri, demokrasiyi inşa etmekten imtina edebilecekleri ve bu tür kendi canlarını yakmış olan meselelerden dolayı da bir intikama çevirebilecekleri gibi okumak çok mümkün hale geliyor. Bunun da bir siyasi rekabete uygun tutum olmadığını düşünüyorum.