Cumhuriyetin 3. kuşak hukukçuları birer birer terk ediyorlar dünyayı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı görevini Türkiye siyaseti-hukukunun en gerilimli dönemlerinde ardı ardına yürüten Savcı Vural Savaş’ın 19 Ocak 2023’deki vefatından sonra bugün Savcı Sabih Kanadoğlu’nun da 85 yaşında vefat ettiği haberi verildi. Her ikisi için de aynı zamanda bir Türkiye siyasi tarihi dersi olmak üzere çok şey söylenebilir. Bir defa ordunun darbe imkanlarının ulusal ve uluslararası düzeyde iyice daraldığı bir dönemde yeni bir “operasyonel siyasi sınıf” ihtiyacının ileri gelen temsilcileri olarak öne çıkmışlardı her ikisi de. Cumhuriyeti bu kez hukukçular “koruma ve kollama” görevini yükleneceklerdi. Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35. Maddesinin yerini Anayasanın ilk üç maddesi alacaktı. O günlere kadar hep ikincil siyasi araçlar olarak kalırken 2000’li yıllar ile birlikte Türkiye siyasetinin temel gücü ve merkezi karargahı olarak yargıçlar ve savcılar öne çıkacaklardı.
Savaş ve Kanadoğlu, Türkiye siyasi tarihine merkezi bir noktadan böyle dahil oldular. İkinci olarak her ikisi de Cumhuriyetin etnik, kültürel ve dinsel alanlara dönük giderek yükselen talepler karşısında kurucu milli sınırlarını korumakla görevli saydılar kendilerini. Muktedir olmanın, her şeyi yerli yerine oturtma hakkına ve yetkisine sahip olduğunu düşünmenin tadına doyulmaz hissini yaşayan nadir yargı mensuplarındandılar her ikisi de. Ve yine kendi siyasi-hukuki misyonlarının sonuçlarını görebilecek kadar uzun yaşadılar.
Hukuki biçim ve teknik konusunda yetkin, fakat Cumhuriyetçi hukukçuluğun genelinde rastlanıldığı gibi kendi hislerini ve duygularını “hakikat” sanacak kadar dışa kapalı hukukçulardı. Mutlak doğruları keskin biçimde taşıyorlardı tavırlarında. İdeolojik olarak “Atatürk, Kurtuluş Savaşı, Atatürk İlkeleri, Ulusçuluk, laiklik” vb gibi az içerik yüklü, ama hukukçular arasındaki iletişim için yeterli sayılabilecek bir “kıtlık kültürü” içinde büyüdüklerinden teorik hesaplaşmalara hiç sahip olmadılar. Onlar için doğru bilgi bir teorik dolayımı olmayan saf ve mutlak bir içerik taşıyordu.
Kanadoğlu ve Türkiye hukukçuluk geleneği
Kanadoğlu için biraz farklı tespitler de yapmak gerekir mutlaka burada. Bir defa Kanadoğlu emekliliğinden sonra da kendi misyonunu devam ettirme başarısı gösterebilmiştir. Örneğin ünlü “367 kararı” Kanadoğlu’nun bir emeklilik “ürünü”dür. O, emekliliğinden sonra bile hukukçu olarak yaşayabilen nadir yargı mensuplarından birisidir. Yargı mensupları – muktedir olanları da dahil – genellikle emeklilikten sonra bir “sosyal ölü” durumuna düşerler. Güç ve statünün verdiği duruş birden bire bozulur. Görev yaptıkları süre içinde edindikleri tecrübe ve birikimlerini bir toplumsal ve siyasal misyona dönüştürme eğilimi neredeyse yok gibidir. Tesadüfen Cumhurbaşkanı olmuş Ahmet Necdet Sezer’i hatırlayan ve ortada gören var mı? Olan bitenler hakkında fikri nedir? Bellidir ki o da Türkiye’nin yargı mensuplarında oldukça manidar olan bir “suskunluk-sessizlik” kervanına katılmıştır. Bu geleneği bozan pek az yargı mensubu olduğunu da biliyoruz. Refik Gür, Sami Selçuk, Çetin Yetkin, Çetin Aşçıoğlu, Ali Faik Cihan vb gibi ancak parmakla sayılarak bilinecek kadar az sayıdaki yargı mensubu aynı zamanda birer “aydın ve entelektüel” olduklarını gösterebilmişlerdir. Kanadoğlu ismini de buraya ekleyebiliriz. Emeklilikten sonra yürüttüğü Türk Hukuk Kurumu başkanlığı da önemli bir görevdir örneğin.
Kanadoğlu ve Cumhuriyetçi hukukçuluk misyonu
Kanadoğlu Cumhuriyetin 3. Kuşak hukukçuluğunun, hukuki biçim ve teknik yönünden yetkin üyelerinden birisiydi. Bu kuşağın yargı mensupları Cumhuriyeti ve onun temel tarihsel meselelerini esas olarak “kriminal” bir düzeyde ele alan-alabilen, buna karşı entelektüel bir sorgulama yeteneği geliştiremeyen üyelerden oluşmaktaydı. Cumhuriyetin kurucu kuşak temsilcileri olan Cemil Bilsel, Orhan Münir Çağıl, Vasfi Raşit Sevig vb gibi hukukçular esas olarak akademik kürsünün içinden geliyorlardı ve yargının sonraki on yıllarına yön verebilecek kadar güçlü, donanımlı ve dünya ile mukayese yapabilen bilginlerdi. Nitekim hukuk ve hukukçuluk Cumhuriyetin ilk üç on yılında akademik merkezli işliyordu esas olarak. 1960’lı yıllarla beraber Marksizm ve Amerikan Sosyal bilim pratikleri bu geleneği önemli ölçüde alaşağı etti. Cumhuriyetçi Türk hukukçuluğu ve yargısı üniversitedeki çok önemli entelektüel dayanağını kaybetmeye başladı. Cumhuriyetin ilk kuşağını oluşturan Bülent Nuri Esen, Ali Fuat Başgil ve Bahri Savcı gibi hukukçular Cumhuriyetçiliğe farklı ideolojik yönler vermeye çalıştılar. Liberalizmden solun çeşitli renklerine uzanan kollar hukukçuluğun içinde yükselmeye başladı. İkinci kuşaktan Mümtaz Soysal, Ragıp Sarıca, Lütfi Duran vb gibi akademisyen ve entelektüeller ise cumhuriyetçiliği felsefi ve tarihsel bir tarzda yeniden yorumlamanın yolunu açmaya çalıştılar. Kanadoğlu için bu isimler ve onların açtıkları yollar bir ilgi konusu olmamıştır. O kurucu gücün ilk ilmihallerine bağlı kalarak özellikle İslamcılığı siyasal alanın dışında tuttuğu müddetçe Cumhuriyetin yaşayacağı beklentisi içinde hareket etmiştir. Kendinden önceki hukukçu kuşakların huzursuz soruları ve cevapları Kanadoğlu’nda yoktur.
Kanadoğlu ve 367 krizi
2000’li yıllarla birlikte Vural Savaş, Sabih Kanadoğlu, Nuri Ok vb gibi yargı mensuplarının siyasi tartışmaların merkezine yerleşmesi ve bir dönemi simgeleyen figürlere dönüşmeleri oldukça manidardır. AKP yanlısı gazeteci Nasuhi Güngör’ün “yenilikçi hareket” kitabından öğrendiğimize göre ABD, İsrail başta olmak üzere uluslararası güçlere dayanarak ve Erbakan karşısında da Genel Kurmayca desteklenerek kurulan AKP, birkaç yıl içinde ordu içindeki belirli hiziplerin tepkisini çekmeye başlamış, fakat darbenin toplumsal ve siyasal imkanları bulunmadığı için ordu içinde biriken tüm gerilim ve tepkilerin yargı yoluyla geliştirilmesi kararıyla sonuçlanmıştı. Kanadoğlu ve Savaş isimlerinin herkesçe bilinen birer kudret “merci”lerine dönüşmeleri de böylece başlamış oldu. Kanadoğlu’nun emeklilik sonrası Cumhurbaşkanlığı oylamasında “karar yeter sayısı” ile “toplanma yeter sayısı”nı birleştirme ve böylece Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını engelleme hamlesinin kökeninde İslamcılık ve Gülen Cemaatine ve kısmen de Kürt hareketine karşı Cumhuriyetçiliğin merkezi kurumu orduda yükselen şikayetlerin bulunduğunu iddia etmek pek mümkün. O bu görevi bir hukukçuluk konumunu aşacak biçimde üstlendi. Sadece görevini yapmıyordu Kanadoğlu, ülkeyi kurtarıyordu! Cumhuriyetçi teyakkuz halinin bütün cezbesini Kanadoğlu’nun tavrı ve tarzında da görebiliriz. O ait olduğu kuşağın en yetkin hukukçularından birisi olmasına karşın bu tavır ve tarzdan kaçınamamıştı. Nitekim Kanadoğlu’nun bu tarihi müdahalesi, Türkiye hukuk tarihinin hiç de az olmayan büyük absürtlükler yığınında en görünenlerden birisi olarak kaldı.
Cumhuriyetçiler ve AKP
Kanadoğlu kendi verdiği savaşın tam sonuçlarını görebilecek kadar da uzun yaşadı. Cumhurbaşkanı olmasını engellemek için çabaladığı Abdullah Gül o makama oturdu. Fakat, süreç bu kadar basit ve kolay anlaşılır yaşanmamıştır. Geçmişin başsavcıları Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu için bugün geldiğimiz nokta zamanda yolculuk kadar inanılmaz görünüyor. Kanadoğlu’nun 367 yorumundan bu yana topu topu 15 yıl kadar bir süre geçti. Buna karşılık bugünün Türkiye’si ve güç ilişkileri, ittifaklar o günden bakılarak tanınabilir bir ülke durumunda değil. 367 Abdullah Gül için üretilmişti. Abdullah Gül, artık Erdoğan’ın baş düşmanlarından birisi. Birlikte YARSAV’ı kurduğu MHP’li kadrolar artık AKP ile birlikte. Eski dostlarının bir çoğu; Metin Feyzioğlu, Ümit Kocasakal, Doğu Perinçek vb “milli meseleler”de Erdoğan ile birlikte hareket ediyorlar. Kanadoğlu’nun Cumhuriyetçiliğin içindeki bu bölünmeden rahatsız olduğunu tahmin etmek zor değil. Hayatının son yıllarında Cumhuriyetçiliğin içinden Erdoğan’a doğru bir yol açıldığını görmek onda nasıl bir duygu hali yarattı bilinmez… Şurası pek açıktır ki son üç on yılın siyasi ve hukuki muhasebesini yapabilmek için ona ve onun kariyerine yoğunlaşmak kaçınılmaz olmalıdır.
Bugünden geriye doğru bakıldığında kendi açımdan şunu söylemem gerekir: İslamcı hukukçuluğun tiksinti verici cehaleti ile karşı karşıya kalıp bugünün zavallı hukukçuluk hallerinin kendi çıkarlarının peşinde koşarken nasıl olup da gülünesi uyanıklıklardan medet umabildiklerini gördükçe, Kanadoğlu’nun saygı duyulacak bir ideolojik rakip olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu nedenle ruhu şad olsun diyeceğim…
Son sözüm şöyle olsun: Bu yazı Kanadoğlu ekolünün tam karşısında yer alan bir yargıç tarafından kaleme alınmıştır. Onunla kavga etmeyi görev bilen bir yargıç tarafından. Fakat kavga yaşayanlar içindir. Ölüm ise kavgayı bir sonsuzluğun içine atarak giderek silikleştirir. Yaşayan arzulardan, isteklerden, ilgilerden uzaklaştırır. Ölüm bizi her geçen gün unutulmaya doğru sürükler. İşte o anda, her şey geçip gittiğinde, sizi bilen ve hatırlayanlar kalmadığında geride bıraktığınız şey sizin “parmak iziniz” haline gelir. O da tarihçilerin işi kuşkusuz. Kanadoğlu artık tarihçilerin konusu olacaktır…